-Bu şiir eleştirisi ve çevirisi, Evrensel Kültür Dergisi’nin Kasım 2001 sayısında yayınlanmıştır.- İspanyollar’ın, "Avrupa’nın en geri uluslarından biri" olduğu söylenir. Ya da Ortega y Gasset’in öne sürdüğü gibi, "İspanyollar, Avrupa ekinine karşı direnen tek ulus"tur. (Ada, 2001). Bu değerlendirmelerin kaynağında, ’boğa güreşi’ gibi kültürel bir özelliğin etkili olduğunu düşünebiliriz. Ama, İspanyollar açısından ’boğa güreşi’ eksenli bu tartışmaların fazla anlamlı olmadığını da görülebiliyor. Öyle ki, ilerici bir şair olan Lorca bile hayvanlara işkenceyle özdeşleşen bu gösteri sırasında ölen arkadaşını yücelten bir şiir yazabilmiştir. Lorca, boğa güreşini kasaplık olarak görenlere karşı çıkıyor ve boğanın ölümünün törensel bir değere sahip olduğunu ileri sürüyordu (Young, 1964, s.191). Üstelik, Lorca’nın bu şiiri, boğa güreşini meşrulaştırıyor da... Mailer’ın hazırladığı boğa güreşine ilişkin fotoğraflardan oluşan albüm, hiç de şaşkınlığa yer vermeyecek şekilde, Lorca’nın dizeleriyle başlıyor (Mailer, 1967). Boğa güreşini törensel bir değer olarak yücelten bir şairin arkadaşı boğa tarafından öldürüldüğünde yazdığı ’ağıt’, bu yüzden paradokslarla dolu, şaşırtıcı boyutları olan bir yapıt niteliği kazanıyor. İçerdiği çatışmaya bakarak, Lorca’nın böyle bir şiir yazmaya hakkı olup olmadığını bile tartışabiliriz. ‘İgnasyo Sançez Mehyas Ağıdı’nı, özgün çevirisi ile ele alacak bu yazıya böyle bir giriş yapılmasının nedeni, İgnacio Sanchez Mejias’ın(*) boğa güreşçisi olmasıydı. Lorca’nın yakın dostu Mejias, 11 Ağustos 1934’te Manzanares’teki güreş meydanında ölümcül bir yara aldı, Madrid’de kaldırıldığı hastanede iki gün sonra yaşamını yitirdi. Lorca, şiiri Kasım’ın başlarında bitirdi ve 1935’te yayınlattı (Cobb, 1967, s.110). Mejias’ın sıradan bir güreşçi olmadığını, sıkı bir aydın olduğunu da hatırlatalım. Mejias, Freud’un kuramlarını ‘Sinrazon’ <Akılsız> adlı oyununda dramatize etmişti (Morris, 1972, s.37). İlk gösterimi 24 Mart 1928’de gerçekleşen oyun, Freud’u İspanyol tiyatrosuna ilk getiren yapıttı. Bu ilki gerçekleştirenin bir boğa güreşçisi olması, insanlara o zaman ilginç geldiği gibi, bugün de ilginç. Morris (1972), Mejias’ın İspanyol tiyatrosuna, biçimle değil izlekle yenilik getirdiğini belirtiyor (s.38). Mejias, İspanyol sahnesine, akıl hastalarını (kendini kraliçe sayan bir hasta) ve bir Freud’çu ruh hekimini oyuncu olarak seçerek de yenilik getiriyor (Cobb, 1967, s.110). Mejias’tan bir yıl sonra, yine gerçeküstücü olan Valentin Andrés Alvarez, ‘Tarari’ adlı oyununa sahne olarak, bir akıl hastanesi bahçesini seçiyor (Morris, 1972, s.38). Mejias kim olursa olsun ve Lorca’nın tavrı ne olursa olsun, dünya şiiri, değerli bir parça kazanmıştır. Bu yapıt, çağdaş dönemlerin en iyi ağıtlarından sayılıyor (Young, 1964, s.191). Cobb (1967), bu şiiri, Lorca’nın son önemli şiiri sayıyor. Birçok eleştirmenler tarafından, 15. yüzyıl şairi Jorge Manrique’nin, İspanyol şiirinde önemli bir yere sahip olan ‘Coplas por la muerte de su padre’ <Babasının ölümü için kıtalar> adlı yapıtıyla karşılaştırılıyor. (ss. 110-1) Birinci Bölüm: ‘Boynuz Yarası ve Ölüm’ İlk bölüm, ‘Boynuz Yarası ve Ölüm’ başlığını taşıyor. Bu bölümün yapısal özelliklerine bakarsak, Lorca, bir cenaze duası yazmak ya da en azından bir cenaze duasını çağrıştırmak istemiş (Cobb, 1967, s.111) ve bir hayli başarılı olmuş. Her dizeden sonra, ‘Akşamın beşinde.’ deyişi yineleniyor. ‘akşamın beşinde’ deyişi, bu şiirde ‘amin’ işlevi görüyor. Şu dizelerde; "(...) Çarklı bir tabuttur yatağı akşamın beşinde. Kemikler ve flavtalar tınlamada kulağında akşamın beşinde. (...)", Lorca, aslında, şiirsel bir dille ameliyat odasını betimliyor (Young, 1964, s.192). ’Çarklı bir tabut’, tekerlekli sedyeye karşılık geliyor. İşte, şiirle gerçeklik ilişkisine bir örnek: Şiir, dünyadan söz ettiğinde, onu ’olduğu’ gibi betimliyorsa, eksik kalacaktır. Şiir, bir çeşit andırışım (analoji) düzlemi yaratır. Örneğin, ’alt gelir düzeyinden bir insan’ demek yerine ’şerbetçi’, ’araba’ yerine ise ’fayton’ diyebilir. Dosdoğru betimlenmesi bilim ve tarih tarafından yapılan/yapılacak dünya ile şiir arasında, gerçekliğin şiirselleştirilmesi işini yüklenecek ve bu sürece aracılık edecek bir şair mutlaka vardır ve şiiri şiir yapan da şairden başkası değildir. "(...) Çarpışıyor güvercin ve pars akşamın beşinde. Ve bir uyluk ile harap bir mızrak akşamın beşinde. (...)" dizelerinde, güvercin ve pars ile yaşam ve ölüm arasındaki bitmek bilmez çatışma simgeselleştirilmektedir (Cobb, 1967, s.112). Lorca, bunun gibi, adını koymadan, mitolojik imgelere başvuruyor sık sık. İyi bir yazınsal metnin başarısının altında yatanlardan biri, başvurularını adlarını koymadan gerçekleştirmesidir. Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’sı’nın yazınsal başarısında, adsız başvuruların büyük rolü vardır. Dostoyevski, baş kahraman Raskolnikof aracılığıyla, roman boyunca, ruhbilim ve siyasetbilimdeki seçkincilik/halkçılık tartışmasını tekrar tekrar açar. Ama bunu yaparken, ‘bilmem kim de şunu demiş’ demez. Lorca, bu ağıtta bir sürü Roma tanrısını özel adlarıyla birlikte kullanabilirdi. Bilgisi de, biçimsel yeteneği de buna uygundu ama Lorca bu zorlama yola hiç kaçmıyor. Lorca, bu bölümün sonlarına kadar, boğa güreşi alanını betimliyor ya da alana ilişkin imgeler uçuşturuyor. Sonunda, alıntıladığımız ilk dizelerle, ameliyat odasında ya da bir başka açıdan yorumlarsak alandan götürülen sedyede buluyoruz kendimizi. Dizelerin akışında, bakışları, yerde yatan Mejias’a yönelmiş kalabalıkların bir parçası oluyoruz. İkinci Bölüm: ‘Saçılmış Kan’ İkinci bölümde Lorca, ölüme inanmak istemiyor ve daha sonra Mejias’ın bir övgüsüne girişiyor. Cobb’a göre, Lorca’nın genel olarak şiirlerinde kan, yaşamın kendisini simgeliyor. Yine Cobb’a göre, "(..) İneği, yaşlı dünyanın dolaştırıyordu üzgün dilini üzerinde, kanlı bir ağzın kuma saçılmış, (...) dizeleri ve daha sonraki ’Korkunç rahibeler’ sözü, Jungçu Dünya Ana simgesine