- 456 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
AMELDE HANEFİ MEZHEBİ İMAMIMIZ İMAM-I AZAM EBU HANİFE RA.HZ.LERİNİ TANIYALIM.....
İmam’ın ismi en-Nu’mân.Baba adı “Sâbit”, künyesi “Ebû Hanîfe”, en meşhur lakabı “el-İmâmu’l A’zam”dır.Şeceresi: en-Nu’mân b. Sâbit b. Nu’mân b. Merzubân b. Zûta b. Mâh şeklindedir.
Çoğunluk Kûfe’de doğduğu kanaatindedirler. Doğum tarihinde Abdulmelik b. Mervân (ö.86/705) döneminde doğduğu şeklindeki görüş genel bir kabul görmüştür. Hicrî 61, 62 ve 70 yıllarında doğmuş olduğuna dair görüşler de vardır.
İmam-ı Azam Ebû Hanîfe Fârisî kökenlidir. Arap kökenli olup nesebinin Ensarlı Zeyd b. Esed (ö. ?)’e dayandığı hatta yaşadığı bölgede Türk kabilelerinin yaşamasına nazaran Türk asıllı olabileceği öne sürülmüştür.
Ailesinin aslen Nesâ’lı, Enbâr’lı, Kâbil’li,Bâbil’li, Tirmiz’li olduğu şeklinde nakiller vardır. İlgili rivayetlerden ailesinin köken itibarıyla Afganistan’ın Kâbil bölgesinden hareketle adı geçen şehirlerde konaklayarak en sonunda Kûfe’de karar kıldıkları anlaşılmaktadır.
Ailesinin varlıklı bir aile olduğu, bez ve hazır elbise ticaretiyle uğraştıkları bilinmektedir. Ailesinin, kardeşlerinin ve diğer akrabalarının isim ya da kimlikleri hakkında kaynaklarda bir bilgi bulunmamaktadır.
İmamı Azam Ebû Hanîfe iki evlilik yapmıştır. Evliliklerinden Hammâd isimli bir oğlu ve ismini tam tespit edemesek de bir kızı olmuştur.
Çocukluk günleri el-Haccâc b. Yûsuf (ö.95/713)’un Irak valiliği günlerine (75-95/693-713) rastlar.Daha küçük yaşlarda çarşıyla ve ticaretle tanışır. Diğer yandan da beş veya yedi yaşlarında iken sahabi Abdullâh b. Ebî Evfâ’yı (ö.87/705) görür.
Sahabi Enes b. Mâlik’i (ö.93/711)’de yine bu yaşlarda görmüş olmalıdır. Onaltı yaşlarına geldiğinde babası onu beraberinde hacca götürür. Mekke’de Sahabeden Abdullâh b. el-Hâris (ö. ?)’i görür, ondan hadis dinler. Buna göre onaltı yaşlarında iken babası daha sağdır. Annesi ise İmam, Emevilerin zulümden kaçarak Mekke’ye hicret edinceye kadar hayattadır.
Çarşıya devam ettiği günlerde bir yandan ticaretle meşgul olurken, bir gün eş-Şa’bi’yle (ö.103/721) bir araya gelir. İlim tahsiliyle meşgul olmadığını öğrenen eş-Şa’bî ona ilim tahsiline yönelmesini tavsiye eder ve şöyle der: “İlimle meşgul ol ve ulemânın ders halkalarına devam et. Ben sende ilim için uygun bir zeka ve kabiliyet görüyorum.”
Eş-Şa’bî’nin bu nasihati üzerine ilme yönelir. İlme yönelmesinden sonra dînî tartışmalara katılmaya başlar. Bunun için kelâmın revaçta olduğu Basra’ya defalarca gider. Bu sıralar (yaklaşık olarak 100/718) Kûfe mescidinde bir de “kelâm halkası” oluşturur. Ve bir kelâmcı olarak parmakla göserilecek kadar meşhurlaşır.
Beş altı sene kadar sürmüş olduğu anlaşılan bu tartışmalarla dolu günler sırasında, onun kelâmda olduğu gibi diğer ilimlerde de mâhir olduğunu sanan çarşı esnafı ona fıkhî meseleler ile ilgili sorular sorarlar.
Kûfe mescidindeki kelâm halkasına da gelip ona fıkhî sorular yöneltenler olur. Arkadaşlarıyla birlikteyken amelî bilgilerde yetersiz olduğunu görmesini sağlayan olaylar cereyan eder. Bir yandan da kelâmla uğraşanların hevâlarının esiri olduklarını, Kur’an ve Sünnet’e Selef gibi sarılmadıklarını, Selefin metodlarından uzak olduklarını, üzerlerinde salihlerin simâsı olmadığını, yaşantılarının onların yaşantısına benzemediğini farkeder.
Bunun üzerine kelâmla uğraşmayı terk edip (yaklaşık olarak 102/720) kendisini ticarete verir. Ama bu sıralarda gördüğü bir rüya üzerine tekrar ilim tahsiline geri döner.
