0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
366
Okunma

Meşe Bakkaliyesi
Soğuk bir kış günü, karın yağmakta hiç de ihtiyat etmediği soğuk mevsimlerden geçmektedir. Memuriyete yeni atanan Ahmet, şark görevinin garipliğinin yanında, kültür farklılığının zirvelerini de görmektedir. Bıyıklarında terlememişlik, üzerinde ayrı bir toyluk seremonisi taşımakta. Ergenliği sırtlanan aşk-meşk iştiyakı yanında, yirmili yaşların maaş imkânı dahi bir ferahlık hasretmemiştir. Deveye demişler ki; yokuşu mu seversin yoksa inişi mi? diye. Düzlüğe kıran mı girdi dediği gibi beklentiler hep olumlu cihetler de yaşanmıyor maalesef. Hayatında ki tercihlerde hep bir ters taraflar hep bir ters gidişler yok değil maalesef bir taraftan.
Doğu Ekspresi ile uzun ve yorucu bir tren yolculuğuydu yaşadığı. Kars’a ulaşmasını şimdilerde yaşasaydı bol bol öz çekimli, kültürlü, coğrafi ve bölgesel bir gezi addedecekti yaşadıklarını ama bu da olmadı maalesef. O yıllardaki tren yolculukları meşakkatli bir o kadar da tadı bölüşmenin güzelliğinde değillerdi. Bu yer değişikliğinde yeni memur Ahmet’in iş arkadaşları vardı var olmasına ama hepsi de kendince buyruk, tarafeyn ve hatta devleteyn gibiydiler. Kendi mecrasında olan Ahmet’in dar alanda top koşturan bu tavrıyla hiç kimseyi rahatsız etmeme munisliğini taşımaktaydı. Ahmet’in daha çok olanla yetinmişliği ve insanlarla kavga etmeyecek kadar az teması halinde bir tavrı da vardı elbet. Ayrıca üstüne üstlük daire de keko damgası yiyerek de ötekileştirilmişti. Bütün bu zihinsel yetilerinin kısacık zaman diliminde dumura uğraması ayrı bir netameli konu olmuştur. Böyle zor anlarında bu hissiyatla, rahmetli dedesinin "pancar tarlasında orkide bitmez oğul" sözü sık sık aklını yoklamaktaydı neyse ki.
Yalnızlık, gariplik ve hatta aşksızlık kaylüleye yatırmıştır Ahmet’i. Ne zaman kendi içine doğru yürüse hafakanlar basmaktadır. Susuzluk, kaşgalar, kış boyu sımışkalar, camilerde dualı taşlar, etrafta Terekemeler, Azeri ve Kürt mozaiği derken bu liste uzadıkça uzamaktadır. İşte böyle bir ortamda çıktı bakkal serüveni Ahmet’in. Maaşının önemli bir kısmına ortak ettiği Meşe mahalle bakkalıdır bu mekân. Hazır müşteriye kavuşan bakkalcı Hasan ve yaşlı babası Şükrü Amca da Ahmet’in yoldaşlığına ortak olmuşlardır. Meşe bakkalı hem lokantası hem de abur cubur merkezi olmuştur. Hatta özürlü ve yaşça kendisinden daha büyük olan Hasan’a yardım eder olmuştur. Müşterilerin istediği kadar beyaz peynirler, helvalar, zeytinler tartıp satış dahi yapmaktadır. Bakkal Hasan ve Şükrü amcanın güvenini de kazanmış olmanın verdiği özgüvenle sanki Meşe bakkalının bir çalışanı oluvermiştir. Meşe bakkalı, hatırı sayılır memura da hizmet vermektedir. Bir nevi bu sosyalleşme alanında giden gelen müşterileri gözlemlemektedir Ahmet. Bakkal camekânından soğukla ve yoğun kar yağışıyla birlikte beyazın galebe hâline dikkat kesilip en çok da Ruslardan kalma taş binalar ilgisini celp etmektedir. Beyazın uyumu ve raks hali gözlerinde oynaşmaktadır adeta.
Ahmet ile Hasan’ın dostluğu karşılıklı oynadıkları oyunlarını da doğurmuştur. Meşe bakkalında satılan bir elma içerisinde kaç çekirdeğin olduğuna dair bir tahmin oyunudur. Uzak tahmini yapan, yakın tahmini yapana, öğüne göre yine Meşe bakkaliyesinden karşılanan nevalelerle ikramı içeriyordu. Bir manada yarı kumar denebilecek bir oyun. Ahmet’in yüreği ile hayat şartları arasındaki sosyalliği bu aktiviteler belirlemekteydi. Bekar olan Hasan’ın, Ahmet’i de yanına alarak kale evlerinden birine eğlenceye gitmeleriyle devam eden bir yoldaşlık halidir bu durum. Bu eğlenceler, Hasan ile Ahmet’in yalnızlığına bir yama ile bir gövde gösterisi olmaktadır. Eğlence sonralarının birinde bir hüzün geçidi yaşanır. Sözün kifayetsiz kaldığı Ahmet’in can arkadaşı, Meşe bakkalının varisi Hasan’ın dünya yolculuğunun sonuna gelmesidir. Belki de bedensel özürlü hali ömrünü kısa tutmuştur kim bilir. Tövbe tövbe! Hayatın süresini taktir eden Allah’a imanımız tamdır. Ölüme yürek germe hali gibi bir durum da değildir bu. Eşikte, kapının önünde soğuk bir ölümdür. Bu boyut değiştirmeyle hali hem zamanın üşümelerini yüreğine sinmiştir hem de içindeki yalnızlık ulumalarını arttırdıkça artırmıştır. Ahmet ne öğrendi bu dünyadan ve ne öğrenecek bu ölümden bilinmez ama zamanın verdikleri ve aldıklarıyla yüzleşip koşabilmesi gerektiğinin farkındadır.
Kars yerlilerinden olan arkadaş Hasan’ın ifadesiyle “Kars Kalesine bir kez olsun çıkan, hayatının başka bir evresinde Kars’a illa ki bir defa da olsa yolu düşer” sözü, Ahmet’in heyecanını ve korkusunu derinleştirmiştir. Böğrü yanık hayatında, gönül seyyahlığı gibi bir durum değildir bu hâl. Olsa olsa yeniden Doğu’ya gidebilirim ’in heyecanı ve hatta korkusu bu olsa gerek. İşte yıllardır batıda tayin bulunan Ahmet’i, Meşe bakkalı rüyasından uyandıran bu korku, hayatı “zalim felek” telakki etmesinden geliyor olmalı belki de. Meşe bakkaliyesinde oluşturduğu sığınak ve yakaladığı huzur aşkına uyumaya devam etmektedir tekraren. Ahmet’in, zamanın yek ahenk akışı içerisinde daha çok mazi ve anılarına karşı bu uzun oturuşu, Hasan’ı hatırlayışı ilk kez olmasa gerek.
İlkay Coşkun
06.07.2023
Tastamam ve Şeybişey
İnsan daha çok malum olanı görüyor. Perde gerisinde olan ve sır daha az görünendir. Estanteneyi, halukârdayı bu seyreklik kat ve kat değerliyor olmalı. Aşinalıkta sır çözülüyor giz yok oluyor. Bir gövde gösterisi yapılan şu hayatta, tastamamcı ve garanticidir kimi insanlar. Ki tıyneti bunu gerektirir. Başka bi cihette de şek ve şüpheye mahal veren muğlâklıkta gel gitler. Sonunda hayatın kahramanlığını taşıyan bütün karakterler, biri Türk mavisi turkuaz diğeri de dini sosyallikte bir hayat oluyor. Ağzı dualıdır ikisinin de biri sadece duaya biraz geç geçer, ihtiyarlık da diyelim. Diğeri de birazcık itiraz ehlidir. Dönem dönem kimsesizlikleri olmaktadır elbet ama şükürcüdürler. Vara yoğa muhalefet etmeyi severler. Sanki bir görev hüviyetindedirler. Her ikisinde de doğrucu davutluk yok değil. Mayalarından gelir bütün bunlar besbelli. Ama Allah’ın sanatının üstüne başka bir sanat yoktur anlayışından taviz vermezler.
Biri katıdır diğeri şüpheci. Aksa ak kara ise karadır. Diğeri hep ara renkleri de kollar. Belki ola ki neden ki gibi birçok ihtimali tevarüs eder. Belki de eksi artı gibi, köşe kenar gibi, iç dış gibi tamamlayıcı olmasındandır bunlar. Bir denge hali. Öznel bir ilişki ağında yani, hayatın tam göbeğinde. Ama her ikisi de kırbaç izlerini taşırlar. Hayat yorgunluğu da denir buna. Kiminin zihninde kiminin belinde. Zulalarında mütebessim çehreler istiflenmiştir. Tastamam kuralcıdır ama pencere ve kapıların hep içeri açılması gibi kuralları yoktur. Birbirlerinden hazzetmez değillerdir. İçleri ve dışları dağınıktır biraz.
Bir eski zaman dervişi olamadılar. Çok bir kitap yalamışlıkları da yok hani. Kızdıkları da neşeleri de olmuştur. Taşıdıkları sadece ağırlık değildir. Avamca sırlanacaklar desek de yeridir. Hayatı çok ciddiye almayı da matah görürler asıl olan ölümdür bildikleri. Kendinden dışarı yürüyen hikâyesi çok da ağır olmayan zamanlardan geçmiş kişiliklerdir. Fazla ciddiyet, boş verememe biraz da Rodin heykeline dönüşmüştük hali. Mükemmeliyetçilik sopasını yutmuş gibidirler adeta.
Belki de hayat zamanla müdavimini kendine daha da muhkemleştirip tik oluşturuyor olmalı. Her lafı getiremediğinde şey, hım, şeybişey gibi çokça takıntı buluyor kendine. Birazını yaşına yorsan da kalanına ne demeli. Herkesin pazarda sergilediği bir meziyeti var ama pazarda müşteriler hep türlü türlü. Bu hayatlar işte Tastamam Osman ile Şeybişey Hüsnü’nün içine tik kaçmış hikâyesi olmalı.
İlkay Coşkun
23.07.2023
Kan Çarpması
Tıpkıları ve aynıları içerisinde yaşadıklarıyla susturulmuş insanıdır. Başını hoş tutan bir suskunluk değildir bu. Olsa olsa daha çok vurgun yemişlik. Ama bir tarafında hep avuntu taşımaktadır. Hayata yenile yenile devam etmenin bir suskunluğu böyle olsa gerek. Bir şeyi hep yanlış yapma korkusuyla baştan yenilmişlik hali. Mahir bir terzi gibi güçlendirilmemiş bir hayat. Olsa olsa çıtkırıldım hüznü ve daha çok da suskunluğu yaşıyor olmalı. Ne bir pirden el almış ne de bir müritten güngörmüş olmalı. Belki de en zor olan darmadağınık kanatlarıyla mücadelesidir.