gönderme yapıyor (Cobb, 1967, s.113). "(...) Ne kocaman bir güreşçi meydanda! Ne güzel bir dağlı, sıradağcıklarda! Ne pürüzsüz, tahıl taneleriyle! Ne kuvvetli, mahmuzlarıyla! Ne yumuşak, çiy ile! Ne göz kamaştırıcı, panayırlarda! Ne heybetli, son kargılarıyla karanlığın! (...)" dizeleri, yapısal olarak, daha önce sözü edilen 15. yüzyıl şairi Jorge Manrique’nin şu dizelerini anımsatıyor: "(...) Ne dostane dostlarına, Ne iyi bey hizmetkarlara Ve hısımlarına! Ne düşman, düşman başına! Ne efendi yılmazlara Ve cesurlara! (...)". Lorca’nın şiirinde, "Görmek istemiyorum onu! çağırın ki ay’ı gelsin, görmek istemiyorum kanını İgnasyo’nun, kumda. (...)" dizelerinde de görüldüğü gibi, bir imge olarak ‘ay’ın önemli bir yeri var (Young, 1964, s.193). Ay, gündelik yaşamdaki acı gerçeklikleri ve toplumsal baskıyı unutturan, özgürlük sözü veren, gizemli bir zaman olarak geceyi imliyor. Lorca’nın şiirlerinde aşk da yasadışılık da geceleri gerçekleşiyor. Üçüncü Bölüm: ‘Beden Huzurunda’ Young (1964), bu bölümdeki suyun yaşamsallığı, taşın ise ölümü simgeselleştirdiğini düşünüyor; çeşitli dizelerde, eski çağ inanışlarına ve mitlerine göndermeler buluyor (ss.195 6). Şiir, ‘taş’ imgesi üzerinden gelişiyor. ‘Taş’ sözcüğü, ilk dört kıtada hep geçiyor; bu kıtaların örüntüsü, taşla ilişkili olarak kuruluyor. Bu bölümün üçüncü kıtası örnek olarak verilebilir: "(...) Tohumlar ve fırtına bulutları topladığındandır taş, tarlakuşu iskeletleri ve kurtları, yarıkaranlığın; ses vermiyorlar ama, ne billur ne de ateş, ancak meydanlar ve meydanlar ve başka meydanlar duvarsız. (...)" Bu bölüm, felsefi bir nitelik taşıyor. Lorca, dizelerde ölümü tartışıyor. Eylemler, dilek kipi yerine, daha çok haber kipinde çekiliyor. Son dört kıtaya kadar, -simgesel mantığın araçlarıyla simgeselleştirilemeyen- yalnızca bir emir ("Düşünün görüntüsünü bi’") ve iki soru ("(...)ne oluyor?" ve "Kırıştıran, kefeni kim?") var. Bu nedenle, bu bölümde, Lorca, dünyayı betimlemeye ve düşüncelerini dışavurmaya daha çok yaklaşıyor. Fakat bunu, şiirsellik evreni içerisinde kalarak yapıyor. Son dört kıtaya geldiğinde ise, iki-üçü dışında tüm eylemleri, dilek kipiyle çekiyor. İstediklerini/özlemlerini belirtiyor ve sonunda İgnacio’ya sesleniyor: "(...) İstemem ki örtsünler yüzünü mendillerle alıştırmak için onu, taşıdığı ölüme. Git, İgnasyo: Hissetme sıcak gümbürdemeyi. Uyu, uç, uzan: Ölüyor deniz de!" Dördüncü Bölüm: Eksik Ruh Lorca, bu bölümde, İgnacio’yla ölümü üzerine konuşuyor. Lorca, "(...) Bilmez seni taş sırtları, ne de çöktüğün kara saten. Bilmez seni dilsiz hatıran çünkü öldün sonsuz dek sen. (...)" dizelerindeki yapısal örüntüyü, toplam altı kıtadan dördünde kullanıyor. Dikkat çekici nokta ise; unutmak da hatırlamak da insana özgüyken, bu dört kıtada, unutuşun öznesini -bir istisnayı saymazsak (çocuk)- ya cansız doğa (taş sırtları, kara saten, dilsiz hatıra) ya da insanlar dışındaki canlılar (boğa) yapması... Aynı biçimde bu dört kıta, bir hayvan dünyasından