İkinci defa ilim tahsiline yönelmesi sırasında bu defa bütün ilimleri faydaları açısından inceler. Ve aralarında en faydalı ilim olarak fıkıh ilmini seçer. El-Mekkî ve el-Kerderî’nin nakillerine bakılırsa dönemindeki fakihleri ziyaret edip onların hakkında bir incelemede bulunmadan Hammâd b. Ebî Süleyman’ın (ö.120/737) meclisinde karar kılmamıştır.
On sene kadar Hammâd’ın meclisine devam ettikten sonra bir ara (yaklaşık olarak 112/730) ayrılıp kendi meclisini kurmaya karar verir. Ama o günlerde karşılaştığı bir takım olaylar onu bu kararından vazgeçirir ve hocasına vefât edinceye kadar bağlı kalır.
Hocası Hammâd Hz.leri vefat edince önde gelen talebelerinden Muhammed b. Câbir, (ö. ?), Ebû Bekr en-Nahşelî (ö. ?) ve Ebû Bürde el-Atabî (ö. ?) önce Hammâd’ın oğluna ders halkasının başına geçmesini teklif ederse de o bu işi yürütemez ve Hammâd’ın meclisinin imamlığı İmamı Azam Ebû Hanîfe’ye teklif edilir. İmam: “ilmin kaybolup gitmesini istemem” deyip görevi kabul eder. (yaklaşık olarak 120/737). Ve böylece onun ölünceye değin sürecek tedris hayatı başlar.
İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’nin, hocası Hammâd’ın yerine ders halkasının başına geçmesinden kısa bir süre sonra 121h’de Zeyd b. Alî (ö.122/730)’nin Emevi halifesi Hişam b. Abdilmelik (ö.125/742)’e kıyamı gerçekleşir.İmamı Azam Ebû Hanîfe bu kıyamı Rasulullah (sas)’ın Bedir’deki çıkışına benzetip mali yardımda bulunur.
Bununla birlikte Emeviler bu olaydan dokuz yıl sonrasına kadar, ona dokunmazlar. Zeyd b. Ali’den sonra Yahyâ b. Zeyd (ö.125/742)’in 124 h.’lerde Horasan’da, ardından meşhur Harici ed-Dahhâk (ö.128/745)’ın[45] 127 h.’lerde peş peşe gelen isyanları Emevilerin Ebû Hanîfe ve benzeri ûlemeya tavır almalarını engellemiş olmalıdır.
O dönemin Irak valisi İbn-u Hubeyrâ (ö. ?) başta Ebû Hanîfe olmak üzere diğer ulemâyı susturmak için onlara devlet görevleri teklif eder. Kabul edenler yönetime karşı tenkidlerinde inandırıcılıklarını yitireceklerdir. Kabul etmeyenlerin başında İmamı Azam Ebû Hanîfe gelir. Ve hapsolunur.Her türlü eziyet yapılırsa da İmam kararından dönmezse şöyle der:
“Bana Vâsıt mescidin kapılarını say dese, onu bile kabul etmem.”
Bütün yolları denemesine rağmen İmamı Azam Ebû Hanîfe’yi ikna edemeyen vali, onu arkadaş ve dostlarıyla istişare etmesi için salıverir. İmam da bir fırsatını bulup Mekke’ye hicret eder.Bu olay o elli yaşlarındayken 130 h. yıllarında gerçekleşir. Yönetim Abbasilere geçinceye kadar Mekke’de kalır. İkinci Abbasi halifesi el-Mansûr (ö.158/773) döneminde 136 h.’de altı senelik Mekke hayatından sonra Kûfe’ye geri döner.
Önceleri el-Mansur’la ilişkileri gayet olağandır. Halife onu saygıyla karşılayıp izzet-i ikramda bulunur, ilmini över, Onu “dünyanın en önde gelen fakihlerinden” olarak niteler, kendisine yakın tutmak ister. Ama İmam:
“Beni kendine yaklaştırırsan fitnelendirirsin, uzaklaştırdığın takdirde de bana cefa ve eziyet edersin” deyip usûlünce bundan kaçınır.
Sonraki dönemlerde aradaki köprülerin atılmasına, ilişkinin bozulup, güvenin zedelenmesine bakılırsa halifenin onu Câfer es-Sâdık’la (ö.148/765) münazara etmesi için yanına davet etmesi, hanımıyla arasında çıkan bir anlaşmazlığı halletmesi için ona başvurması, Basra isyanı, Musul halkının emanlarının durumu ve Haricilerle barış yapılması halinde uygulanacak hukukî ölçüler üzerine onunla istişareleri hep bu dönemde gerçekleşmiş olmalıdır.
Zulmetmeye başlaması üzerine el-Mansûr’la ilişkileri gerginleşir. El-Mansûr’la İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’nin arasında geçen emanlarıyla ilgili konuşmadan sonra halifenin şu sözleri ilişkinin bozulmasının ilk habercilerindendir:
“Ey Şeyh, doğru olan senin söylediklerin… Şimdi memleketine dön ve halkı imamına karşı kışkırtacak şekilde fetva vermekten de uzak dur. Her ne kadar daha önceleri fetvadan men edilerek ihtar edilmişse de bu ona yapılan ilk en ciddi ihtar olmuştur.