Vefayı da göz ardı edecek bir hoyratlık cenderesine girmiş olmalı. İyiliğe iyilik, kötülüğe kötülük düz mantığını dahi uygulayamayan bir geri duruş. Kendine güvenmenin yıkıntısını yaşıyor olmalı. Azlıktaki görgüsü, çağları aşacak yanılsaması olmalı. Bütün faraziyelerde reddi miras yenilgili bir hal eşliğinde. Dünün kadifiye edilmiş bugünün viranesinde oyalanmıştır. Bir inat tabarî hevesi gütse de cürmü kadar yer yakacağının hodbinliği içerisinde. Açtın gözünü boğaza düğümleyip yumdun sözünü. Üslup u beyan aynıyla insan olacaktın. Biriktirdiği sis, barut ve telaşa memuru da olsa hayal kırıklığı ve tesanüt oyunu yaşadıklarıyla kalacaktır. Deniz düşü kurup çölde oturmak böyle bir şey olsa gerek. Yarın ölüm, gül suyu olsa da her taştan korkan bir testi olmayı kendisine yakıştıracaktır. Hakeza kaybetmenin yetimliğini yaşıyor olmalı böylelikle.
İlkay Coşkun
26.07.2023
Kan Dolaşımı
Gençliğinde hep huysuz bir ihtiyar olmaktan korkmuştur. İnsanlara yük olmaktan ve daha neler neler şeylerden… Belki de ölümüne daha çok vardı ama şimdiden korktukları başına gelmeye başlamıştı. Düşünmenin kerametine gücüne hep inanırdı. Kaybetmediği nadir hasletlerinden birisiydi düşünmek. Dinmeyen sancılarını biraz geri öteleyip daha çok gürültü çıkaracak acılarını susturmaktı amacı. Cami avlularına sığmayan çocuk gülüşlerini düşünürdü. Eski zaman tatlarının bölüşüldüğü güzellikleri düşünürdü. Bu hal üzere rahmetli dedesinin, önde zikzak çizerek koşturan çocuk için; "bak evlat! bu çocuğu böyle hareketli, heyecanlı koşturan şey kandır, deli akan kanıdır" dediğini hatırlayıverdi. Bol oksijenin insan kanını temizleyeceğine hep inanırdı. Dağlara uzaklara gitmenin, yeniden başlamanın güzel bir bergüzar olabileceğine hep inanırdı.
Çevresine her zaman ki gibi yeni bir bakış attı. Bu bakışta gördükleri, itibarına, konforuna düşkün insanlardan başkaları değildi. Uyuyup uyandığında "sığır ne yana gitti heyy!" şaşırmışlığında bir araf halini yaşıyordu. Kafasının içerisinde bir yığın soruyla, şenliği dağıtmış gibidir. Pötikareli bir perdenin önünde günlerdir yas tutmuştur ya neyse. Hafızasındaki her cennetin hurisini kaybetmiş gibidir. Testinin taştan korkması misali, sükutla başını hoş tutma arzusundadır. Sonuçta hayat ülfet ve uzlet arasında değil midir? Ülfete bu kadar meyil varken, uzleti kabullenmemek neden bu kadar zor olmalı ki.
Gözlerini yere indirip söylene söylene yürüyüp toprağın teninde filizlenenleri ezmemek için ağırlığını dahi dengeliyor olmalı. Harabat ehli görünmeye gün sayar tavrından, kişiliğinden ayrı hallere bürünmüştür sanki. Bol gülücüklü aile, arkadaş toplantılarından sonra, tanrı misafirine kapalı, lilliğe kalkmış ev yalnızlığında gibidir. Dünün hatıraları bugünün harabeleri oluvermiştir. Kendini yalnızlığın adalarına kapatmış gibidir. Yalnızlığıyla üşüyeduran insanları şimdi daha iyi anlamaktadır. “Ağzımın tadı yok” geçiştirmesi sık sık baş vurduğu bahanelerinden sadece biri oluvermiştir. Oysa ne çok kitap yalamış psikolog sosyolog mertebesinde hayatı ’zalim felek’ telakki edenlere moral ve motivasyon olduğu yıllardan gelmiştir. Ayrıca inançlı birisidir de...
Yıllarla, yaşla gelen ve birçoğuna da anlam veremediği hüzün ve yalnızlığın yükünü omuzlamış gibidir. Bu zor günleri için defterinde tuttuğu güzel sözleri de vardır elbet. "Et kemik kıyafetine girmiş bir dramdır insan" sözünü tekrar tekrar söylüyor olmuştur. Açıp defterini sürekli okumaktadır. Sanki bir hafız edasında hatmeder olmuştur. "Hastalığımın ilacı bende, hastalığımın ilacı bende" diyerek dört dolanır halindedir çarşı pazar. Kökleri acı ama dayanırsa meyvesi lezzetli olacak sabır ağacını büyütecek gibidir böylelikle. Ölüm olsa olsa sadece hayatın bir yeridir. İnsanın kendisinden feragat edeceği önemli bir zamanın döngüsüdür. Kaybetmenin, yaşlanmanın, yalnızlığın, ölecek olmanın verdiği üzülmeli ve feveranlı halleri olmalı bunlar belki de.
Kaç zamandır uzakların hayaline tutulmuştur. Birini bekler gibi hasret yüklüdür. Belki de kendisi, birilerinin hasretliğine müptela olmuştur. Yine belki de içten içe yaşadığı özlem hali sinesindeki son canı elinde tutmaktadır. Yine de siz buna şimdiden özlem deyin, mum elli bir titreyiş deyin, arayış değin.
İlkay Coşkun
29.08.2023
Yapılacak İşlerin Listesi
Mavi giyimli bir bahar altındayız olmalı. Rengârenk bir fistan gibi bizleri yanına çağıran... Yeşil bacaklı bir karınca, kırmızı pelerinli bir kelebek ve sesini temizleyen bir cırcır böceği. Sözü olan cilalı bir umut sarkıtılacak yine. En alımlı bindallısını giyinen navruzlar, kardelenler, çiğdemler, ıtır, çiçek tarhları başını çıkarmaya başlamışken... Sanat kanonu ekosistemi el pençe divan duracak olmalı.
Güneş ben buradayım dercesine kendini hissettiriyor. Naftalinli sandıkları, yatak yorganı da havalandırmak gerekiyor. Kapı aralığından bakacak işte yine mahmur bir çift göz. Ses verecek yine serlevhası. Tabiatın içine sinmiş buhurumeryem kokuları ve fesleğen berhavası.
Baharı, erik ağacının gelin olduğu günde arayan Cahit Sıtkı Tarancı sözündeki gibi yaşanacak bütün gerçekler. Çünkü bahar hep buralarda hazırolda duracak. Olsa olsa bir yerlere saklanıp sobelenmeye durmuş bir hülya da olacak. Kokulu bir rüyadan gelmiş gibi... Üzeri kirlenen ama yerini yadırgamayan bir çocuk gibi olmalı. Ressam ve bütün bütün fotoğrafçıların başöğretmeni tabiat eşliğinde... İnsan içinde akacak büyük bir nehir böyle olmalı. Gönlün ziyafetince sevgili…
Çan çiçekleri, gelincikler hep buralarda olacak. Kalk davulu her daim tabiatta gizlenecek. Sen yeter ki uyanmayı iste. Eski rüzgârların büyüttüğü fidanlar yine gün gün serpilecek. Canı burnunda bir av ve azgın bir köpek gibi her yanı tırmalayan bir ağırlık çekilmeyecek. İnsan bu hışımla, av malzemeleriyle ortada kalakalacak yine. Beti benzi atan ürkek bir tavşan edasında olmaya devam edecek. Ve nişan alan avcı, barutun neftiyle istikameti yine şaşıracak.
“Göze oturan koyuluk yinelenen ağırlık / yeni heveslerin yüreğinde kımıldadığı / zaman çoktan geçmiştir artık sinmeden/ kendini salıp sesin-nefesin canda biriktiği / benzini sarartmıştır, kış gelecek üstelik / hayat daha zor geçecek böyle demektir. // Boşa ver bunları, sefer tasını yemeğini ısıt / saçını tıraşla, gülücüğünü hazırla yüzünde/ bıyık sakal foralandı neyse gücenme artık / gücün yetmeyeceği yerde dünya gıcılamaz / kağnı binek, aşk lirizm, sırlarına mülâki/ modunu yakala, müzikaliteli düttürü dünya. // Sırtında bir dünya işte, bir o bir bu yanda / savrulan sopranodan bir çığlık hayallerde/ yalınkat kalıp zonklayan bir baş ağrısıyla/ tek başına bırakılan türküler gibi kendince/ kanayan yanlarını bırakmadan gönder geri/ kayıyor yüreğin başucunda tut ellerinle. // Yine sabah sabah bir türkü tuttur derinden/ güç yetmesinde, dertleri sahibine havale et/ kalbine gömülecek kaygı kasvetlerini alsın/ arzu arayışında gün kovalayan şımarıklık/ halince üzül, sevinci kim öpecek yeniden/ gönül yorgunluğuna itidal ve terki ilet”
Henüz gün erken ve bir bir sıraya koymalı her bir şeyi okunacak. Sekiz cennetin gövel hurili düş dünyasının hikâyeleri tekraren yazılacak. Gölden düzinelerce böcek kurtarılacak. Karıncalara yeni bir güzergâh çizilecek. Susuz kalmış arılar sulanacak. Rotayı kalp paralelinde tutmaya revan olunacak. Dünyaya çocuk gözüyle bakılacak. Daha çok gül, daha çok düş tadı bölüşülecek. Güzelliği olacak ve büyütülecek gelecek. Ve daha neler neler olacak.
İlkay Coşkun
16.09.2023
Sığır Kuyruğu
Bir rüya gördüğünü düşündü sanki. Mahmur gözlerle sağa sola bakarken karabasan yorgunu gibiydi. Biraz da terlemiş olmalıydı. Aklını dünkü iplik düğümlerini sayma işinde bırakmıştı. Ninesi, "sen artık büyüdün. Sayı saymayı da öğrendin. Çobanlara verdiğimiz azık kaç gün olmuş, kendir ipine atmış olduğum düğümleri bir sayda bilelim" demişti. Düğümleri hem üstten hem de alttan saymıştı da aynı sayıyı tutturamamıştı. Bundan kelli sayıyı doğru sayamamanın korkusu ve dahi karabasanı olmalıydı belki de bu yaşadıkları. Öğretmenlerin, çobanların ve büyük annesinin olduğu karman çorman bir rüyaydı yaşadığı. Dedesinin de kızarak uyandırması, dışarısı öğlen oldu türünden birçok kızgınlık cümleleri anlık da olsa bir kâbus göstergesi olmalıydı belki de.
