Leyla ne diyeceğini bilemez halde acıyla inledi. Bu soruya vereceği cevabı yıllar öncesinden hazırlamıştı. Ancak konuşmak için ne kadar çabalarsa çabalasın sözcükler dudaklarında asılı kalıyor, bulunduğu zaman ve mekâna olan algısını yitiriyordu. Etraftan sesler geliyor ama o kör bir kuyuya düşmüş gibi kıpırdayamıyor, konuşamıyordu. Cevap vermek istiyordu ama dudaklarına hükmü geçmiyordu. “Toprak…” diye inledi belli belirsiz ama sonunu getiremedi. Doktorlar, tüm çabalarına rağmen 24 saatlik süreyi atlatamayan yoğun bakım hastası Leyla Mandacı’yı kaybetmek üzerelerdi. Doktor Cevat son bir ümitle kalp masajını tekrar yaptı ama sözün bittiği nokta gelmişti. “Hastayı kaybettik. ” cümlesi dar hastane koridorlarında yankılanmadan az önce annesi ve babası elinden tutup Leyla’yı o küçük, şirin kasabalarına götürüyorlardı ve tüm yaşadıkları film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu. Toprak gecenin karanlığında kâğıda kaleme sarılırken içinden bir parça kopmuş, yüreği yangın yeri gibi olmuştu. Yazmaya yeni başladığı bestesini bitirmeden mırıldanırken iki damla yaş düştü kağıda… İçindeki duyguları Bırak düşsün toprağa Bırak kanasın Kabuk bağlayan her yara Yeniden çıksın Yeniden, yeniden Bırak kaldırsın başını Bırak düşsün, Bırak kalksın Öğrensin hayatı Bir başına kalınca Çözer o sorunları Kanadıkça dizleri Rüzgâr versin İlk buseyi. O da büyür yağmurla O da büyür toprakla Yeter ki ver Sen içindeki sevgiyi… Toprak, odada bir o yana bir bu yana dolaşırken beyninden türlü düşünceler geçiyordu. Hayatında en çok sevdiği üç kadından ikisi ölmüştü. Yüreği yangın yeri gibiydi ama üçüncü kadın için hayatta kalmaya devam etmeliydi. Evet, o yalan söylemişti ve söylediği yalanların ağırlığı altında eziliyordu. Leyla’ya onun hislerini anladığını, onu arkadaşı gibi gördüğünü söylediği o yıllarda ona karşı ilgisiz değildi aslında. Ama içinde bu duygunun aşk mı yoksa sürekli bir arada olmanın getirdiği bir alışkanlık mı olduğuna dair tereddütleri vardı. Tam da bu ikilem içerisindeyken müzik kursunda Esra ile tanışmışlardı. Esra sessiz ve durgun bir kızdı. Ama sesi çok güzel ve etkileyiciydi. Anne ve babasını elim bir trafik kazasında kaybettikten sonra teyzesi Ecem Hanım ve eniştesi İzzet Bey onu büyütmüşlerdi. Zaten hayatta annesi ve teyzesinden başka kimsesi yoktu. Anneannesi, Bulgar zulmünden kaçıp Türkiye’ye geldikleri günü ve yaşadıklarını anlatmıştı. Buradaki yaşama çok zor uyum sağlamışlardı. İki kızları olmuştu. Ecem ve Nilşah. Nilşah ve eşi ölünce o da öldü sanmıştı kendini. Ama güçlü olması lazımdı ve büyütmesi gereken bir torunu vardı. Bir süre sonra eşini de kaybedince iyice yıkılmıştı. Dedesinin ölümünden 4-5 yıl sonra da anneannesi öldü. Hayatta ona sahip çıkan bu insanlar olmasaydı ne yapardı kim bilir? Teyzesi Ecem Hanım, bu acı ve yalnızlık dolu günlerde ona destek olmuş ve okuması için yurtdışından burslar ayarlamıştı. Çok iyi bir eğitimi ve iyi bir İngilizcesi vardı. Gitar çalmayı çok seviyordu. Epeyce de bestesi vardı ama kimseyle paylaşmayı düşünmüyor, kendi kendine kaldığı anlarda çalıyordu. Tatillerde hep teyzesine gelirdi. Teyzesi ve eniştesi çok başarılı iki doktordu. Yenilikçi ve eğitimlerine hala devam eden insanlardı. Önemli bir hastalığın tedavisi için kullanılacak yöntem keşfetmişler bunun patentini almaya çalışıyorlardı. İşte ne olduysa bu sırada oldu ve bir takım asılsız suçlamalarla çalıştıkları o projeden ve hastaneden sürgüne yollanır gibi apar topar bu kasabaya gönderildiler. Önceleri bunu bir sürgün gibi gören aile daha sonra kızları Berra da doğunca bu kasabayı çok sevmişlerdi. Kasaba halkı da onları. Esra ilk kez böyle bir yaşamı görecekti ve çok heyecanlıydı. Gerçi teyzesi internet üzerinden yaptıkları konuşmalarda ona kasabayı epeyce anlatmıştı ama neyle karşılaşacağını bilmiyordu. Mart ayının başında kısa süreliğine geldiği bu kasabada iptal edilen yurt dışı çıkışları yüzünden kahroluyordu. Uzun süren karantina günleri başlayınca İngiltere’ye dönememiş, canı sıkılınca müzik kursuna kaydolmuştu. İşte Toprak’la orada