114 h.’lerin sonlarına doğru el-Mansûr önceleri kendisinin de imam olarak biat ettiği Muhammed b. Abdillah (ö.145/762)’a ve kardeşi İbrahim’e (ö. 145/762) karşı tavır alıp, Ehl-i Beyt mensuplarını siyasi takibe tabi tutarak işkence etmeye başlayınca Ebû Hanîfe de açıkça halifeyi hedef alan eleştiriler yapmaya başlar. El-Mansûr’un isyancıları öldürme planlarına onun huzurunda karşı çıkar ve bunun yanlışlığını şer’an ispat eder. Abbasi yönetimine muhalif tavrı bunlarla da kalmaz.
Medine’de kıyam eden Muhammed b. Abdillah’a biat eder. Onun öldürülmesi üzerine halkı Basra’da kıyam eden İbrahim b. Abdillah’ın saflarına katılmaya davet ve teşvik eder.Gizlice İbrahim’le mektuplaşır, onu Kûfe’ye davet eder. el-Mansûr hilafetini meşruiyeti üzerine tartışmaların yaygınlaştığını görünce İbn-u Ebi’z-Zî’b (ö.158/773) İmam Malik (ö.179/794) Ebû Hanîfe, el-A’meş (ö.148/765) ve Süfyan es-Sevrî (ö.161/776) gibi ulemâyı huzurunda toplar ve görüşlerini sorar.
İmam-ı Azam Hz.leri bu görüşmede de inandığı doğruları olduğu gibi en net bir şekilde belirtip şöyle der: “Hilafet makamına geçtin ama üzerinde şûra ehlinden iki kişi dahi ittifak etmediler. Halbuki bu makama müminlerin meşvereti ve rızalarıyla gelinir.” Bu cevap üzerine ilişkiler kopar.
El-Mansûr, İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’yi kendi safına çekemediği için zaten ona kızgın iken, onun gelişen olaylarda bir siyasi lider gibi davranması, halifeye karşı tavır koyup muhaliflerini desteklemesi, onlarla yazışması, yönetimin şer’an meşru olmadığını söylemesi, hatta el-Mansûr’un en seçkin komutanlarından Hasan b. Kuhtuba’yı yönetimin zulümlerine alet olmaktan uzak durması hususunda ikna etmesi bu kızgınlığı düşmanlığa dönüştürür ve el-Mansûr, İmamı Azam Ebû Hanîfe’yi öldürmeye azmeder.
Halk tarafından sevilen İmamı Azam Ebû Hanîfe’ye 148 h. yılında Kûfe kadısı İbn-u Ebî Leylâ (ö.148/765)’nın ölümü üzerine Mıs’ar b. Kidâm (ö.155/775), Süfyan es-Sevrî (ö.161/ 776) ve Şerîk (ö.177/792) ile birlikte kadılık teklif eder. İmam Mevâli-den olduğunu, Arapların bu sebeple kararlarına uymak istemeyeceklerini bahane edip bu teklifi savuşturur. Ve kadılık Şerîk’in üzerine kalır. Sebebini tespit edemiyorsak da yine bu günlerde ikinci ve üçüncü defalar fetvadan geçici olarak men edilir. Vefatından kısa bir müddet önce Bağdâd’a davet edilir. Ve üçüncü defa kadılık teklif edilir.
Adaylar arasında yine Süfyan es-Sevrî ve daha önce kadılık yapıp azledilen Şerîk vardır. İmam’a Bağdat, Basra ve Kûfe kadılıkları teklif edilir. Ama o görev kabul etmemekte ısrar eder. Karşılıklı yeminleşmeler olur ve neticede hapsedilir, işkenceye tabi tutulur. İstenilen elde edilemeyince bir müddet için hapisten çıkarılır ve fetva vermeye zorlanır.
Kendisine meseleler gönderilir ve halletmesi istenir. Bunu yapmayınca tekrar hapsedilir ve işkenceye devam edilir. Araya giren bazı vezirlerin tavsiyesi üzerine hapisten çıkarılıp bir evde zorunlu ikamete tabi tutulur. Dördüncü defa fetvadan men edilir. Derslerine devam etmesi de engellenir Bir müddet bu hal üzerine kaldıktan sonra (150/ 767) yılının Recep ayında Bağdat’ta vefat eder.