Dede bu, her bişeyi bilir ve zaman zaman kızar demişlerdi de yüreğini bir ferahlık gelmişti. Ama bu küçük hayatında kavrayamadığı çok büyük başka dünyalar vardı. Dedesinin anlattığı mesellerin sonunda "su göründü teyemmüm bozuldu" sözünden de hiç bir şey anlamamıştı mesela. Annesine ne olduğunu sorunca, "deyim oğlum deyim" cevabını almıştı da deyim ne demek anne? Demeye cesaret edememişti bir türlü. Ninenin, "el kadar sabiyi, şafağın erkeninde niye uyandırıyorsun?" Sorusuna dedenin, "fare sidiğinin deniz suyuna faydası olur hanım" Cevabı ne anlama geliyordu? Sabah sabah kafası karışmıştı Sadık’ın. Sidik kelimesini duyunca yüzünde bir gülümseme hali belirivermişti yine de. Bu gün büyük gündü Sadık için nede olsa. Çobanlar için pazardan gelecek olan sucuk lokumun ucundan, kenarından nasiplenecekti. Böyle yiyeceklerde, çocuğun göz izi düşmesin diye veriyorlarmış sonradan öğrendiğine göre. Hatta bir ara şeker sucuklarının hatırına "büyüyünce çoban olacağım" diye tutturmuştu da annesinin azarıyla bu sözleri bırakıvermişti sonraları.
Nine ve Ayşe Gelin’in hazırladığı bir kazan bulamaç çorbasının yanında hep bir tava sütte bulunurdu. Erken kalkılan yaz günlerinin hazır yemekleriydi bunlar. Geç kalkılan günlerin omaçlı, yumurtalı ve çaylı günleri de yok değildi hani. Kış ve geçiş mevsimlerine mahsus ayrıcalıklardı bunlar. Her sabah her sabah "Hayattan kam alamadım hiç bir zaman" diyen annesinin neden bu kadar mutsuz olduğunun cevabını bilmiyordu. “Kam” neydi? Acaba "Çalışmaktan imanımız gevredi" diyen babasının gevremesinde miydi sorun. Bunlarla beraber her sabah iş bölümü yapan dedenin konuşmasının sonunda, "biz işimizi yapalım, taşlar yuvarlanıp çeğile düşecektir elbet" demesinde ki tevekkül hali hiç yoktu Ayşe gelinde. Dede’nin güçten kuvvetten düştüğünden dem vurarak; "Hüsmen ağa tohumdan düştü, hiç bir devlet adamı, Hüsmen Ağaya güvenip te yeni bir cephe açmasın" diyordu gülerek çevresindekilere. Üzgün olduğunda da tütününü yakar ve ilk çekişte efkârlanıp "içimiz insan mezarlığına döndü" derdi. Hüsmen Ağa kimdi? Tohum bildiği buğdayın, arpanın, fiğin ekilecek taneleriydi. Ama ne denmek istediğini çözememişti. Nine, bir bostana gidecek, gelin yunakta tokaçta ve ev arasında mekik dokuyacak, dede ve oğul zamanına göre samanda, harmanda veya başka bir işte olacaktı. Sadık’ta çobanlıkta.
Büyük Anne Zeliha lafı biraz fazla uzattı mı, "laf rençperligi yapma hanım" der ve nine, azar yemiş gibi susardı. Ve kelimeleri dişlerinin arasında ezerek mırıldanırdı. Bu halde dede, ayrı bir alaflanır, kızgınlığı katmerlenirdi. Bu kadar aksi adamla nasıl yaşadığını soranlara karşılık, "kaç mevta kaldırdı benim yüreğim, hodbin herif ne ki" derdi. Genç kızlığından beri omuzlarında hep ağırlık biriktirmiş biriydi zaten. Nine ne yapsındı. Dedenin öfke değirmeninin suyu her zaman gür akmaktaydı. Zaman zaman Sadık’ın dedesine neden bu kadar sinirli olduğu sorulduğunda şu cevap alınırdı. Söze ilk olarak, eski çalışmalarından, güçlü olduğu yıllarından bahsederdi. Şimdilerde "kıratta hüner çokta bende derman kalmadı oğul" derdi. Orta da kırat da yoktu da… Alet ve edevat olarak, evin en ihtiyarı Şerif Dede’nin bir çift öküzü, kağnısı ve öküzlerin sabanı ve koşum takımları vardı sadece. Dedesine, kırat alalım mı diye ısrarlı sormalarında "evlat kocadım, atın peşinden koşamam" derdi. Dede’nin askerde öğrendiği kadarıyla okuması yazması vardı. Okuması kıt olsa da eskilerden devşirdiği çok sütlü nakilleri vardı. Gün görmüşlüğü ve zoraki de olsa saygı duyanları vardı yine de. Sadık’ın annesinin, “çoban olmayacaksın” kızmalarına rağmen, kendini bildi bileli bir kaç tane kuzu da olsa otlatmaktaydı. Sadık, çobanlığa iyiden iyiye ısınmıştı böylelikle. Bunu gören dedesi, kendi çocukluğunu yüzüne getiren bir gülüşle, bu sene öküzlerime çoban buldum diye sağda solda övünmeye başlamıştı bile.
Cuma gününün şafağında çorba ve süt içilmiş, öncesinde sabah namazı büyükler tarafından kılınmıştı ve erkenden dedenin mutad her hafta yaptığı banyo kazanı kurulmuştu avluya. Sabahın ilk ve yeni görev bilinciyle kalkan Sadık’ın önüne biri yaşça daha büyük sarı öküz, diğeri de genç ve sürekli hareketli, yaramazlık da yapan siyaha çalan rengiyle kara öküzdü. Bir binek kayası yardımıyla eşeğine binip eline nodullu değneğini alan ve sırtına azığını dolayan Sadık’ın nevalesinde yufka içine dürülü taze çökelek ve bir parça da yeşil soğan vardı. Aşına katık edeceği sop soğuk suyu gideceği ormanlık alanda onu bekliyordu. Azığı belde sarılı gören nine "karnından ekmekli" deyiverdi. Git karnından ekmekli gel karnından ekmekli lakap olup sırtına yapışmıştı sonraları. Her ne kadar gelin anne bu durumdan pek memnun olmasa da bir yârenliğe de yol açtığından olsa gerek o da alışmıştı bu duruma.
Köyün çevresinde, hayvanların otlatıldığı meralar vardı elbet. Hapan Gediği, Aşağı Köy, Boz Hüyük, Nallıhan, Sığır Kuyruğu daha bilmem nereleri... Bu gün gidiş istikameti Sığır Kuyruğu’naydı. Tarla sınır boylarında otlayan hayvanları büğelek tutmamıştı şükür. Hava alacalı ve zaman zaman çiseleyince yaz sıcaklığını kırmış olmalıydı. Hava kararmaya durunca yani ikindi sonrası için gelmesine salık verilen Sadık, kapalı havadan mülhem zamanı kestirememişti. İki saat geçip geçmeden ıslanmış vaziyette köye revan olmuştu bile. Dedesinin banyo suyunun hala ocakta tütmekte olduğunu görünce çok erken gelmiş olduğunu fark etmişti. Annesinin şaşkınlığı ve pekte belli olmadığı bu hayatta tokaç başında göz göze gelmişti. Dedenin yumuş uşağı ninenin titrek hali gözünün önüne düşmüştü. Ve Sadık’ın ağzından dökülen ilk cümle "nene, sucuklu lokumlarım nerede?”
İlkay Coşkun
25.09.2023
Kapının Belkemiğini Kıracak Bir Ahmet Zinciri
"Kırlı gelir şehirliyi kovar" deyin veyahut bedevinin, yerleşik olana galebe çalması değin ne derseniz… Bıçağın kemiğe dayanması değin. "Bütün uyuyanları uyandırmaya bir uyanık yeter" diyen Malcom x gibi değerlerden gelmişti bunun gibi bütün fısıltılar. Ahmet’in kafasında deli deli sorular. Büyük atası Selahaddin’in temellük ettiği şanlı bir tarih yaşandığı... Başka bir yerde çok değil elli sene yüz sene öncesi yakın atalarının ya çaresizlikleri ya da zaafları değin. Ama her türden olumsuz düşüncelerinin yanında makûs talih benzetmesini uygun bulmaz Ahmet. Allah inancı, Müslümanlık, her anına hemzemindir nede olsa.
Sorunları ortaya dökmek ve cevapları yığınak yapmak değil. Ahmet’in yükü ağır bir cehd taşımaktadır. Bildiği en mühim sorumluluk ve bilinç budur aslında. Bu bilince dava yaslı ve hazırda bekleyen ödenmiş bedeller yaslı. Ahmet’in hayalleri ayaklara yere basmaktadır yine de. Dünyayı tanımak ve eğitimini tamamlamak gibi bir gayreti vardır. Düşmanın sekiz saatlik çalışmasına mukabil, on iki saat hatta on altı saat çalışmak gibi uzunca bir zaman gayreti vardır. Uykularını ve molalarını hep kırpmak, azaltmak gibi ulvi bir bilince de sahiptir. Görünenin, yaşananın yanında her tür olumlu ve olumsuz sürprizler de zuhurata tabidir.
"Ağlayan Çocukların Ülkesi/ Bir ses ver! Abdülkadir Yusuf, Fadi Mansur/ bez bebeklere sıkılan kurşunlar/ dönmeyen topaçlar/ dipçiklerin gölgesinde ezilen gururlar/ kulaklarda patlayan bombalar/ yürüyen tanklar ve göz aldığınca mezarlar// karartma gecelerinde/ mum ışığına takılan gözler/ kapıların tokmağına kazınmış acı çığlıklar/ fışkırırcasına kanlı kâbuslar/ bitmeyen korku/ dinmeyen ıstırap/ zulmün tam ortası// sığınaklardaki oyun bahçeleri/ sağanak sağanak yağan gülleler/ ve elleri kenetli yavrular ve biz/ ve sözde Müslümanlar/ ey! tok karınlı bedenler/ ey nefsim!/ öpücüklerle uyanan bebekler/ siz çağdaş dünya/ zehir saçan canavarlar/ nerde insanlığınız?// ikilemlerle örülmüş duvarlar/ at gözlüklerini kuşanmış biçareler/ Birleşmiş Milletler, Nato, Avrupa/ beyaz sarayda verilen gülücük pozları/ özgürlük havarileri/ sizler/ nerede demokrasi?// yarınlara doğacak bahar/ yeşeren yetimlerin gözyaşları/ doğum sancılarında ki analar/ evlerin neşesi balalar/ yoksul düşlerim/ hayallerim/ yarınlarım/ nerde?" Bu da Müslümanların, çaresizlerin, yetimlerin ve nicelerinin çektiği zulümlere karşı bir ağıt olsun dedi Ahmet.
Eline taş alıp küffara fırlattığı günler çoktan geçmiştir Ahmet’in. Düşmanın korkuları gün geçtikçe artmıştır. Ebabillerin taş fırlatmalarından aldığı ruhu ve yüreği taşımaktadır. Hayatı cenk bilir ölümü kavuşacaktır belki. Ölümden korkanlar için ölüm, büyük bir ıstırap olsa da Ahmet ve gibileri için asla... Dünyaya bakışı ve aydınlık ufku, gülen gözleri daha çok nesli vuzuha taşıyacaktır. Karşısında ise korkularla yoğrulmuş, güç sarhoşu izve bir portre olmaya devam edecektir. Nedamet ve af dileği bir ürkü ile beraber... İnsan mertebesine uruç edemeyen bir yığın insan denemeyen bu küme de.