kuruluyor. Bu doğallık, ölüyle katı doğayı biraraya getiriyor. İlk üç kıtanın son dizelerinde geçen "çünkü öldün sonsuza dek sen." deyişi, bu bölüme, akışkan bir tartım (ritim) veriyor. Beşinci kıta şöyle: "(...) Bilmiyor seni kimse. Yo. Ama seni söylüyorum ben. Sürsün diye söylüyorum, görüntün, hoşluğun senin. Kavrayışınla ünlü olgunluğun. Ölüme iştahın ve hazzı ağzının onun. Yiğit neşen olan kederin senin. (...)" Lorca’nın arkadaşını ölümsüz kılmada başarılı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Şiirin tüm güzelliğine karşın, insan sormadan edemiyor: Birileri de işkenceyle öldürülen boğalara ağıt yakar mı bir gün? Mejias’ı haklayan boğa Granadino (Granadalı), bir canlı varlık olarak daha mı önemsizdir? İgnasyo Sançez Mehyas için Ağıt I. BOYNUZ YARASI VE ÖLÜM Akşamın beşinde. Akşamın beşiydi tam da. Bir beyaz çarşaf getiriyor bir çocuk akşamın beşinde. Yeni hazırlanmış bir kireç sepeti akşamın beşinde. Gerisi ölüm ve ölüm yalnızca akşamın beşinde. Pamuklar taşımadaydı rüzgar akşamın beşinde. Billur ve nikel yaymadaydı pas akşamın beşinde. Çarpışıyor güvercin ve pars akşamın beşinde. Ve bir uyluk ile harap bir mızrak akşamın beşinde. Başladı sesleri nakaratın akşamın beşinde. Zırnık çanları ve duman akşamın beşinde. Köşelerde sessizlik toplulukları akşamın beşinde. Ve boğa, yalnızca onun kalbi coşkuda! akşamın beşinde. Varmada olduğunda özsuyu karın akşamın beşinde. iyotla kaplandığında meydan akşamın beşinde. yumurtalar koydu yaraya ölüm akşamın beşinde Akşamın beşinde. Tam da beşinde akşamın. Çarklı bir tabuttur yatağı akşamın beşinde. Kemikler ve flavtalar tınlamada kulağında akşamın beşinde. Böğürmedeydi boğa, alnında akşamın beşinde. Gökkuşaklanıyor oda, can çekişmeyle akşamın beşinde. Yakına gelmededir şimdi kangren akşamın beşinde. Süsen borazanları yeşil kasıklarında akşamın beşinde. Yanmadaydı yaralar, güneşler gibi akşamın beşinde. ve camları kırmadaydı kalabalıklar akşamın beşinde. Akşamın beşinde. Ah, ne korkunç bir beşidir bu, akşamın! Beş idi, beş idi, tüm saatlerde! Beş idi, beş idi, gölgesinde akşamın! 2. SAÇILMIŞ KAN Görmek istemiyorum onu! çağırın ki ay’ı gelsin, görmek istemiyorum kanını İgnasyo’nun, kumda. Görmek istemiyorum onu! Ay, açık, ardına kadar. Atı, sessiz bulutların, ve gri meydanı düş’ün söğütlü, çitlerinde. Görmek istemiyorum onu! Yanıyor, değil mi ki, hatıram. Uyarın o yaseminleri küçücük beyazlığı ile! Görmek istemiyorum onu! İneği, yaşlı dünyanın dolaştırıyordu üzgün dilini üzerinde, kanlı bir ağzın kuma saçılmış, ve boğaları Gisando’nun, ölü neredeyse, taş neredeyse, böğürüyorlar iki yüzyıl kadar çiğneyerek toprağı yeterince. Yo. Görmek istemiyorum onu! Çıkıyor İgnasyo, sıralarda, sırtında tümüyle ölümünün. Şafak sökümünü arıyordu, ve yok idi şafak sökümü. Arıyor sağlam hatlarını, ve şaşırtıyor ona düş, yolunu. Arıyordu güzel bedenini ve kanıyla karşılaştı, açık. Demeyin bana siz, ’bir baksana’! İstemem hissedeyim fışkırışı daha az kuvvetlice her