İmamı Azam ra., Bağdat’a çağırılıp kadılık teklif edildiğinde cumhurun tercihine göre yetmiş, diğer bazı rivayetlere göre seksen yaşlarındadır. Buna binaen tarihçiler ölümüne sebep olarak maruz kaldığı işkence ve eziyetleri göstermişlerdir.Halifenin emriyle kendisine içirilen zehir sebebiyle öldüğüne dair ifadeler de kaynaklarda mevcuttur.(1)
***
İMAM-I A’ZAM (R.A.)HZ.LERİ’NİN NEBÎ(S.A.V.)’E VE ASHÂB (R.A.E.)’E BAĞLILIĞI MÜKEMMELDİ:
İmâm-ı Zerencerf şöyle derdi: İmâm-ı A’zâm (r.a.)’in içtihadı dâima Hazret-i Sıddîk (r.a.)’in kavilleriyle amel etmek üzereydi; çünkü Hazret-i Sıddık (r.a.) en fazîletli, en âlim, en verâlı, en zâhid, en takvâlı, en fakîh, en âbid, en cömert ve en sehâ sahibi idi. İmâm-ı A’zâm (r.a.) de tabiî nin en âlim, en fakîh, en zâhid, en âbid ve en cömerti idi. Ve Hazret-i İmâm’ın hadîs-i şeriflere ve eserlere uyması diğer insanlardan daha fazlaydı. Kendisine hadîs ve eserler (Sahabe kavilleri) getirildiği zaman, kıyâstan vazgeçer, hadîs ve eserlere döner kıyâsla amel etmez, hadîs ve eserlerle amel ederdi.
Hazret-i İmâm baş parmağın diyeti öbür parmaklardan fazladır, buyurmuşlardır. Ne zaman ki Hazret-i Peygamber (s.a.v.) “Bütün parmaklar eşittir” Hadîsi kendisine ulaştı: Hazret-i İmâm önceki kavlinden geri döndü. Nitekim Hazret-i Sıddîk (r.a.) ‘Burnun diyeti kulaklardan fazladır’ demiştir; çünkü kulakları sarık kapatır ancak burun ortada kalır. O zaman burna diyeti fazla koyarım, dedi.
Hazret-i Peygamber (s.a.v.) “İki kulağa diyet gerekir” Hadîsi kendisine ulaştığında, kulaklarda da tam diyet olduğu için önceki kavlinden geri döndü. Ayrıca Hazret-i İmâm-ı A’zâm hayız süresi en fazla on beş gündür derdi. Enes (r.a.)’den İmâm’a “Hayız Uç günle on gün arasıdır, daha fazlasıözür kanıdır” Hadîsi ulaşınca önceki kavlinden geri döndü.
Halef İbnü’l-Ahmer dedi ki: Hazret-i İmâm bayram namazından önce ve sonra namaz kılmazdı. Bir zaman sonra bayram namazından sonra namaz kıldığını gördüm. Bunu İmâm’a sordum. Bana Hazret-i Alî (r.a.)’den bayram namazından sonra dört rek’at namaz kıldığı haberi geldi, ben de ona uydum, diye cevâb verdi. Ve yine İmâm-ı A’zam çoğu mes’elede, kıyastan Sahabenin sözüne dönmüştür.
Bu da Hazret-i İmâm’ın Sahabe sözünü kıyâstan öne aldığını gösterir, İmâm-ı A’zâm Hazretleri’nin: “Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’den gelen hadîsleri başımız üstüne kor ve gözümüzün önünden ayırmayız” sözü de, Hadîs-i Şerîflere son derece değer verip Mezhebine esâs kabul etmiş olduğuna şâhidlik eder.
İMÂM-I A’ZÂM (R.A.)’E ÖVGÜLER:
İmâm-ı A’zâm (r.a.) hakkında Muâfâ el-Mevsılî şöyle de-miştir: “Onda on haslet bir araya gelmişti. Bunlardanyalnız birisi her kimde bulunsa yüce saadeti elde edeceği muhakkaktır. Bunlar: Takva, hâlis niyyet, iffetlilik, insanları idare etme, samîmi dostluk, faziletlere özen, sürekli tefekkür, isabetli söz söyleme, zayıflara yardım.”
İmâm-ı Züfer (r.h.) şöyle der: “Yirmi yıldan fazla İmâm’ın meclisinde bulundum, İmâm’dan başka halka daha güzel nasîhat eden ve daha şefkatli davranan bir kimse görmedim. Nefsini Allâhü Te’âlâ için feda eder, gündüzleri mes’eleler ile meşgul olur, mes’eleleri çözer, ders ta’lîmi ile uğraşır ve gelen sorulara cevâb verir, meclisinden kalkınca hastaları ziyarete ya da cenazeye giderdi yâhûd fakirlerin hâlini sorar ve onların ihtiyâçlarını karşılardı. Gece olunca Kur’ân tilâveti, ibâdet ve namazla meşgul olurdu. Âhirete irtihâl edinceye kadar hâli buydu.”