Belki bir kaç nesil daha zorluklarla pişecek Ahmetler. Belki birkaç nesil daha imkânsızlıklarla üşütülecek. Yaralarının derinliği kadar karalar bağlayacaklar. Ama reçeteleri özünde ve gayretinde bulacaklardır. Böğründe büyüttüğü bütün değerler, halkının ve bütün insanlığın kurtuluşu olacak. Yaşanan bunca acıya rağmen Ahmet ve bütün gençler, hüzünlerden şenlik çıkaracak yine de gerisin geri. Ahmet, on yedi yaşında bir Filistinli delikanlı. Daradar halkının başını kurtaracak yeni bir nesil. Bir gayesi olan, soylu bir yükselişi temsil eden bir dağ gibi görkemli başıyla. Şehit olacaksa en yükseğinden bir mertebe yoksa gölgesinde oturacak birilerinin olacağı bir gelecek. Özgürlüğü elinden alınamayacak. Mülteci kampları ve yüreklerine kilitli kapıları olmayacak bir daha. Zincirlerini kıracak elbet bir gün. Biz yine de duamızı edelim. Senden geldik Ya Rab ne verdinse, dünyalık acı ve sızı yaşadığımız, gerisine hamd olsun. Senden gelecek, başımızın gözümüzün üstüne.
İlkay Coşkun
20.11.2023
Bir Kütüphaneci Kaç Kitap Okur?
Eski zamanlardan bir hikâye anlatıcısı gibi kalmıştı ortalarda. Raftan, kitabı tezinden bulup getirme becerisi ve kitap ismini söyleyen okuyucuya, yazarını şakkadanak söyleyebildiği günlerden geliyordu ne de olsa. Kullandığı gözlük camının kalınlaşması sonrası ağır aksak bir kişilik oluvermişti. Uzun yılların kütüphanecisi, çoğuna göre de bir amca idi sadece. Kitapları birçok boyutuyla tanıdığından ve bildiğinden şaşmamanın remzini taşıyan bir yaşanmışlıktı Semih Bey’in hikâyesi.
Kitapları hiç incitmeden özenle alıp okurdu. Kitapları delik deşik edenlere kızar. Okuma ve kullanma adabını, askerde künye sayar gibi birer birer sıralardı. Giyimi sıradan, hareketleri birbirine benzeyen ve çoğuna göre de sıkıcı biriydi. Nasıl ki eski dergiler, kara kara ciltlenmiş kitaplar, bu günün gösterişli kütüphanelerinde kendilerini geri hissettirmesine benzer bir ruh hali yaşadığı doğruydu. Kısık sesle, gençlere öğütler vermesinin yanında, velilere kim bilir neler söylemek istiyordu da çoğunda yutkunmasıyla kalıyordu. Her konuşmasında mahzunluğu yaşasa da asla ekşitmezdi yüzünü. Bin de bir de olsa gülümsediğini iddia edenler dahi olmuştu. Her ne kadar kendisine yapılmasını pek istemese de insan gönüllemesini bildiği de söylenirdi. Hatta kitapları "bahçemin gülleri" diyerek sevdiğini görenler olmuştu.Tatlı sert bir üslubu vardı. En önemlisi de tozlu raflara hiç maruz kalmamanın lüksünü yaşatırdı her bir kütüphane müdavimine. Koha programlı, toplu kataloglu, etkileşimli anlayışlara da alışmaya çalıştığı da olurdu. Ama nedendir bilinmez kitaplardan eskisi gibi koku alamadığından şikâyet ederdi. Kitaplardan koku gelmediğinden dem vururdu.
Hele hele bilgisayarların kütüphanelere girdiğinden beridir ayrı bir şikâyetçi tavırları vardı. Her ne kadar görüntüsü ve anlayışı değişen kütüphane, Semih Bey’in izlerini taşımaktaydı bir taraftan. Sonrasında bu izler silinecek olsa da ortalarda dolaşan bilge kedi, kütüphane çay ocağından çevreye yayılan ıhlamur zamanlarını hatırlatan koku yadigâr kalacaktı. Belki de en önemlisi, Semih Bey’e özgü, kitapları açma kapama ve tutuş adabı en belirgin özelliklerindendi. Bu tavırlar, göğsünde murassa bir nişan gibi kütüphane müdavimlerinin hafızalarında çoktandır yerini almıştı. Hele bir de panoya astığı, her gün özenle yenilediği aforizmaları yok mu? Kimi gençlerin bu aforizmaları ezberledikleri kimilerinin ise dalga geçtikleri de görülmüştü. Aşk kırıntılarının olduğu daha cazip addedilse de her biri bir bilgi kaynağıydı. Çıt çıkmayan kütüphane de sadece Semih Bey’in yapabileceği toplu selam vermeler ve sesli kuralların hatırlatılmasına kadar uzunca bir liste vardı elinde. Her bir kütüphane müdaviminin daha çok da öğrencilerin kanıksadığı günlük ritüellerdi bunlar.
Yapısında her hareketiyle şamil bir karakter saklıydı. Her ne kadar bu süreğen hareketliliğiyle şekillenen bir kişilik olsa da daha çok yüreğiyle yaşayandı bir taraftan. Belki de birçok yüzüne bir maske yapmıştı bunu. Akşama kadar yalnızlığını raflar arasında gezdirdiğini hiç gören olmuş muydu? Evlenememiş olmasının verdiği eksikliği daha da öte, üşüyen yalnızlığıyla birleştirme çabası hissediliyordu. Böyle kaç göçüğü yüreğine gömdü kim bilir. Sevgili yaşlı anacığının, sefer tası ile getirdiği öğlen çorbası sıcaklığında ne çok kitap okumuş olmalı. Gün akşama vurdu mu, kütüphane şenliği dağıldı mı hastalıkları gece ağırlaşması benzeri, bir hüzün kaplayıverirdi yüreğini. Gündüzün öğretileriyle bina olmuş hayatı bir anda sessizliğe ve kırık camlı bir ruhaniyete bürünüverirdi. Bir tarafında yalnızlığına dalgakıran iş aşkı, başka bir tarafında ibadet sessizliğinde yaşadığı sıradan bir ömür. Sanki kütüphane, atlarını bağlayıp geceyi geçirdiği bir han gibidir. Ya savaşları, ya dörtnala kosuşları, yaraları ya da kurşun yemişlikleri... Hatırlanmayacak bir aile bireyi veya ikincil bir öykü kahramanı gibi tek başına kala kalmışlık böyle olmalı. Görüntünün, iç gerçekliği bastırdığı bir hal bu olsa gerek.
Semih Bey’in zaman zaman kütüphanede sabahladığı olurdu. Yanında arkadaşı bilge kedisi ve radyodaki türküler gecesine eşlik ederdi. Kitapları bu güzel ortamda kayda geçirirdi. Yine böyle bir zamanın sabahında kütüphane güvenlik görevlisi, Semih Bey’i koltuğunda yatar buldu. Bilge kedisini başucunda ve radyoda hüzünlü bir türkü eşliğinde. Savcı ve doktordan önce gelenlerin dimağında tarih şeridi gibi mazi mıhlanarak geçti gözlerinin önünden. Düşündüler ki kediler ortalarda olmayacak belki daha, pano belki de son aforizmasında kalacak, ıhlamur kaynamayacak bir daha ocaklarında. Kitaplara dokunulsa da esas ruhu kim nasıl okşayacak bir daha? Zaman denen hoyrat aceleyle yaptı yine yapacağını. Bir kütüphaneci ansızın göçtü bütün dünyayı kucaklayarak. Hikâyelerle, romanlarla dolu bu hayatta yalnızlık ağrısı çekerek gitti her bir rafa parmak izini bırakarak. Bu hayatta sahi kaç evlat annesinden önce uçmağa vardı. Kaç kitap okudu Semih Bey hayatında bilinmeyen.
İlkay Coşkun
12.12.2023
Bir Rüya Sanki
Bir rüya gördüğünü düşündü öncesinde. Mahmur gözlerle sağa sola bakarken karabasan yorgunu oluvermişti. Biraz da terlemiş olmalıydı. Aklı, dünkü iplik düğümleme seremonisinde kalmıştı. Ninesi; "sen artık büyüdün. Sayı saymasını da biliyorsun. Çobanlara verdiğimiz azık kaç gün olmuş, şu iplik düğümlerini bir say bakalım?" demişti. Hem üstten hem de alttan saymıştı da aynı sayıyı tutturamamıştı bir türlü. Bundan kelli sayıyı doğru sayamamanın korkusu ve dahi karabasanı çökmüştü üzerine. Öğretmenlerin, çobanların ve büyüklerin olduğu karman karışık bir rüyaydı bu. Dedesinin de kızarak uyandırması, “dışarısı öğlen oldu” türünden kızgınlık cümleleri anlık da olsa bir kâbus olmuştu gecesine.
Sadık; kendisi için büyük, çobanlarla alakalı en çok aradığı günleri düşündü. Ninesinin, çobanlar için pazardan gelecek olan sucuk lokumun ucundan nasiplendirmesiydi. Hatta bir ara Sadık, kangal sucuklarının hürmetine büyüyünce çoban olmak istediğini tutturmuştu da annesinin azarıyla bu sözleri unutuvermişti.
Dede bu her birşeyi bilir ve zaman zaman kızar derlerdi de yüreğine bir ferahlık gelirdi. Dedesinin temsilleri, güzel sözleri hafızasında unutulmayacak şekilde yer edinirdi. Dedesinin, "su göründü teyemmüm bozuldu" sözünden de hiç bir şey anlamıyordu. Annesine ne olduğunu sorunca, "deyim oğlum deyim" cevabını almıştı da. Deyim ne anne? Demeye cesaret edememişti bir türlü. Ninenin, "el kadar sabiyi, şafağın erkeninde niye uyandıyorsun? Sormasına karşılık dedenin, "fare sidiğinin deniz suyuna faydası olur" hanım. Cevabı ne anlama geliyordu. Sabah sabah kafası karışmıştı Sadık"ın. Sidik kelimesini duyunca yüzünde bir gülümseme hali belirivermişti.
Nine ve annenin hazırladığı bir kazan bulamaç çorbanın yanında hep süt de olurdu. Erken kalkılan günlerin hazır yemekleriydi bunlar. Geç kalkılan günlerin omaçlı, yumurtalı ve çaylı zamanları daha çok kış günlerine mahsustu. Her sabah her sabah "Hayattan kam alamadım" diyen annesi ne kadarda mutsuz görünüyordu. Annesi acaba "hayattan kan alamadım" mı demek istiyordu ama bu da saçmaydı pekâlâ. Acaba "Çalışmaktan imanımız gevredi" diyen babasının gevremesiyle alakalı bir durum muydu bu?
