Dağıldım, aslına bakılırsa bütün de değildim, bir ara aklımdan ölmüş bir yazara aşık olursam pek çok manada rahat edeceğim dahil olmak üzere tuhaf düşünceler geçiyordu, üstelik balkonda kahvaltı yaparken karşı apartmandaki tüm dairelerin yeme adabımla ilgili dedikodu yaptıkları, lokmamı daha ağzıma atmadan düşereceğimi ya da dudağımın kenarında kalan bir yiyecek lekesini benden önce fark edeceklerine dair beni pek rahatsız eden düşünceler ortalarda görünmüyordu. Hiç utanmadan, çekinmeden gün boyunca sildiğim balkon camlarına beş kez baktım, lekelere odaklanmadığım göz önüne alınırsa bu sahiden çok garipti. Üstelik rahat etmiş bir görünümüm olmamasına rağmen lekeler konusu kapanmıştı. Yine de bir ara verdiğim son düzlükte iyimserliğe çabalayan göz altlarım çökmüş, saçlarımın beyazlarıysa rahatlıklarıyla ben dahil olmak üzere çevremdeki saç dibi fark etme uzmanlarının dikkatini çekmemiş gibiydi. Ertesi sabah erkenden yürüyüşe çıktım. Ertesi dediysem alışkanlıktandı. Sanki ertelenmiş hareketlerin öznelerine koşulsuz müsamaha gösteren geçmiş zaman, çekim eki almaya gerek yok dercesine beni herhangi bir zamana ait olmaktan çıkarmıştı ve ben de usulca nerede, nasıl ve ne zaman sorularının lügatımdan çıkarmış olmasının ferahlığını yaşıyordum. Örneğin üç gün sonra akşam saatlerinde beni arayacak olan Sennur teyzem, bakkal çıkışı karşılaştığı, on yıl önce bir cumartesi günü vefat eden Gürsel eniştemin kahvehaneden arkadaşı Cemil’in, oltasının ucu daha Haliç’e değmeden göğün rengini birkaç saniyeliğine mor rengine çeviren uçan cismin bir uzay gemisi olduğuna dair nasıl tüm kahvehane tayfasını ve onu nasıl iknaya çabaladığını uzun uzun anlatacaktı. Ev telefonumu iki ay önce şirketin müşteri hizmetlerini arayarak kapattırdığımdan olsa gerek teyzem iki gün önce beni iş telefonumdan arayıp, belediye musikisi konserinde karşılastığı eski komşusu Meral’in yeğeni olan Cemil’in ilkokul arkadaşım olduğunu açıklayıp, telefon numaramı istediğini ve temiz yüzlü delikanlıya numaramı vermekte bir sakınca görmediğini söyledikten sonra, kızım eniştenin selamı var, demiş ve telefonu kapatmıştı. Benden dağılmış olanların rehaveti, Cemil isminin yarattığı boşluğa hızla çekilmiş ve mekanik bir rüzgar metali yalamış dil gibi rahatsızlıkla kıvrılarak geldiği ağza dönmüştü Üç gün sonrası için endişenmeye başlamıştım. Dördüncü günse nerede ve nasıla tam olarak ihtiyacım olduğu noktada zamana karşı duran yine zaman kaynaklı kayıtsızlığıma söylenircesine suskundu. Eve gidince telefonun kapatıldığından iyice emin olmalıydım. Telefonu kaldırdığım dolabın kilidini bulursam ve sıkı sıkı kilitlersem ve iki gün önce iş yerime gitmezsem, Cemil’in uzaylı iddiası ya da ilkokul arkadaşım olduğu duymamış ve çoktan ölmüş Gürsel eniştemin selamını almamış olacaktım. Ertesi gün parkta yürürken, beş altı yaşlarında bir çocuk ağlayarak bir yandan kocaman açtığı ağzını titreterek yanımdan hızla geçti ve onu park lambasının altında bekleyen endişeli anne kucağına doğru koştu. Onlardan uzaklaşırken, "Sana uzaklaşma demedim