İmâm EbÛ Yûsuf (rh.a.) şöyle söylerdi: “Anne ve babamdan önce üstadım İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe (r.a.)’e duâ ederdim. Kendileri de anne babasına duâ etmeden üstadı Hammâd için duâ ederdi, ilim ve ahlâk olarak ne kazandıysak ondan kazandık. Çünkü O Allah (c.c.)’nün inâyetiyle ilim, sâlih amel, cömertlik ve gönül zenginliği gibi Kur’ân-ı Kerîm’in emrettiği bütün güzel ahlâk ve edeb ile nefsini donatıp şahsiyetini süslemişti.”
ibrahim b. Muâviye de: “Ehl-i Sünnet yolunun tamamlayıcı şartlarından biri de Ebû Hanîfe (r.a.)’i sevmektir. Ebû Hanîfe (r.a.) adaleti temsil eder ve onunla hükmederdi, insanlara ilim yolunu gösterip mes’elelerini çözümlerdi” derdi.(2)
İMÂM-I A’ZÂM EBÛ HANÎFE (R.A.)’İN ZÜHD VE TAKVALARI:
İbnü’l-Mübârek (rh.a.) şöyle anlatır: “Kûfe’ye ilk gelişimde, “Burada zühd ve takva yönüyle herkesten üstün bir dereceye sâhib olan kimdir?” diye sordum. Herkes beni İmâm-ı A’zâm (r.a.)’e gönderdi. Değerli sohbetlerinde bulunduğum sırada sözü edilen özelliklerin izlerini defalarca gözlemledim. Hattâ bir câriye almayı istediği hâlde şübheden uzak olan cinsi öğrenmek için on seneden fazla bu işi bilenlerle istişarede bulundu.
Kendisinden daha zâhid ve dîndâr bir kişi nasıl bulunabilir? Çünkü sınırsız mala kavuşabilmeye vesîle olan makam ve mevkî, defalarca kendisine sunulup teklîf edildiği hâlde asla kabul etmedi. Hattâ herkesin can attığı böyle makam ve mevkîleri kabul etmediğinden, ezîyet ve tehdîdin çekilemeyecek neticelerine karşı sabır ve sebat gösterdi. Şiddetli sıkıntı içinde mesleğinden zerre kadar sapmadı.
Hafs (rh.a.) der ki: “Ebû Hanîfe (r.a.)’in otuz sene sohbe-tinde bulunduğum hâlde içinde gizlediği şeyin aksini yaptığını asla görmedim. Kalbine gelen bir şübheden kurtulmak için gerekirse bütün malını infâk ederdi. Bir seferinde ortaklarından birine, ayıbını göstermek kaydıyla satış yapmasını şart koşarak gönderdiği bir elbisenin ayıbı gösterilmeyerek satılmasından dolayı kendi akçesi içine karışan otuz bin dirhemi tamamen infâk etmiş, sonra da adı geçen ortakla da ortaklığı bitirmiştir.”
Mekkî b. İbrâhîm, Hasan b. Salih, Nadr b. Muhammed ve Yezîd b. Harun’dan nakledilenlerden, İmâm-ı A’zâm (r.a.)’in ömrünün sonuna kadar bütün şübhelerden kaçındığına dâir görüş birliği olması, o asırlarda bulunan binlerce âlim arasında takva yönünden bir benzerinin bulunmadığına delâlet eder.(3)
İMÂM-I A’ZÂM (R.A.)’İ DİĞER İMAMLARDAN AYIRAN SEÇKİN NİTELİKLERİ:
Sahabe (r.a.e.)’den bir toplulukla görüşmüştür. Çeşit-li yollardan rivayet olunan “Beni görenlere, beni görenleri görenlere ve de onları görenlere ne mutlu!” sahîh Hadîsindeki övgüye nail olmuştur.
“Asırların en hayırlısı benim asrımdır, sonra benim asrımdan sonra gelendir.” Hadîsinde övülen çağda dünyaya gelmiştir.
Tabiîn büyüklerinin döneminde ictihâd ve fetva ile uğraşıyor olmasıdır. Hattâ şöyle bir rivayet vardır: “A’meş Haz-retleri, hacca niyet ettiğinde haccın menâsikini yazması için İmâm-ı A’zâm (r.a.)’e bir kişi göndermiş, arkadaşlarına da “Haccın menâsikini Ebû Hanîfe (r.a.)’den okuyunuz; çünkü farz ve nafileleri O’ndan daha iyi bilen bir kişi bilmiyorum.” demiştir.” İmâm-ı Ameş gibi bir kişinin bu konudaki şâhidliği göz önünde bulundurulmalıdır.
Çağdaşı Amr b. Dînâr gibi büyük âlimler kendisinden Hadîs rivayet etmişlerdir.
İmâm-ı A’zâm (r.a.)’in talebelerinin benzeri başka imamlarda bulunmaz. Hattâ İmâm-ı Vekî (r.a.)’in yanında edebsiz birisi: “Ebû Hanîfe falan mes’elede hata etmiştir” deyince, Vekî o adamı azarlayıp “Böyle sözler söyleyen hak- kında “Onlar sübhesiz hayvanlar gibidir, belki daha da sapık yolludur” (Furkâns.44) Âyet’ini söylemek doğru olur” cevâbını vermiştir.
Fıkıh ilmini ilkönce tedvîn ederek bugünkü şekliyle baş-lıklara ve fasıllara göre düzenleyen İmâm-ı A’zâm (r.a.)’dır.
Başka mezheblerden iz bulunmayan dünyanın çeşitli memleketlerinde bile Hanefî Mezhebi yayılmıştır.