Her sabah iş bölümü yapan dedenin konuşmasının sonunda, "Biz işimizi yapalım, taşlar yuvarlanıp çeğile düşecektir" demesi ne anlama geliyordu. Bir de kendisinin güçten kuvvetten düştüğünü sık sık vurguluyor olması cabası. "Hüsmen ağa tohumdan düştü, hiç bir padişah Hüsmen ağaya güvenip de yeni bir cephe açmasın" diyerek sık sık çevresine gülmesi ne anlama geliyordu? Hüsmen Ağa da kimdi? Tohum bildiği buğdayın, arpanın, fiğin ekilecek taneleriydi de buradaki tohum neydi? Bir türlü çözememişti.
Ninesi lafı biraz fazla uzattı mı, dedesi; "laf rençberliği yapma hanım" der ve ninesi azar yemiş gibi susardı. Zaman zaman dedesine neden bu kadar sinirli olduğunu sorar, eski çalışmalarından, güçlü olmasından bahsederek söze başlardı. "Şimdilerde kıratta hüner çokta bende derman kalmadı oğul" derdi. Kıratımız da yoktu. Sadık’ın dedesinin bir çift öküzü, kağnısı ve öküzlerinin sabanı vardı sadece. Sadık: "Dede, kırat alalım mı" ısrarlarına "evlat kocadım atın peşinden koşamam artık" derdi dedesi. Sadık; Kıratın peşinden niye koşsun ki dedem derdi.
Sadık, çocukluğuna dair her bişeyi otuzlu yaşlarında anlamaya başlamıştı anladığı kadarıyla. Massey Ferguson traktörüne baktıkça hafsalasında hep dünün görüntüleri belirginleşmekteydi. Dünün imkânsızlıklarıyla boğuşan ama çelebilikten ödün vermeyen yiğit insanları düşündü. Bu günün çakıl çukul yaşanmışlıklarının yanında ne kadar hayattan ne kadar samimi devirler yaşanmıştı böyle. Olsa olsa bu günün haspaları, değerlerini kasmalarıyla ustaydılar sadece. Cengiz Aytmatov gibi düşündü bir ara "Büyük duyguları anlatmaya yetecek kelimelere gerek yoktur" Doğruydu, yaşanılanların hissedilmesi yeterliydi. Geçmişlerini düşündü ve bir kaç damla yaş döküldü gözlerinden.
İlkay Coşkun
07.01.2024
Yaşlılık Aylığı
Çocuklar, ‘Nayıl’ın torunu’ demezlerdi, belki de diyemezlerdi. Birazda eğlencelik olsun diye ‘Naylon torunu’ derlerdi. İsmi Fatma idi ama bu ismi pek bilen yoktu. Köy yerinde resmi bir işlem olmayınca gerçek isme pek ihtiyaç duyulmazdı zaten.
Yıllar önce, 65 yaş üstü, (yaşlılık) maaşını alabilmek için tek oğlu Ali’ye zorla da olsa başvuru yaptırmıştı. Bundandır ki uzun yıllardır ilk kez resmi bir işi düşmüştü. Oğlu Ali de ‘annesine bakamıyor da yaşlılık maaşı aldırıyor’ denmesin istiyordu doğal olarak. Oğul Ali’nin, yedi çocuğunun olması ve köy yerinde yaşlılık maaşına teveccühün fazla olması belki de Fatma Nine’nin işini kolaylaştırmıştı.
İlk maaşının üzerinden yıllar geçmiştir. Uzun yıllar maaş almaya alışmış, maaşın kıymetini, önemini fazlasıyla kavramıştı Fatma Nine. Yaş doksana dayanmış. Nedendir bilinmez birkaç maaşı yatırılmamıştır. Kimisi, ‘sistemde bir hata olmuştur’ kimisi de ‘herhalde ölmüştür’ zannına düşüldüğünü beyan ediyorlardı. Kocası da beş sene önce ölmüş olan Nayıl’ın Torunu, maaşa da alışmanın verdiği beklentiyle her gördüğünden maaşının akıbetini soruyordu. Maaşının yatmamasından hayıflanıyordu. Doğal olarak kimse kesin bir şey söyleyemiyordu. Maaş alınan PTT den soralım diyerek geçiştiriyorlardı. Üç ayda bir yatan üç kuruşluk maaş eline tam olarak da geçmiyordu. Genellikle oğlu Ali’nin ilçe bankasından aldığı maaş eve gelmeden, en azından bir kısmı harcanıyordu. Gelin, kocası Ali’yi sık sık uyarıyor, yaşlı kadının maaşını harcamanın ne kadar günah olduğunu söylese de durum çokta değişmiyordu. Her ne kadar ilaç, pazar, hastane gibi önemli harcamalar alınan ufacık maaşla karşılanıyor olsa da böyle bir şikâyet hâli yaşanıyordu her seferinde.
Fatma Nine, kocasının ölümünden sonra tek başına evinde de kalamaz olmuştu. Otuz yılı aşkındır göz bunluğuyla dünyayı, aydınlığı görememesi çok zordu ama evinde kocasıyla iyi kötü idare ediyorlardı. Artık oğlunun, gelininin tahsis ettiği bir kanepede hayatını sürdürmeye başladı. Anılarını, hayallerini, rüyalarını hep bu kanepe üzerinde yaşıyordu artık.
Hep eskilerde yaşardı Fatma Nine. Çocukluğunda yaşadıkları hadiseleri bu gün yaşıyormuşçasına heyecanla anlatırdı. Daha çok acıların, yoklukların, savaş yıllarının hizaladığı insanların içerisinde yaşayan sıradan biriydi ama eskilerin tabiriyle hudayinabit bir tarafı da vardı. Nayıl dedesi köyde muhtarlıkta yapmış zengin ve köyün ileri gelenlerinden biriymiş. Bundandır ki baba evinde fakirlik çekmediğini söylerdi. Gelin geldiği kapının fakirliğinden bahsederdi hep. Gelin geldikten sonra dahi uzunca bir süre dedesinin zenginliğinden faydalandığını çekinmeden dillendirirdi. Koca evinde yokluğun yanında iki kaynana da pek kimseye nasip olmazdı hani. Zengin dedenin sağladığı özgüvenden olsa gerek ‘kocasının, ömrü boyunca ağzının içine bakıldığı’ söylenirdi. Bu da olumlu anlamda bir nasiplenme olsa gerek. Adıgüzel Dede, ‘ben ölürsem ağma gözüyle koca karı ne yapar’ diye çok söylendiği de olurdu.
Fatma Nine her ne kadar yemek yerken üzerine dökme ve ihtiyaçlarını giderme sıkıntıları yaşasa da ağma gözlerine uzun yıllardır ne kadar alışılabiliyorsa alışmıştır artık. İlk baştaki sıkıntıların çoğunu atlatıp kabullenmişti. Uzak il Konya başta olmak üzere her duyduğu doktora gitmişti ama olmamıştı bir türlü maalesef. Azda olsa görme umuduyla yaşadı hep. Görebilmekten daha çok bir ışıktı aradığı. Nişanı bozulan kızı için döktüğü gözyaşlarından dolayı gözlerinin kaldığı söylenir kimilerince.
Doksan yaşına gelen insanın hayat tecrübeleri, acıları, gözyaşları süreğen şekilde çokça yaşanıp devam ediyor. Oğul Ali’de yaşlanmıştır artık. Kendi köyündeki imamlık işinden emekliye ayrılmış, hastalıkları da nüksetmeye başlamıştı. Fatma Nine için üzülecek, ağlayacak, tasalanacak bir olumsuzluk daha eklenmişti hayatına artık. ‘Ali’mle başlayan yürek burkan cümleler kuruyordu hep. Artık oğlu Ali ile beraber iki hasta ve yaşlı olmuşlardı evde. “Allahtan gelene kim ne diyebilir ki hâşâ” deyip tespihini çekerdi bolca. Bir taraftan, istemeye istemeye de olsa kızlarının evine gitmesi yüreğini burkardı. İhtiyaç hâsılı gidişlerde olsa, yaşlı ve hasta insanın, alıştığı evin dışına çıkması çok zor olsa gerek.
Yaşlılık maaşı da ortada kalmıştı bir taraftan. Torunlarını zorla güçle ikna ederek posta işletmesine gönderilip durum iletilmiş ve parmak basılarak bir dilekçe alınmıştı. Çevresindekiler, çokça toplu para alacağını söyleyeduruyorlardı. Umut dünyası işte, her söylenenden sonra Fatma Nine sevinç içinde kalıyordu. Zor güç de olsa bir senelik toplu bir maaş alındı alınmasına da harcayamadı Fatma Nine. Torunlarına nasipmiş. Belki de bu parayla Fatma Nine adına hayır yapılmıştır kim bilir? Rahmet ola.
İlkay Coşkun
25.06.2020
Karga İstilası
-Kargalar bahçenizde devlet veya üs kurmaya çalışırsa-
Nasıl böyle bir şey olur demeyin. Ben de inanmazdım ama inanır oldum artık. Bahçenizi kargalar sararsa, bahçe içinde sana saldırmaya başlarlarsa birde üstüne üslük yakınındaki yoldan geçenlere de saldırırlarsa kaygı duyup önlem alma ihtiyacı hissetmez misiniz?
Televizyonda gülümseyerek böyle olaylar seyretmiştim. İlk başlarda ben de olayları gülümseyerek izliyordum. Zaman geçtikçe işin ciddiyeti artmaya başladı. Artık kargalar ciddi ciddi zarar vermeye başladı bahçeye akabinde çevreye. Akşam yatağıma başımı koyunca çoluk çocuk dâhil uyuyamamaya başladık. Allah’ım bu ne ses bu ne hareketlilik? Kargalar sanki bir sonraki gün ne yapacaklarını planlıyorlar.
Ne yaparım diye düşünmeye başladım. Böyle bir durumda ciddi bir sıkıntı veya yaralama dahi olabilir. Sorumluluk duygusuyla insan o anda birçok şeyi düşünüyor. Başkalarından yardım almak her zaman iyi sonuç vermez. Bahçemin, meyve ağaçlarımın zarar görmesine neden olabilir bu yardım. Olmaz olmaz. Yardım etme bahanesiyle evimi, bahçemi elimden alırlarsa Allah korusun. En iyisi bu sorunu kendimin çözmeliyim dedim.
Önceden de bahçemde kargalar olurdu diğer birçok kuş olduğu gibi. Zarar vermeden bahçemde arzı endam ederler, ağaçlardaki yemişlerden yerlerdi. Bahçemde salınırlardı. Nereden çıktı bu kargaşa, bu curcuna.
“Kargalar bahçenizde devlet kurmuş, üs kurmuş” sözünü komşum söylemişti. Kahkaha atarak gülmüştük. Ama şimdi durum değişti, olay ciddileşti. Bin yıldır atalarımdan bize kalan bir bahçede ayrıca çocuklarımın da hakkı var. Ne emekler verildi, ne zorluklar çekildi bu bahçe için. Bahçe sadece benim değil ki. Bizlerin, bahçede ki bütün kuşların, bütün mahallenin de bahçesi değil mi? Yok hayır diğer cins kuşlarda kargaların takındıkları durumu alırlarsa, onlar da bahçemizi istila etme yoluna girerlerse halimiz nice olur. Yemiş ağaçlarımın hali ne olur. Düşündükçe kötü bir hâl alıyorum.
