Kızımı okula her bırakımışımda, bu koridorlarda koşturan, birbirini yumruklayan, merdivenlerden arkadaşlarını iterek inip çıkan, ağızlarından çeşitli küfürler saçılan çocukların arasından geçip, seneye birinci sınıfa tek başına nasıl gidebileceğini düşünüyorum. Anasınıfının önüne gelinceye dek elini sımsıkı tutuyorum. Merdivenlerden çıkarken duvar tarafını kullanması gerektiğini daha şimdiden tembihliyorum. Bu tedirgin halimi iki kız öğrencinin, kolkola kitap okuyarak yanımdan geçmesi teselli ediyor. Koşarak sınıfına giderken cebinden dökülen bozuk paralarını arkasından toplayıp arkadaşına götüren bir diğer öğrenci bu düşüncelerimin üzerine su serpiyor. Kızımı fındık burnundan öpüp öğretmenine teslim ediyorum. Okul aidatını ödemek için, eğri büğrü evlerin, gülümseyen güneşlerin, pespembe bulutların, içinde türlü düşlerin saklanıp, rengarenk resimlerin asıldığı panoları inceleyerek müdür beyin odasına gidiyorum. Kapıyı tıklayıp açtığımda müdür yardımcısının telaşlı bakışlarıyla karşılaşıyorum. Kapının arkasında sarışın bir çocuk ve başında cellat gibi bekleyen biri kadın üç öğretmenin dikildiğini görüyorum. Kısacık bir selamlaşma ile müdür yardımcısının gösterdiği koltuğa oturuyorum. IBAN numarasını kaybettiğim için ödemeyi bu ay elden yapacağımı söyleyip, çantamı omuzumdan kucağıma alıyorum. Elleri klavyede gezinirken "çok yanlış zamanda geldin" der gibi bir ifadeyle, bir bana bir onlara bakıyor müdür yardımcısı. Sarı saçları, bembeyaz yüzü, beyazlığına karışmış kırmızı yanakları, korku dolu irice açılmış gözleri, ellerini yumruk yapmış, dişleriyle dudaklarını ısıran, sekiz ya da dokuz yaşlarında bir çocuktu sandalyede oturan. Kalbi, avına yakalanmış bir kuş gibi çaresizce, yerinden çıkacakmışcasına deli gibi çarpıyordu. Yüzünü belki görmüyordum ama dehşet bir sesle, ağzından salyalarını akıtarak "bana vurdu, bana yumruk attı" diyordu kadın öğretmen, diğer iki erkek öğretmene. Sesinin elleri olsa o çocuğu orada boğuyor ya da bir güzel pataklıyor olabilirdi. Belki de taraf tutuyordum. Sandalyesinin üzerinde bir leke gibi duran bu çocuğa karşı tek taraflı empati kuruyordum. Olabilir, belki de... Diğer iki öğretmen "daha iyi misin" diye çocuğu sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Ama çocuğun ağzından çıt çıkmıyordu. O kadar korkmuştu ki okulda değil de karakolda sorguya çekiliyormuş gibi "cezam neyse verin, kendimi ifade etmekten yoruldum" diyen bir hali vardı sanki. Belki de bu kendini ifade edememenin verdiği bir yılgınlık, ya da çaresizlikti. Bazı çocuklar kendini ifade edemedikçe şiddete yöneliyor, dikkatleri üzerine toplamak için nasıl davranması gerektiğini bilmiyor olabilirler. Bunu bende bilmiyorum. Bu konuda uzman değilim. Öğretmen de değilim. Ama kalbim var, kollarımı açıp ona doyasına sarılmak istiyordum o an. Sadece sarılmaya ihtiyacı vardı. Bunu hissedebiliyordum. İçim sızlıyordu elimde olmadan. Belki ona sarılsabilseydim içindeki kızıl kıyamet gibi coşan dereyi ılık ılık akan, üzerinde minik bir tahta köprüsü bulunan, etrafında yemyeşil meyve ağaçlarıyla dolu, mutlu ailelerin çocuklarıyla piknik yaptığı, içinde neşeyle kıvrılan balıkların oynaştığı sakin bir dereye dönüştürebilirdim. Belki ona sarılsabilseydim dişlerinin arasında ezilen dudaklarını, yumruklarını sıkmaktan yorulan bileklerini, en çok da deli gibi çarpan kalbini rahatlatabilirdim. Ben o tahta köprünün üzerinden geçerken elinden tutup sarı saçlarını okşuyordum oturduğum koltukta. Bunu kimse görmüyordu. İmzaladığım kağıtlardan birini katlayıp çantama koyarken gözlerim dolu dolu, iyi günler dileyerek odadan çıkıyorum. Bazılarının halı altına sakladığı geçmişin tozları gibi bende olanları kapının ardında bırakıyorum. Ve hâlâ aradan iki ay geçmesine rağmen o çocuğun korku dolu çaresiz bakışlarını unutamıyorum. |