Kendisinin ve talebelerinin ihtiyâçlarını kendisi karşılar başkalarından hediye kabul etmezdi.
Âhirette hesaba çekilme korkusuyla yüksek maklamları kabul etmeyerek hapisde şahadet rütbesini seçmiştir.(4)
İMÂM-I A’ZÂM (R.A.) HADÎS İLMİNDE DE ZİRVEDEYDİ:
İmâm-ı A’zâm (r.a.), başta Tabiîn imamları olmak üze-re dört bin kadar kişiden Hadîs dinlemiş ve bu ilmi büyük bir i’tinâ ile öğrenmiş olduğundan, İmâm-ı Zehebî ve onun gibi meşhur tarihçiler yanında, hafız muhaddisler tabakası-na dâhildir. O’nun Hadîs ilmine az i’tinâ gösterdiği şeklinde yanlış düşünceye sâhib olanlar, bilgisizliklerinden veya hasedlerinden dolayı böyle bir hataya düşmüşlerdir.
Sayılamayacak kadar fıkhî mes’elelere dâir hüküm çıkaran ve Fıkıh ıstılahlarını ortaya koyan bir zâtın bu önemli hususla fazlaca meşgul olmaları sebebiyle Hadîs neşretmeye vakit bulamamıştır. Nasıl ki Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) halkın işlerini yoluna koymakla uğraşmalarından ötürü, rivayet ettik-leri Hadîs-i Şerîfler, diğer sahabeler (r.a.e.)’in rivayet ettiklerine oranla azsa, İmâm-ı Mâlik ve Şafiî (r.a.)’nın durumu da böyledir. Onlar da İmâm-ı A’zam (r.a.) gibi ictihâd ile meşgul bulundukları için neşrettikleri Hadîs sayısı çok fazla değildir.
İmâm-ı A’meş Hazretleri’ne birtakım mes’eleler sorulduğunda, o sırada yanında bulunan İmâm-ı A’zam (r.a.)’e hitaben: “Şu mes’elelerin cevâbını veriniz” dedi. İmâm-ı A’zam (r.a.) de güzel bir şekilde mes’eleyi halledince A’meş (r.a.)’in: “Bu cevâbları siz nereden çıkarıyorsunuz?” diye şaşkınlığını ifâde etmesi üzerine: “Sizden dinlediğim Hadîslerden” deyip zikredilen Hadîsleri senedleriyle beraber okumaya başladı.
Birçoğunu açıkladıktan sonra A’meş (r.a.) şöyle dedi: “Okuduklarınız kâfidir. Benim bir ayda öğrendiğim bunca Hadîsi bir anda bana okuyorsunuz. Bu Hadîslerin gereğine tam anlamıyla uyduğunuzu zannetmezdim. Ben bilirim ki büyük fakîhler hâzik tabîblere benzerler; bizler (yani muhaddisler) de eczacı ve attârlara benzeriz. Ey Ebû Hanîfe! Sen ise her iki kesimin de özelliğini bir arada toplamışsın.”(5)
OLDUM DEMEK ÖLDÜM DEMEKTİR:
Bir gün İmâm Ebû Yûsuf (r.h.) hasta oldu. İmâm-ı A’zâm (r.a.) defalarca ziyaretine gitti. Bir gün vardığında hastalığının arttığını gördü, İmâm-ı A’zâm (r.a.): “Benden sonra Müslümanlar için buna ümid bağlamıştım. Şâyed vefat ederse bununla ilmin çoğu ölür dedi. İmâm Ebû Yûsuf bu hastalıktan sıhhat bulunca nefsine enâniyet geldi. Büyük bir meclis oluşturdu,
İmâm-ı A’zâm (r.a.)’e Ebû Yûsuf’un meclis kurduğu haberi ulaşınca birini İmâm Ebû Yûsuf’a gönderip şu mes’eleyi Ebû Yûsuf’a sor, dedi. Mes’elâ, “Biri, elbise temizleyicisine bir elbise verse sahibi elbisesini isteyince temizleyici aldığını inkâr etse sonra elbiseyi temizlenmiş olarak sahibine getirse ve elbise sahibinden ücret talep etse. Ücret vermek lâzım mı, değil mi? Ücret vermek vâcib olur derse hatâ ettin de. Eğer ücret vermek caiz değildir diye cevâb verirse “Yine hatâ ettin de” dedi.
O kişi İmâm Ebû Yûsuf’a varıp söylenen mes’eleyi sordu, İmâm Ebû Yûsuf ne cevâb vereceğini bilemedi şaşırıp kaldı. Bunun üzerine hemen kalkıp İmâm-ı A’zâm (r.a.)’ın huzuruna vardı, İmâm-ı A’zâm (r.a.), “Seni buraya temizleyiciye dâir olan suâlden başkası getirmemiştir dedi.