Ne olacaksa olsun artık. Çevreden de çokça şikâyet gelmeye başladı. Gün geçtikçe kalabalıklaşmaya başladılar. Zannedersin ki bütün dünyanın vahşi kargaları bahçeme toplanmaya başladı. Olay uluslar arası bir hal almaya başladı. Dağdan gelip bağdakini kovmak gibi bir durum bu sanki. Kargaların kalabalığından dolayı başka da kuş görememeye başladım bahçemde.
Komşularımdan farklı sesler duyulur oldu. Dost bildiklerim düşmanca tavırlar içine girdiler. Kimi uzak komşularımdan destek sözleri duymaya başladım. Hatta kimileri buraları terk etmemi dahi söyleme cüretine giriştiler.
Büyük annemden duymuştum; “ev üstüne ev olmaz” sözünü. İlk baştan anlamamıştım ne demek istediğini. Şimdi daha iyi anlıyorum. Bazı komşularımın ilgisizliğini de gördükçe, rahmetli dedemin çok kullandığı “el elin danasını ıslık çalarak arar” atasözünü hatırlıyorum.
Sebat lazım, sabır lazım, güçlü olmak lazım, planlı hareket etmek lazım. Ev içerisinde de çatlak sesler çıkmaya başladı üstelik. Sürtüşmeler, ikilikler vs. Yapacaklarım noktasında sağlam kararlar almalıyım. Bıçak kemiğe dayandı artık.
Ümidi kırmamak gerekir. Devir, sağlam ve kararlı durmayı gerekli kılıyor. Aile içinde konuşarak güç birliğini muhafaza etmek gibi. Kargalar ne kadar zarar verseler de bahçenin tapusu benim üzerimde. Şunu biliyorum ki biz aile olarak güçlü durur isek bir yerde kargalar ve yaramaz komşular pes edeceklerdir. Mevsimler gelecek, mevsimler geçecek. Zaman birçok şeye ilaç olacak. Sebatlı olarak ve çok çalışarak gücümüzü muhafaza etmeliyiz. Bir olalım sloganı büyük devlet olmanın ilk felsefesi değil midir sonuçta?
Ocağımız kör kalmasın. Türk’üyle, Kürt’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle doğulusuyla, batılısıyla bizi biz yapan kültürümüzle her türden basınca dayanıklı barometrelerimiz olmalı bizim. Uyanık ve birlik içerisinde bahçemizdeki yabanilerle mücadeleye devam...
İlkay Coşkun
20.07.2016
Bir Kişilik uyku
Evinin önü, yarısı kırık ahşap bir eşik girişi. Çatısız damın bir tarafı kaymış, üzeri loğ ağırlıklı ve camları kırık pencerenin önüne yastık dizili. Dünyanın fazlasıyla kırıp döküp ve döver gibi dokunduğu. Yani virane bir ev göze değen. Cankurtaran Mustafa dedenin evi dedikleri burası olmalı. Ama her şeye rağmen özlem karışımı hazine sandığı beyninin bir köşesinde sığınağı olmalı. Kimi yaşlı insanlar gibi yaşadığı çağın kalıplarına kafa tutuyor olması dahi uyumasına mani değildir.
Bu kadar harabenin içerisinde hiç bir şeyine dokunmaz, arardı sadece. Ne çok insan gelip geçmişti ömründen hiç bulamadığı, durup durup gülümsediği. Özüne taşınan yalnızlığı da buna dâhil edersek... Kimine göre fakirdir kimine göre de düşkün. Belki daha çokta morfin yemiş bir hasta gibi yılların ağırlığını üzerine giyinmiştir. Ölüp ölüp dirilip günlük ihtiyaçlarına münhasır bir çaba göstermesiyle zorlanıyordu daha çok.
Aradığı bir nefes mazrufu bir ses, bir eş olmalıydı. Kapı pencere yalnızı değilse sadece. Yine de penceresinde güneş, kapısını yalayan rüzgârı olmalıydı. Uyuyup uyandığı mezar yeri gibi olmamalıydı. Yeğenleri filan yok değildi bu dünyada ama herkesin kendine yaşadığı tek başına dünyası vardı. Dünün şen şakrak günlerinin yanında bu günün kasvetli anlarıyla kala kalmıştı. Birbirinden olabildiğince uzak düşmüştü bütün gerçeklere. Kaç zamandır maziye ait keşkelerine bir çilingir edasında kurcalamasına da mani olamıyordu.
Bir karabasan ürpertisiyle uyandı Mustafa. Uyandırıldı belki de. Yeni bir dünya idi belki de bura da yaşadığı. Geleceğini görmüş gibiydi. Yalnızlık ve derme çatma bir ev gerçeği aklında çakılırcasına. Yarının amcası veya dedesi gerçeği, ürpertisinde kalmıştı. En önemlisi de ölüm gerçeğiyle uyutulmuştu. Bu günün kokteyli, partili günlerinden yeni dönmüştü kim takarsa. Sözüm ona bayram gelmişti kimilerine. Bolca amnezi yaşasa da geleceğe dair sadece bir uyku ile kalakalmıştı. Uyanacaktı Mustafa, Sur ile uykusundan elbet bir gün, uyandırılacaktı. Işıklar içi yorar seni Mustafa, karanlıkta uyu.
İlkay Coşkun
07.03.2024
Saçı Süpürge...
Köşeden başını çıkartıp avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Kallavi bir küfür savurmasına ne demeli. Hem de biplenecek cinsten. Demokles’in kılıcı gibi kolunu sallaması ve korkutacak raddede peşinsıra koşması da cabası. Yaşadığı ve yaşattığı dilemma ve sarmal eşliğinde.
Her acı kabuk bağlarmış. Kor olur alevi ve sonrasında küllenirmiş. Üçüncü yıla vurmuştu eşi öleli. Orta halli bir Anadolu şehrinde üç kızıyla kalakalmıştı. Bu kadar zorluğun yanında kızlarının hub simasıyla takat buluyordu en azından. Çok şeye kızardı, söylenirdi ama kızlarına bakınca avazesi davut gibi olurdu. Söylenmede ki sevimsizliğini, kızlarına adanmışlığı dengeleyebiliyordu böylelikle. Çevre, komşular ve dahi çocukları alışmış ve kabullenmişti bu durumu. Kocadan kalma ufak bir maaş, medarı maişetine yettiği kadar yetiyordu işte.
Sık sık hangi ara yıllarının geçtiğine anlam veremez. Kızlarının birini seslerken, üç kızının ismini arka arkaya sıralaması ve en son söylediği isimle doğrusunu bulmasına gülümserdi. Rahmetli babaannesini hatırlar ve manalı manalı gülümserdi. Tarih neden bu kadar acımasız tekerrür ediyor diye düşünürdü. Kızlarına belki de yaşlanmaya başladığının çok fırsatını vermemek için “sizi çok sevdiğimden” der susardı. Evde naftalin kokuların, tütsülerin, eski berki eşyaların çoğalması da daha çok geçen yıllarına şahitlik yapıyor olmalıydı. Zamanın su olup akması fehvasınca hüzne dalıyordu. Feri azalan gözler, uzaklaşan meneviş ve sönmeye yüz tutmuş ömür yalnızlığına ne oluyordu.
Bir daha eskisi gibi olmayacağı hatta zamanla dikiş tutturamayacağı zamanlara şimdiden hazırlanıyordu belki de. Dünya bu devran dönecek, eskiyen yüzler gidecek yeni yüzler gelecekti. Belki de en güzeli, zamanın ruhunu dinginleştirip pişirmesi olacaktı. Şen şakraklığı, gaba boydan konuşmayı gitmiş yerine bir çilingir misali maziyi ve hayatı kurcalamasıyla kalakalmıştı. Hem ecelinden kaçıp hem de ecelini kovalama hali bu olsa gerekti.
Haklı haksız söylenen bir anne oluvermişti. Ama her şeye rağmen kızları hayat dolu, günlerinin çiçekleriydi. Annelerini sıkıcı ve sıkboğaz bulmaları olmasa. Gülseren hanım, morfin yemiş zamanlarından gelen bütün ağırlığıyla ne yapacaktı. Yüreğine dokunan yalnızlığına yeni yeni ağırlıklar oturmaktaydı. Varlığını çekecek bir dirhem şefkat arayışı olmalıydı. Durup dinlenip ve düşünse, silkelenecek bütün yüklerinden belki de. Kızları, ölmüş babaları ve kıymetli neleri varsa iplikle tutturulmuş dünyasında kalmış olmalıydı. Hem sever hem de döver cinsten, hazine sandığında sadece bunları bırakmıştı.
Salonda, mutfağa giriş yapan Şevket Bey’in “çay koyar mısın hanım? Diye seslenmesiyle irkilerek uyanan Gülseren Hanım, tövbe tövbe dualarındaydı. Gülseren hanımın edebiyatçı olmasıyla mütevellit süsleyerek bir solukla anlatıvermişti rüyasını. Manalı manalı gülümseyen Şevket Bey, “rüyanda beni ölmüş görmeni anlıyorum ama oğullarımızı kız görmene mana veremiyorum hanım” der demez başını eğdi ve hanımının yıllarca kız evlat özlemini hatırlayıverdi. Şevket Bey, pot kırdığını anımsayıp “Hanım, belki çocuklar işlerinden fırsat bulup gelirler bu bayram” diye teselliyle lafı değiştiriverdi.
İlkay Coşkun
16.03.2024
Efendime Söyleyeyim
Vedat hem rahmetli dedesini hem de amcasını toplum insanı, bulunduğu muhitin kıymetli bir bireyi olarak görürdü. Muhitinin adamı olmak her insana nasip olmaz anlayışındaydı. Böyle kişilerin muhitte ki konumları sağlamdı. İlla ki aykırı kimi yönlerin kendisine yer bulacağına da inanırdı. Bu aykırı yönler kimi zaman düzene ters iken kimi zamanda ters yönde yol alan düzene panzehir hüviyetinde olduğuna da inancı tamdı.
Satılmış Amca eski zamanlardan kalmış bir derviş edasında, mümbit bir örnek kişilikti. Yeğeni Vedat için günümüzün tabiriyle bir idol şahsiyetti. Yağmur Adam lakaplı Efruz dedesi rahmetli olalı yıllar olmuştu. O yıllarda Vedat ortaokul öğrencisiydi. Nereden bilecekti ki okul yaz tatilinde dedesini son görüşü olacağı. Dedesinin nasihatleriyle büyümüştü Vedat. Dedesinin çok sık tekrarladığı; "İçimizdeki mücevherleri yaşattığımız kadar çırpınıp duran dışımızdaki dünyayı da satmalıyız oğul " sözünü hiç unutamamıştı.