defasında; o fışkırış ki aydınlatır ön sıraları ve devriliyor üzerine, kadifenin ve postunun, susamış kalabalıkların. Kim çağırıyor beni bir bakayım diye! Demeyin bana siz, ’bir baksana’! Kapanmadı gözleri yakında gördüğünde boynuzu, ama korkunç rahibeler taşıdılar başını. Ve üzerinden sürülerin, gizli seslerden bir hava ki haykırıyorlardı göksel boğalara, soluk siste, başçobanlar. Yoktu hiç prens Sebiya’da, karşılaştırma kaldırır onunla, onunki gibi değil hiç bir kılıç ne de yürekler öyle harbi. Bir aslan akımı gibidir mucizevi kuvveti, ve mermer bir gövde gibi, kolsuz başsız, örnek olacak sağgörüsü. Endülüslü Roma havaları, yaldızlıyor başını gülüşünün Hint sümbülü olduğu yerde zekadan ve kavrayıştan. Ne kocaman bir güreşçi meydanda! Ne güzel bir dağlı, sıradağcıklarda! Ne pürüzsüz, tahıl taneleriyle! Ne kuvvetli, mahmuzlarıyla! Ne yumuşak, çiy ile! Ne göz kamaştırıcı, panayırlarda! Ne heybetli, son kargılarıyla karanlığın! Ama uyuyor şimdi bitimsiz. Yosunlar ve otlar şimdi açıyorlar emin parmaklarla çiçeğini kafatasının. Ve geliyor şimdi kanı, şarkı söyleyerek: şarkı söyleyerek, denizler altında kalmış topraklar, çayırlar için, kayarak üşümüş boynuzlarda, sallanarak ruhsuzca, siste, çarpışarak binlerce toynak ile bir dil gibi, uzun, koyu, üzünçlü, bir birikinti oluşturmak için can çekişmelerden, Guadalkibir ile birlikte, yıldızlardan. Ah beyaz duvarı İspanya’nın! Ah kara boğası ızdırabın! Ah katı kanı İgnasyo’nun! Ah bülbülleri damarlarının onun! Yo. Görmek istemiyorum onu! Yok ki bir kadeh, içersin onu tümden, yok ki onu içecek kırlangıçlar, yok ki ışıktan kırağı, donduracak onu, ne şarkısı ne tufanı var zambakların, yok ki billur, gümüşle kaplasın onu. Yo. Görmek istemiyorum onu!! 3. BEDEN HUZURUNDA Bir yüzdür taş, ah vah ettiği, düşlerin, sahip olmaksızın kıvrımlarına suyun, ne de donmuş servilere. Bir sırttır taş, taşımak için zamanı gözyaşı ağaçlarıyla ve şeritler, gezegenlerle. Gri sağanaklar görmüştüm, koşuveren, dalgalar boyunca, kaldırarak narin kollarıyla, delik deşik, avlanmamak içindir, gergin taş tarafından ki ayırır uzuvlarını, çekmeden kanını. Tohumlar ve fırtına bulutları topladığındandır taş, tarlakuşu iskeletleri ve kurtları, yarıkaranlığın; ses vermiyorlar ama, ne billur ne de ateş, ancak meydanlar ve meydanlar ve başka meydanlar duvarsız. Taşın üstünde şimdi, iyi doğmuş İgnasyo. Bitti şimdi; ne oluyor? Düşünün görüntüsünü bi’: soluk bir kükürtle kaplamıştır şimdi O’nu ölüm ve karanlık bir minyatürden bir baş koymuştur üstüne. Bitti şimdi. Ağzına sızıyor yağmur. Terkediyor çökük göğsünü hava, deliymişçesine, ve Aşk, çekilerek kardan gözyaşlarıyla, ısıtıyor kendini, doruklarında sürülerin. Ne diyorlar? Yer ediyor bir sessizlik, pis kokularla. Bir beden huzurunda duruyoruz, gözden yitip giden, berrak bir biçimde, bülbüllerin olan, ve görüyoruz doluşunu çukurlarla, dibi yok. Kırıştıran, kefeni kim? Doğru değil dediği! Şarkı söylemiyor kimse burada, ağlıyor ne de köşede, ne de batırıyor