Ve dedi ki: “Sübhânallâh, biri meclis kurup din ilmini öğretsin; ama ücretlerle ilgili bir mes’eleye cevâb vermeye kadir olamasın.” Ebû Yûsuf, ey İmâm, bana temizleyicinin ücreti ile ilgili suâlin cevâbını öğret, dedi. İmâm-ı A’zâm (r.a.) dedi ki: Temizlemeden inkâr ettiyse inkârdan sonra kendisi için temizlemiş olur, ücret gerekmez. Temizledikten sonra inkâr ettiyse ücret gerekir; çünkü sahibi için temizlemiş olur. Sonra İmâm-ı A’zâm (r.a.) dedi ki: “Her kim ben ilim öğrenmeyi tamamladım zannederse işte o kişi kendisi için ağlasın.”(6)
İmâm-ı Şâfii (r.h.)’ın İmâm-ı A’zâm (r.a.)’a yazdığı beyitler:
Numân’ı tekrar tekrar anlat
Ki sen anlattıkça misk saçarcasına kokular yayılır.
Büyük sofralar kurarlar büyükler, ziyafet onlarındır
Bize onların artıkları ve bir hoş tat kalır…(7)
İMAM-I AZAM EBU HANİFE (R.A.),KUR’AN VE SÜNNET VARKEN AKLI ÖNE ALMAMIŞTIR:
Her müctehidin Kur’ân’dan, Sünnet ve islâm’ın maksad-larından yararlanarak çıkarmış olduğu kaideler ve bunlardan yola çıkarak Mezhebini temellendirdiği usûlleri vardır. Fakat müctehid bunları çok ince ve titiz bir ayıklama ve inceleme-den sonra koymuştur. Müctehid bu kaide ve usûllere birkaç sene zarfında ulaşamaz. Aksine hayâtı boyunca öğrendiği ve hayâtının sonuna kadar ayıklamaya devam ettiği bilgilerin özünden yararlanarak çıkarır.
Ebû Hanîfe (r.a.) de böyledir. Çünkü o Mezhebinin genel kaidelerini bu kaynaklardan elde etmiş ve herkese ilan ederek şöyle demiştir: “Ben herhangi bir olayın çözümünü bulmak istediğimde önce Yüce Allah’ın Kitâbı’na bakarım. Onda bulamazsam Resulü (s.a.v.)’in Sünnetine bakarım.
Eğer çözüm Resûlullâh (s.a.v.)’in Sahâbe’sinden geliyorsa beğendiğimi alırım. Ancak verdiğim hüküm, Sahâbe’lerin hepsinin verdiği hükmün dışına çıkmaz. Eğer görüş tabiînden geliyorsa onlar âlimse biz de âlimiz” (Kendileri tâbiîndendir.)
Ebû Hanîfe (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sahîh bir Hadîsini bulduğunda hiçbir şekilde onu bir yana bırakıp, başka bir hüküm vermezdi. Ancak Hadîs’in hükmü kaldırılmış veya te’vîl edilmişse o zaman tesbît ettiği genel esâslara katmak için o Hadîs’i te’vîl etmek zorunda kalırdı.
Ebû Hanîfe (r.a.)’in Hadîs’leri reddettiği (veya bir kenara itip aklıyla hüküm verdiğini) söyleyen câhil ve iftiracıdır.
Ebû Hanîfe (r.a.)’in Mezhebinde kural “Nass (Kur’ân ve Sünnet) varken kıyâs olmaz” şeklindedir.
Günümüzde bazı kimseler “İslâm Dîni akıl ve mantık Dînidir” diyerek, aklı ve düşünceyi kendilerine Dîn ve yol gösterici olarak kabul etmişler, buna da Ebû Hanîfe (r.a.)’i âlet etmişlerdir. Ebû Hanîfe (r.a.)’in tutumu ise ortadadır.
Bu kimseler, dinimizde birlik beraberlik esâs olduğu hâlde, çeşitli seviyedeki akıl ve düşüncelere göre birçok dinler mey-dana getirmeye çalışmaktadırlar.(8)
İMÂM-I A’ZÂM (R.A.)’İN AHLÂK VE İBÂDETİ:
İmâm-ı Züfer şöyle rivayet eder: Yirmi yıldan fazla İmâm’ın meclisinde bulundum, İmâm’dan başka halka daha güzel nasîhat eden ve daha şefkatli davranan bir kimse görmedim. Gündüzleri fıkhî mes’eleler ile meşgul olur, sonra hastaları ziyarete ya da cenazeye giderdi yâhûd fakirlerin ihtiyâçlarını karşılardı. Gece olunca Kur’ân tilâveti, ibâdet ve namazla meşgul olurdu. Âhirete irtihâl edinceye kadar hâli buydu. (Allah ruhunu sadetsin).
Ebû Giyas şöyle rivayet eder: “Hazret-i İmâm’ın birinci rekâtta hatim indirdiğini duyduğumda bizzat bunu kendim görmek istedim ve İmâm’ın mescidine gittim, İmâm-ı Â’zam yatsı namazını kıldıktan sonra yeni ve temiz elbisesini giyip cübbesini üstüne atarak tekrar mescidine gelerek namaza başladı ve ilk rekâtta Kur’ân-ı azîmi hatim edip ikinci rekâtta Fatiha ve ihlâs sûrelerini okuyup namazı bitirdi.