mi?"diyen kadının sesi işitildi. Park bahar ayının cümbüşüne kapılmıştı. Birkaç ağaç kışı atlatamamış olacak ki yeşile değmemiş çıplak gövdeleri bir an önce toprağın derinliklerine sokulmak istiyor gibiydi. Son sıkımını sonsuza endesklemiş el kremim ya da neden bazı insanları çekici ya da itici bulduğum ya da aynısının benim için de geçerli olduğu hakkında birkaç fikir aklıma gelecekti ki cep telefonumun sesiyle irkildim, arayan numara gizliydi, bir kez daha çalmasını bekleyip açtım. Arayanın telaşı daha ilk sözüne başlamadan uzayıp giden ve inişli çıkışlı hatta pürüzlü bir hal alan "ı"sesiyle kendini belli etmişti. Ben de heyacanlanmıştım, teyzeciğim iyi mi siniz?, diyebildim. Arayanın teyzem olduğunu anlamam, belki hissi kalbel vuku ya da köpüklü kahvesinden ilk yudumu almadan önce çıkardığı sese defalarca tanık olmamla ilgili olabilirdi. Sonunda teyzem söze başladı, Kızım, yavrum, ben şu an bir köprüdeyim, yanımda bir bey var, oltasını topladıktan sonra muhakkak seninle görüşmesi gerekiyormuş, şu an başka bir şey söyleyemem, seni tekrar arayacağım, Lirik tarza katılmıyorum dedi konuşmacı, gördüğüm en itici adam olabilirdi. Ağzı bir yay gibi geriliyor, sonra eciş bücüş bir hal alıp bir toparlanacak mı acaba sorusunu akla getiriyordu, böyle olunca o gergin ağızdan çıkan her kelime yüzünde bir kalıntı bırakarak yere düşüyordu. Şiiri parçalara ayırmaktan bahsediyordu, şiirin de atom altı parçacıkları varmış, belki kelimelerin yükü elektronlarından gelirmiş. Manzaraya dayanamayıp televizyonu hızla kapadım, Dördüncü gün bugün dedi içimdeki ses, o sıra kapı çaldı, Sennur Teyzem elinde bir bavul yanında tanımadığım bir adamla birlikte karşımdaydı. Buyrun içeriye, diyebildim. İkisi de koltuğa oturdu. Adamın yaşı hakkında bir fikir edinemedim, otuz da olabilirdi elli de, yalnız gözünü bana dikmiş olması çok rahatsız ediciydi. Basbayağı balık kokuyordu. Teyzem hemen söze başladı, kızım öncelikle bir köpüklü kahveni içeriz dedi. Tabi teyzeciğimm dedim, derhal. Mutfakta üç fincan dolusu köpüklü kahve tepside beni bekliyordu. Şaşırmam gerek dedi bir ses, gözlerimi hafifçe açtım, kalbim beş atım artarak yardımcı oldu. Kahveler elimde salona döndüm, balık kokusu çok rahatsız ediciydi, adam, elinde kablosu çaresizce sallanan ev telefonumu bir tornavida ile sökmeye koyulmuştu. Ne yapıyorsunuz diyecektim ki, teyzem konuştu, Kızım, Cemil senin ilkokul arkadaşın ya da eniştenin arkadaşı değil, ben de teyzen değilim, zaten ikinizi de tanımıyorum. Şimdi bu ev telefonu bir takım karmaşaya sebep olmuş görünüyor. Az sonra iş yerindeki telefonu da halledeceğiz. Bu bavulda ne var diye sorarsan, biz gittikten sonra bakman yerinde olacak. Bir hafta önce bugün dedi ses, salonun ortasında bir bavulla baş başaydım. Beyaz bavulun şifresi ilkolkul numaram olmalıydı, hemen açıldı. İçinde kutu kutu saç boyası beni bekliyordu. Kutuların üzerinde aynı kadının resmi olunca biraz ürkütücü geldi. Balkona çıktım, pencereler açıktı. Camdaki bir lekeyi kocaman açılmış bir ağza benzettim. Sanki bir ahtapot konuşuyordu. |