mahmuzlarını, kovalıyor yılanı ne de: hiçbir şey istemiyorum burada, yuvarlak gözlerden başka görmek için o bedeni, yorulmak bilmeksizin. İnsanlar görmek istiyorum burada, sert sesli. Atları terbiye eden ve söz geçiren, nehirlere: iskeletleri çınlayan adamlar ve şarkı söyleyen bir ağızla, güneşle dolu ve çakmak taşlarıyla. Görmek istiyorum onları burada. Önünde taşın. Önünde bu bedenin, kırılmış dizginleriyle. Öğretsinler istiyorum bana, nerededir çıkış ölümce bağlanmış kaptan için. Bir ağıt öğretsinler istiyorum bana, bir nehir gibi tatlı bulutları olan ve derin kıyıları, taşımak için bedenini İgnasyo’nun ve yitirsin kendini duymadan çifte soluğunu boğaların. Ki yitirsin kendini yuvarlak meydanında ayın ve rol kesen, kederli bir kızmışçasına, kıpırtısız hayvan; yitirsin kendini gecede, olmaksızın şarkısı, balıkların ve beyaz fundalığında donmuş dumanın. İstemem ki örtsünler yüzünü mendillerle alıştırmak için O’nu, taşıdığı ölüme. Git, İgnasyo: Hissetme sıcak gümbürdemeyi. Uyu, uç, uzan: Ölüyor deniz de! 4. EKSİK RUH Ne seni bilir boğa ne incir ağacını, ne atları ne de karıncalarını evinin senin. Ne seni bilir çocuk ne de akşamı çünkü öldün sonsuza dek sen. Bilmez seni taş sırtları, ne de çöktüğün kara saten. Bilmez seni dilsiz hatıran çünkü öldün sonsuz dek sen. Salyangozlarla gelecek, güz, sis üzümleri ve dağlarla öbek öbek, ama bakmak istemeyecek, gözlerine hiç kimse çünkü öldün sonsuza dek sen. Çünkü öldün sonsuza dek sen, tüm ölümleri gibi Dünya’nın, tüm ölümler gibi, unutulmuş, bir yatışmış köpek kümesinde. Bilmiyor seni kimse. Yo. Ama seni söylüyorum ben. Sürsün diye söylüyorum, görüntün, hoşluğun senin. Kavrayışınla ünlü olgunluğun. Ölüme iştahın ve hazzı ağzının onun. Yiğit neşen olan kederin senin. Çok zaman alacak, doğana dek, doğacaksa, böyle berrak bir Endülüslü, böyle zengin, macera yönünden. Zarifliğini söylüyorum O’nun sözlerle, ah vah eden, ve üzünçlü bir esinti anımsıyorum, zeytinlikler arasında. Federico Garcia Lorca (1899-1936) İspanyolca’dan çeviren: Ulaş Başar Gezgin (*) Boğa güreşçisinin adı ‘Ignacio Sanchez Mejias’ olarak yazılıp, ‘İgnasyo Sançez Mehyas’ olarak okunuyor. Biz şiirin her zaman sesli okunması gerektiğine inandığımızdan, şiirin özgün metninde okunuşuna bağlı kaldık. Öte yandan, boğa güreşçisinin kendisi üzerine konuştuğumuzda böyle bir kaygımız olmadığından, yazıldığı biçimiyle kullandık. KAYNAKÇA Ada, S. (22 Eylül 2001). Öpücük ve mızrak yasası. Radikal, s.21. Cobb, C. W. (1967). Federico Garcia Lorca. New York: Twayne Publishers, Inc. Lorca, F. G., & Allen, D. M. (1955). The selected poems of Federico Garcia Lorca. New York: A New Directions Paperbook. Mailer, N. (1967). The bullfight: A photographic narrative with text. New York: CBS Records. Morris, C. B. (1972). Surrealism and Spain: 1920-1936. Cambridge: Cambridge University Press. Young, H. T. (1964). The victorious expression: A study of four contemporary Spanish poets. Madison: The University of Wisconsin Press. |