Babası Cevahir Bey’i de hiç tanıyamamıştı Vedat. Annesi, Vedat’a hamileyken iş kazasında kaybetmişlerdi babasını. O iş kazası da aile içerisinde hatırlanmak istenmeyen bir gün olarak kalmıştı. Vedat, anasıyla beraber, dede evinin yanında iki odalı bir evde, dede ve amca gözetiminde bu günlere gelebilmişti. Geçmiş günlerden aklında kalan şey, ilkokul çağlarında baba gibi gördüğü amcasının isminden utanmasıydı. Satılmış diye isim mi olur diye sık sık sorgulardı. Yeşim halasının ve Cevahir babasının isimleriyle gurur duyardı hep. Satılmış isminin niye verildiğini ne dedesine ne de amcasına cesaret edipte soramamıştı bir türlü. Köyde, başka Satılmış isimli insanların da olduğunu öğreneli bu isme de yavaş yavaş alışmaya başlamıştı.
Ninesi, Amcası, Yeşim halası ve annesinin sohbetlerinin arasında hep bir duaya giderdi dili amcanın. Dua dediysek Allah’tan bir şeyler istemekten daha çok zikir, tesbih ve tazim ağırlıklıydı. Kimilerine göre tik olarak addedilse de anksiyete ve klostrofobi gibi durumları da yok değildi. Zikirlerinde çok nadir de olsa "Allah" diyerek bağırması çok insanın irkilmesine sebep olduğu da olurdu.
Ölen dedesinden sonra Hayriye ninesi ve bir türlü evlenememiş olan Amcası ile Yeşim Halası kalmıştı evlerinde sadece. Yaşça büyük olan Yeşim Halaya genç kızken dünür gelenler olmuş ama dedesinin birkaç dünürcüye yok demesiyle arkası kesilmiş isteyenlerin. Amca’da "ablam evlenmeden olmaz", bahanesiyle yıllar katlanarak üst üste geçmiş ve her ikisi de evlenememişlerdi.
Yeğeni Vedat’ın gözünde gün gün ihtiyarlamaya devam ederken Amca hem bir murabıt edasında hem de yarenliği elden bırakmıyordu. Olumlu tavrı, neşesi; çarşı çeşmesi gibiydi. Herkesler nasipleniyordu. Sohbetlerin konusu üzerine hep bir temsil getirir, konuşmalarda muhatabı kişinin sözlerini tekerlemeler ile bağlardı. Vedat, kapı komşusu amcasını hiç boş bırakmaz ve hep yarenliğine şahitlik ederdi. Satılmış Amca’nın çevresinde ve aileyi taallukatta cereyan eden her olumsuzluğu iyiye tebdil eder ve bu sıkıntıları hep öteleyerek kendisine sirayet etmesine müsaade etmezdi. Karşılarında şen şakrak bir karakterde gördükleri Satılmış Amcayla olumsuz anlamda iletişim kuranlarda pek olmazdı zaten. Bu dünyada her insanın bir yol tutturması misali, amcanın adının geçtiği meclislerde önden bir gülüp geçilirdi daha çok. Belirgin en güzel söz tekrarlarından birisi, her söze "efendime söyleyelim" ile başlamasıydı. Yemek konusunda çok özenli ve nevale, alışveriş anlamında bol keseden hareket ederdi. Haftalık çıktığı pazardan sanki aylık alışveriş yapar gibi dönerdi. Gelirinin tamamına yakınını bu amaç için sarf ettiğini söylesek yanlış olmaz. Kaygıdan kaygıya yol alan bu dünya zamanından münezzeh olan kaç kişi vardır acaba? Vedat, amcası gibi insanların ne çok şanslı olduğunu düşünürdü. Bu insanların hayatın geçiciliğini, dünyada ki çok şeyin boş beleş olduğunu kavramış olduklarını düşünürdü daha çok.
Ailenin tek varisi Vedat olmuştur artık. Büyükannesi yaşının doksanını geçmişti. Amca ve halası dahi yetmişine merdiven dayamışlardı. Vedat’ta ailenin tek okuyan bireyi olarak maden mühendisi çıkmıştı. Derece ile bitirdiği üniversitede halası Yeşim’e mülhem yeşim taşları üzerine lisans tezini dahi yapmıştı. Bir taraftan hazırcevap olan amcası iyi bir hikâye anlatıcısı da olmuştur. Amcasına çevre taallukatın yeterli derecede değer verilmediğini de düşünürdü. "İlkokuldan terk amca, ancak bu kadar olur" diyen amcasının mütevazılığına da hayrandı. "Amca, eğer lise mezunu olsaydın, bakan, başbakan en azından Cem Yılmaz" olurdun sözünü tekrarlardı Vedat. Ağzı dualı, derviş görünümlü amcası, duanın gerekliliğinden, rahmet, bereket kapılarını açtığından bahsederdi hep. Bir yerde dua taşı, Yada Taşının tılsımından bahsetmişti. Yada taşının tılsımı ve Yada taşını Cebrail Aleyhisselam’ın Hz. Nuh’a verdiğini oradan da dolaşa dolaşa Eski Türk kamlarına geçtiğini uzunca bir mesel olarak anlatmıştı. Yağmur ve kar yağdırdığına inanılan yeşim taşı olarak da bilindiğinden bahsetmişti. Ama Allah’ın ikramlarından behresine ne düşerse alabileceklerini, tılsım türü şeylere çokta itibar etmediği notunu her anlatışında düşerdi.
Bu kadar bilgiyi nasıl nereden bildiğini söyleyen Vedat’a karşılık odaya giren amcası bir çıkın bohçayla çıkageldi ve özenle bohçayı açıp içerisinden yeşil renkli, birazda parlak bir taş çıkarıp Vedat’ın eline bıraktı. Amcası: "Vedat, fen ilimleri yanında mitoloji de okumanı istiyorum" diyerek bir dilekte bulundu. Bu da "babamdan sana saklaman için güzel yadigâr evlat" diye uzattı. Yeşim taşının üzerinde Arapça olarak "Efendime Söyleyeyim" yazısının ilginç bir şekilde yazdığını okudu. Amcası yine, yeni bir sürprizle yaptı yapacağını. Hayranlıkla amcasına bakan Vedat; "efendime söyleyeyim" söze girme cümlesinden sonrakileri duymamıştı bile. Halasının güzel ismi Yeşim’i ve babasının ismi Cevahir’i düşündü. Dedesinin lakabı olan "Yağmur Adam"ı ve ismi Efruz’u daha da çok anlamlandırdı bu sefer. Rahmetli dedesinin diline pelesenk olmuş olan; "İçimizdeki mücevherleri yaşattığımız kadar çırpınıp duran dışımızdaki dünyayı satmalıyız oğul" sözünde ki "satma" ifadesiyle amcasının ismi olan Satılmış arasında bir bağ kurarak derinlere daldı...
İlkay Coşkun
29.04.2024
Kâmuran da Kim?
Kütükteki ismi Sabit’ti. “Sabit’ten isim mi olur” diye kimse bu isimle çağırmaya tenezzül etmezdi. Gerçi bu ismi ailesinden hiç kimse de sevememişti. Sabit doğunca babası, ilçedeki nüfus müdürlüğü memurun karşısında “Çocuğun ismi ne olacak?” sualine karşılık kısa bir süre duraksamadan mütevellit olsa gerek memurun; “Sabit olsun” işgüzarlığı. Çocuğun uzun sürecek serüvenini başlatmıştı böylelikle. Beş sene gibi uzunca bir süre çocuğun olmasını bekle. Hiç tanımadığın elin adamı senin çocuğuna isim koysun. Olacak iş değil ama oldu maalesef. Siz, isim veren bu memurun cesareti, özgüveni deyin, biz densizliği sayalım. Bir ömür Sabit ile Kâmuran arasında kalan bu kadar insana ne diyelim. Sabit’in çocukluğunun, müzmin ezikler sınıfına böylelikle dâhil edilmesine ne diyelim…
Sabit’te kim? Kâmuran Kâmuran. Hem de -a- harfi inceltilmiş Kâmuran. Kimilerine göre biraz safça görülen Sabit’in babası İsmail, nüfustaki yaşadığı durumu babası Nail Efendiye bir bir anlatmıştı. Kimliği de gören dede, “şart olsun ben bu çocuğa Sabit dersem, bunun adı Kâmuran olacak” demişti. Dede de bütün bir dilemmanın bir tarafı oluvermişti. Beş sene torun bekleyen Nail Efendi’nin, “özlenen, arzulanan” anlamlarına gelen Kâmuran isminde diretmesi de boşuna değildi elbette.
Kâmuran aşağı Kâmuran yukarı bütün köylü ve aile efradı bu isimle çağırırdı. Okulda ve resmi işlerde Sabit ismi kullanılmaktaydı. Bu hikâyeyi yazanın; Sabit’mi, Kâmuran’mı seçimini yapamamasına ne demeli... Aşağı Tekke Köyü’nün ilçeye ve şehre yakınlığından mütevellit olsa gerek eski zamanların lakaplarını söyleyenler de kalmamıştı artık. Sonuçta şehirli ağızlar, lakapları daha çok itici bulmaktaydılar. Gerçi ismini getiremeyen kimi yaşlılar “Saf İsmail’in Oğlu” derlerdi ama bu da çok tutmamıştı. Araplarda ki gibi İsmail Bin Kâmuran veya Kâmuran İbn-i İsmail şeklinde isminin geçmemesi de gayet olağan bir durumdu. Her ne kadar Arap asıllı çevre köylerden tanıdıkları olsa da onlar da kendi kültürlerinden bigâneydiler.
Türkçe öğretmenliği bölümünde okuyan Sabit’in okulda (a) harfi üzerinde “inceltme olmalı mı olmamalı mı? Yazılışta inceltme işareti olmamalı ama söylenirken varmış gibi söylenmeli” türünden deli dedi sorularla boğuşmaktaydı hep. Vatanı, devleti, milleti Sabit kurtaracak değildi ama Kâmuran’daki inceltme işareti kafasını kurcalamaya yetmişti bir kere. İlerde, maaşa geçişle beraber, avukat tutup ismini Kâmuran olarak düzeltmeyi dahi düşünmekteydi. Bu vesile ile hem dedesinin ruhunun şad olacağını düşünür hem de çok önemli bir ikilemi ortadan kaldıracağının hayalini kurardı.
Okuyup sınıf öğretmeni olan Kâmuran ilk maaşını alalı yıllar olmuştu. Köyünden de ayrıldığı için daha çok Sabit ismi üzerinde kalmıştı. Bu isimle de ünsiyeti gelişmişti artık. Sadece ismiyle soy ismi yan yana geldiğinde tuhaf bir durum olmaktaydı. Bunun üzerinden şakalar yaparlardı çoğu zaman. Soy ismi Demir idi. Sabit Demir denince ya kimileri gülme krizine girerler veya kimileri bu duruma kendilerince yorumlar getirirlerdi. Demir soy ismi güzeldi. Sertliği, sağlamlığı, gücü kuvveti çağrıştırıyordu ama Sabit ismiyle bir araya gelince bambaşka anlamlara taşınıyordu. Bu isim hep yüreğini burkar, çoğu zaman bu isimden utanırdı. Yüreği dilhûn olurdu. Sezgisel muhakemesi hüzne gark olurdu. Hatta bir yakını, Sabit’e yarım yamalak bir ağızla ve ironi bir tavırla Demonte diye hitap etmeye başlamıştı. Demonte kelimesinin ne anlamına geldiğini bilmediklerinden ve söylenişi zor olduğundan olsa gerek isminin yerine kullanılan bu lakapta mazinin tozlu raflarında yerini almıştı.
