... Her anneme geldiğimde koca valiz odanın bir köşesinde durur, iki-üç hafta dağıt toparla, dağıt toparla örüntüsü tatil bitene kadar devam ederdi. Daha gelmeden annemle telefonda konuşurken "şu benim dolabın içindekileri boşaltıver anne, gelince kıyafetlerimi içine yerleştiririm hem valiz ortalıklarda durmaz, hem daha düzenli olur oda" dedim. "Sen gelince bakarsın, hepsi senin eşyan, ben hiçbirini atmaya kıyamam" dedi. Geldiğim günün akşamı döktüm dolabın içindeki bütün eski kıyafetlerimi yatağımın üstüne. "Bunu daha giymem, bunun modası geçti, bu artık dar olur bana, aa bu en sevdiğim elbisemdi, dur şunu bir deneyeyim"le geçen bir saatin sonunda gardrop artık bomboştu. Annem bir poşetin içinde takı tokalarlarımı toplamış, ikinci çekmeceye saklamıştı. "Kullanmadığın ne varsa onlara da bir bak istersen" dedi. Açtım baktım hepsine. Kutusunda yepyeni duran hiç kullanmadığım küçük el aynam vardı. Kapağı özel işlemeli. İş arkadaşım Hasan abi 20. yaş günümde hediye etmişti bu aynayı bana. O zamanlar anlamını bilmezdim. Daha sonraları öğrendim ki Osmanlı’da ayna hediye etmek bir gelenekmiş, "sana senden daha güzel bir hediye bulamadım" anlamına gelirmiş. Pek hassas ve kibar bir adamdı, yâd ettim Hasan abiyi aynada kendime baktığımda. Bir başka siyah kutunun içinde gümüş bileklik, küpe ve kolye takımım kararmış, eskimiş, küsmüş, biraz da unutulmuş gibi zarifçe uzanıyordu. Erzurum’un meşhur Oltu taşı tasarımıydılar. Anlaşılan parlatılmaya ve bakıma ihtiyaçları vardı. Ve bir kol saati ilişti elime. Kendimi ne kadar da kötü hissettim. Henüz ayrılmadan önce bileğinden çıkartıp bana hediye etmişti. Ben ağlarken de sırtımı sıvazlayarak çekip gitmişti. Pek kıymetli bir saatti. Zamanında ne birine verebilmiş, ne de çöpe atabilmiştim. Ne zaman akrep ve yelkovan artık hareketini sonlandırdı, işte o zaman benim de kalbim toparlanmıştı. Doğru ya, zaman herşeyin ilacıydı. Anıları yine poşetleyip zulaladım çekmecenin bir tarafına. Kıyafetlerimi yerleştirdim ta ortaokuldan kalma dolabımın raflarına. Akşam yattım, uyudum ama sabah bir uyandım ki boynum tutulmuş, belim yamulmuştu. Evet yatağımda ta orta okul yıllarımdan kalmıştı. Her sabah işe giderken niye yorgun argın kalktığımı anca şimdi anlayabildim. "Anne bu külüstür yatakları da bir değişsek mi acaba" dedim. "Niye ki, ben üstüne iki kat kalın battaniye serdim, belin ağrımasın diye" söylendi. Bizim evden kolay kolay pek birşey atılmaz, 30 yıllık vitrinimiz, vitrindeki bardaklar, masası, sandalyesi, halısına varıncaya kadar. Belki de anıları saklama huyum annemden geçmiştir bana, kim bilir? |