tanıştılar. Toprak, küçük bir kasabada yetişen bir erkek olarak farklıydı. Besteleri, her türlü müzik aletini ustalıkla çalması, sesinin rengi Esra’nın dikkatini çekmişti. Zamanla tanışıp kaynaştılar. Bir süre sonra hep birlikte olmaya başladılar. Onları birbirine bağlayan müzik başlangıç noktaları olmuştu. Artık aynı dizekte, her seferinde farklı tınılar oluşturan iki nota gibi yan yanaydılar. Karantina günleri dahi onları birbirinden ayıramamıştı. Buluşuyor, saatlerce sohbet ediyorlardı. Zamanın nasıl geçtiğini ikisi de anlamadan günler geçip gidiyordu. Ta ki o kötü güne kadar. Teyzesi ve eniştesi umreden gelen hastaları tedavi ederlerken covid-19 virüsü kapmışlardı. Ve bu süreçte yapılan testlerde Esra’nın da hastalığa yakalandığı ortaya çıktı. Teyzesi ve eniştesini peş peşe kaybeden Esra, hastalıktan ve kimsesiz kalmanın üzüntüsünden güçsüz düşmüştü. Onlar tedavi olurken ailenin en küçük ferdi olan Berra‘ya Esra göz kulak oluyordu. O da hastalanınca küçük kızı, korumak için Azime Hanım evine getirdi, baktı, sevdi. Azime Hanım, geçirmiş olduğu o ciddi rahatsızlıktan sonra başka çocuk sahibi olamamıştı, olamayacaktı da. Tek çocuğu Toprak’tı ve onun üzerine öyle titriyordu ki bir dediğini iki etmezdi. Ondandı Toprak’ın bu kadar annesine düşkün olması... Çok gençti Azime Hanım ve yaşadıkları onu yıpratmamış bilakis hayata bağlamıştı. O güçlü bir kadındı... Berra’nın eve gelişiyle hayatları değişmiş, ev şenlenmişti. Bir gün gelen acı haberle hepsi sarsıldı. Esra’yı da kaybetmişlerdi. Bu zavallı kız ne olacaktı şimdi? Ailenin kimi kimsesi de yoktu. Azime Hanım, cenazelerin defin sürecinde vermişti kararını, bırakmayacaktı bu kızı. Fikrini eşi Müfit Bey’e açıklayınca o da bu kararı onayladı. Yaşanan uzun bir süreçten sonra artık evlat edinme işlemi gerçekleşmişti. Şimdi bir oğlu bir de kızı vardı Azime’nin. Onun yetiştirilmesinde Azime Hanım, Müfit Bey ve Toprak el birliği ile çalışmışlardı. Toprak, sevdiğinin yadigârı kardeşini her gün arıyor, gittiği her ülkeden ona bir şeyler getiriyordu. Berra büyüyünce kendisine tüm olanları anlattıklarında, önce şaşırmış, ağlamış sonra da ona gerçek bir ana-baba şefkati gösteren bu aileye hayran kalmıştı. Hele de müzisyen olan ağabeyi Toprak’ı çok seviyordu. İyi ki onlarla birlikteydi. Gece karanlık ve yıldızlıydı. Genç yaşta hayatı komediden trajediye dönen Toprak, gençlik yıllarında yaşanan o karantina günlerinde uyarıları dikkate almayıp “Biz genciz, virüs bize vız gelir.” düşüncesiyle sorumsuzca hareket etmiş ve büyük bir bedel ödemişti. Sevdiği bir çok insanı kaybettiği gibi o şimdi bir pasif Covid-19 taşıyıcısı idi. O dönem hastalık tam çözülememişti, birçok ülke aşı bulduğunu iddia ediyordu ama ülkemizde bu konuda tedaviye başlanması epey bir zaman almıştı. Hastalıkla ilgili dahi tam bilgi yoktu. Taşıyıcı olmak ne demekti peki? Bir görüşe göre bu, taşıyıcının bağışıklık sistemiyle alakalı bir durumdu bu. Kişinin bağışıklık sistemi virüsü baskılamakta yeterince başarılı olamadığından yaymaya devam etmesinden kaynaklanıyordu. Alternatif görüşe göre ise bağışıklık sistemi çok güçlü olduğu için taşıyıcı hiç bir semptomu göstermeden hayatına devam ediyor ve virüsü yayıyordu. Fakat muhtemelen bunu yüksek oranda virüse maruz kalma ya da farklı patojenler tarafından enfekte olma gibi birden fazla etken belirliyordu. Kesin olan şey ise kimin süper taşıyıcı olacağının kimin olmayacağının önceden bilinemeyeceğiydi. Yapılan test sonuçlarına göre tedaviye başlamıştı Toprak... Bunların olduğu dönemden kısa bir süre önce Leyla ile küçük bir kırgınlık yaşamışlar ve Esra ile görüşme sürecinden dolayı eskisi kadar bir araya gelmez olmuşlardı. Leyla da bu sürede Rüzgâr ile matematik çalışmaya başlamıştı. Tabii ki kamera ile uzaktan eğitim şeklinde. Rüzgâr, o dönem üniversitede okuyordu. O da karantina nedeniyle evdeydi. Geçen süreçte Leylanın üniversiteyi kazanıp başka şehre gitmesi, orada çalışmaya başlaması, Toprak’ın tedavi için Asmabahçe Şehir Hastanesinde karantinaya alınması derken zaman su gibi akıp gitti. Dördüncü bölüm sonu |