Hatta bir keresinde arkadaşlarının Sabit Demir ismiyle dalga geçtiği bir zamanda Kâmuran gözü yaşlı eve gelmişti. Dedesinin onu teskin etmesiyle birazda olsa mutmain olmuştu. Dede Nail Efendi sözü dinlenir, derviş gönüllü bir insandı. Her fırsatta torununa bildiği efsanelerden, söylencelerden örnekler vererek ders almasını sağlardı. Her ne kadar Sabit isminden hoşnut olmasa da isim benzerliği üzerinden sabiteden, sıratı müstakimden, sağlamlıktan bahsederdi. Sonra Yozgat’ta geçtiğine inanılan, Gelin Kayası Efsanesine getirirdi sözü. “Efsaneye göre Yozgat’ın bir köyünde gelin alayı yol almaktadır. Yollarını kesen şakilerin niyeti kötüdür. Gelini alıp esir pazarında yüksek meblağlara satmayı düşünürler. Gelin alayı ile eşkıyalar kapışırlar. Gelin ve damat Allah’a dua ederler. Oracıkta gelin, develer ve atlar taş olurlar. Damat ise kuş olup gökyüzüne uçar gider. Gelinin gözünden döktüğü yaşlar sel olur ve orada kırmızı laleler bitmeye başlar. Zamanla bu laleler tüm tepeyi kaplar. Laleler kırmızı kırmızı renklidir. Ve beyaz güvercinler gökyüzünde süzülürler. Yöre halkı avcılar buradaki güvercinlere kesinlikle ateş etmezler” Yol üzerinde, deveye binmiş geline benzeyen kayaların bu efsane üzerine doğduğuna inanılmaktadır. O gün Kâmuran bu hikâyeyi sadece bir aşk hikâyesi olarak algılamış ama daha sonraları taşların ve demirin muhkemliğine, sağlamlığına, sıratı müstakime, her demirin, her taşın, her cevherin kıymetli olduğuna, kaderlere şahitliklerine kafa yormaya başlamıştı.
Mevsimler mevsimleri kovalar, aradan yıllar geçmiştir. Okulda ve resmiyette Sabit’in evde ve dost ortamlarında Kâmuran’ın başına talih kuşu konduğuna da şahit olunmuştur. E-Devlet diye bir program çıka gelir hayatlara. Günlerden bir gün Sabit isminin e-devlet üzerinden bir dilekçe ile başvurarak kolaylıkla değiştirilebileceğini öğrenir. Bile isteye başvurusunu yapar ve ismi düzeltilmiş nüfus cüzdanını büyük bir heyecanla eline alır. Tabi bu yapacağı değişikliği öncelikle eşiyle ve çocuklarıyla müzakere ederek belirlemiştir.
Bir gün haberi duyup da yanına gelen Madem Mühendisi yakın arkadaşı “hayırlı olsun Kâmuran, ismini düzelttirmişsin” sözü karşısında Kâmuran’da kim?” sorusuyla karşılık verir. Yeni ismini ailesi dışında ilk olarak arkadaşına söylemesi önemli olmuştur. Sabit ve Kâmuran’ın hikâyesini bambaşka bir boyuta çekmeye yetmektedir bu cevap. Arkadaşının neden bu isim? Sorusuna karşılık. “Deniz, ırmağı yutabilir ama her Cevher ’in tenorunu yatak belirler” arkadaşım deyivermiştir.
İlkay Coşkun
16.05.2024
Üç Kafa Dar
Kimilerine göre kuş akıllı bilinse de ledûn âleminden üflenmiş gizemli bir hali yaşıyor olmalıydı. ’İnsan ki alası içinde, hayvan ki alası dışında’dır sonuçta. Zaman zaman gelen geçene taş, kezzek fırlatması olmasa zararsız biri diyebiliriz. Bu taş atma hariç akıl dizginini elinden bırakmadığını söyleyebiliriz. Bu olay sonrası, bir gölge dibinde pel pel bakarak kendi kendine konuşurken ve bazen de kavga ederken bulabilirsiniz Deli Kemal’i. Bazıları da Veli Kemal olarak da tanımlayanlar olmaktadır. Kemal’deki bu taş fırlatma hali gençliğinin ilk yıllarında nüksetmeye başladığı söylenmekte. Karşılık bulamadığı sevdasından sonra bu hale büründüğü söylenir. Sevdasına açılan kapı Yasemin’dir. Yaş on yedi demeden can kuşunu erkenden uçuran Yasemin’in hüznüdür bir taraftan yaşadığı. Mecnun’u Mecnun yapan daha da çok Leyla’ya kavuşamama hali, divane olma hali…
Özellikle çocukların yaramazlık yaptığını düşünür. Yerden aldığı taş ve kezzek parçalarını çocuklara fırlatır. Yel yepelek, yelken kürek söylenerek bir köşeye çekilir. Bu durumda, yüzünde hiç gülümseme tutmayan ebeveyn desbotluğunu taşımaktadır. Ama zaman zamanda olsa cennetteki yerini görmüş gibi güldüğünü görenler de olmuştur. Gerçi bu taş fırlatmalarından doğru dürüst sakatlanan bir çocukta olmamıştır. Yolda belde Kemal’i gören çocuklar birbirini “Deli Kemal geliyor" diyerek kendilerini sağlama aldıkları olurdu. Bu kızgınlık hali belki de ayda bir nüksederdi. Bundan mütevellit, ailesi de hiç evlendirme çabasına düşmemiştir. Köyde arkadaşı da yok değildir hani Kemal’in. Lakaplarıyla münhasır iki samimi arkadaşı vardır. Birisi Kurtağzı Osman diğeri de Hallice Kazım’dır. Kemal’in müdanasız ölçü bilmezliğinin yanında Kurtağzı Osman’ın ısrarı ve durmazlığı gırladır. Bu iki arkadaşı ancak Kemal’in sinirli halini teskin edebilmektedirler. Bir nevi Kemal’in kızgınlığını, sinirini bir nihale gibi alabilmektedirler. Konuşup anlaşabilmektedirler. Kurtağzı Osman, kışın köye inen kurtları kovalaması ve üzerlerine yürüme cesaretinde bulunması dolayısı ile bu ön ismi aldığı söylenir. Yirmili yaşlarında göbeği yıldız görmemiş bir yiğit olduğunu da söyleyenler olmaktadır. Çocuklarla çatışması ve kavgaları nedeniyle köyün ileri gelenlerinin kızmalarıda olurdu Kemal’e. ‘Yapma’ diyenlere karşı, Erzurumlu İsmail Hakkı Hazretlerinin "Harabet ehlini hor görme Zakir, defineye mâlik viraneler var" sözünü nereden öğrendiyse ikide bir tekrarlayarak bir nevi karşısındaki insanın sinirini teskin eder ve kendince gardını alırdı.
Kurtağzı Osman ise bir dönem, akşamları eve dönmeyen büyükbaş hayvanları kurt yemesin diye, cep bıçağını açıp dualar ederdi. Ve bıçağın ağzını kapatırdı. Ayrıca hastalara yel ipliği düğümlerdi. Yaptığı dualar pek tutmadığı için dua yaptıranlarda kalmamıştı ama isminin önüne lakap olarak Kurtağzı kalmıştı. Kurtağzı Osman, bir taraftan da köy imamının yanında müezzinlik yapmaktaydı. Arada bir de imamın müsade ettiği kadarıyla ezan okurdu. Kurtağzı Osman hep bunları imam Efendi’nin gözetiminde yapardı. Geçmiş zamanlarda imam Efendi’nin köyde olmadığı bir zamanda sabah namazı öncesi cami hoperlöründen yarım saate varıncaya kadar vaaz etmeyi kendisine iş edinmişti. İlk baştan köylüler bu şaşkınlıkla pek bir şey dememişler lakin daha sonra sohrananlar çıkmaya başlamıştı. Sabahın erken saatinde uyanan köylüler de -ne oluyoruz- mahmurluğu peydahlanmaya başlamıştı. Bundandır ki imam efendi cami anahtarını köşe bucak saklardı Osman’dan. Kurtağzı Osman’ın bundan başka cabalarıda vardır. Ayda bir defa köyden yakaladığı bir kaç çocuğu yanına alır. Yüz elli haneli köyde kapı kapı birlikte dolaşırdı. Osman, kapının biraz uzağında durur. Çocuğa bellettiği "Televizyon izlemek günahtır, izlemeyin" sözünü söylettirirdi. Her zaman bu uyarıyı alan köylü bu duruma alışmıştı. Kimisi kızar çocuğa kimisi de ’tamam’ diyerek çocuğu gerisin geri gönderirdi. Kimi köylüler de Osman’la konuşmak istediklerin de Osman Uzaktan; "İçine televizyon kaçmış insanı dünya berbad eder" klişeleşmiş sözünü tekrarlardı. Çocuklar da aldıkları şeker ödülleriyle mutlu olurlardı sadece.
Hallice Kazım ise tembelliği ve vurdumduymazlığı ile nam salmış birisidir. Hallice Kazım, iki tutam ot için yara düşmüş tembelliktedir. Üç arkadaşında kırklı yaşlarda olması ve evlenememeleri bunları bir araya getirmiş olmalı. Tembelliğiyle maruf Hallice Kazım’ın beceri yönlerinin olmasına rağmen bir baltaya sap olmamak için büyük gayret göstermekteydi adeta. Gelin olupta el öpmeği öğrenemeyenlerdendir belki de. Müzmin tembeller sınıfının başkanlığını yapacak takati dahi olmayanlardan... Belki de hayattaki tek bitinin kanlandığı hadise, diğer arkadaşlarından habersiz Yasemin’e platonik olarak âşık olmasıydı. Hayatın daha çok geçici ve boş olduğuna inanırdı. Yaşamayı sadece dokunaklı bir hikâye olarak görenlerdendi.
Kim bilir belki de bu üç kafadar hayatın ne bir düğün ne bir yas, sadece bir iş günü olduğunu evvelinden öğrenmiş olmalılar. Belki de hayatın yük olmadığını gördüler de bu ağır yükü hiç taşımaya yeltenmediler. Üçünün dostluğu saçlarına göre tarak olmuştur belki de. Bundan kelli bin bir mihnet ve yaşam kavgasından beriydiler. Üç arkadaşın hikâyesi takıntıları, aldığı yaralar ve birbirini anlamanın teşmil gücünde saklıydı. Ya da bu üç arkadaşın aynı kıza âşık olmalarından doğan yara ve anıların memelerinden beslendikleriyle kalmalarıydı. Kalbe odaklı ve içe dönük bir arkadaşlık yaşadıkları.
İlkay Coşkun
06.06.2024