Sonra güya halk evinde yatmış desinler diye evine gitti. Tekrar sabah namazı için evinden çıkıp mescide geldi. Sözün kısası on gece kendilerini dikkatle gözetledim hepsinde de ilk gece nasıl namaz kıldıysa yine hep öyle namaz kıldı.” (Bir rekat-te Kur’ân’ı hatmeden diğer kişiler: Hz. Osman, Hz. Temim-i Dâri, Hz. Said b. Cübeyr (r.a.e.)’dir.)
İmâm-ı A’zâm (r.a.) Hazretlerini kötüleyen birine Abdullah b. Mübarek (r.h.): “Yazıklar olsun sana!” dedi. “Sen kırk beş yıl yatsı abdesti ile sabah namazını kılıp gece boyu iki rekâthk namazda hatim eyleyen bir adama nasıl dil uzatıyorsun. Ben ne biliyorsam ondan öğrendim.”
İsâ b. Yûnus (rh.a.): “Ebû Hanîfe (r.a.) hakkında kötü düşünenleri sakın ola ki tasdik etmeyiniz. Vallahi ben Ebû Hanîfe (r.a.)’den daha faziletli ve fakîh kimse görmüş değilim.”
Mis’ar b. Kidâm (rh.a): “Her kim Rabbı’yla kendi arasında Ebû Hanîfe (r.a.)’i vâsıta kabul ederse, onun sorgulanmak veya bir başka yönden korkuya kapılmak ihtimâli yoktur.” derdi.(9)
İMAM-I A’ZÂM EBÛ HANÎFE (R.A.)’İN ZÜHD VE TAKVALARI:
İbnü’l-Mübârek (rh.a.) şöyle anlatır: “Kûfe’ye ilk gelişimde, “Burada zühd ve takva yönüyle herkesten üstün bir dereceye sâhib olan kimdir?” diye sordum. Herkes beni İmâm-ı A’zâm (r.a.)’e gönderdi. Değerli sohbetlerinde bulunduğum sırada sözü edilen özelliklerin izlerini defalarca gözlemledim. Hattâ bir câriye almayı istediği hâlde şübheden uzak olan cinsi öğrenmek için on seneden fazla bu işi bilenlerle istişarede bulundu.
Kendisinden daha zâhid ve dindar bir kişi nasıl bulunabilir? Çünkü sınırsız mala kavuşabilmeye vesile olan makam ve mevki, defalarca kendisine sunulup teklif edildiği hâlde asla kabul etmedi. Hattâ herkesin can attığı böyle makam ve mevkileri kabul etmediğinden, eziyet ve tehdidin çekilemeyecek neticelerine karşı sabır ve sebat gösterdi. Şiddetli sıkıntı içinde mesleğinden zerre kadar sapmadı.
Hafs (rh.a.) der ki: “Ebû Hanîfe (r.a.)’in otuz sene sohbetinde bulunduğum hâlde içinde gizlediği şeyin aksini yaptığını asla görmedim. Kalbine gelen bir şübheden kurtulmak için gerekirse bütün malını infâk ederdi.
Ortaklarından birine, ayıbını göstermek kaydıyla satış yapmasını şart koşarak gönderdiği bir elbisenin ayıbı gösterilmeyerek satılmasından dolayı kendi akçesi içine karışan otuz bin dirhemi tamamen infâk etmiş, sonra da adı geçen ortakla da ortaklığı bitirmiştir.”
Mekkî b. ibrahim, Hasan b. Salih, Nadr b. Muham-med ve Yezîd b. Harun’dan nakledilenlerden, İmâm-ı A’zâm (r.a.)’in ömrünün sonuna kadar bütün şübheler-den kaçındığına dâir görüş birliği olması, o asırlarda bulunan binlerce âlim arasında takva yönünden bir benzerinin bulunmadığına delâlet eder.(10)
İMÂM-l A’ZÂM (R.A.) HAKKINDA SÖYLENENLER:
Hadîs-i Şerîflerde buyuruldu ki: “Âdem (a.s.) benimle öğündüğü gibi ben de ümmetimden bir kimse ile öğünü–rüm. İsmi Nu’mân, künyesi Ebû Hanîfe’dir. O, ümmetimin ışığıdır.”
“Peygamberlerin benimle öğündükleri gibi ben de Ebû Hanîfe ile öğünüyorum. Onu seven beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş olur.” “Ümmetimden biri, Şerî’âtimi canlandırır. Bid’atleri öldürür. Adı Nu’mân bin Sâbit’tir.” “Her asırda ümmetimden yükselenler olacaktır. Ebû Hanîfe zamanının en yükseğidir.”
Yine İmâm-ı Râbbânî (k.s.) ve Muhammed Pârisâ (k.s.) buyurdular ki: “İsâ (a.s.) gibi ulülazm (en büyük peygamberlerden olan) bir peygamber gökten inip islâm Dîni ile amel edince ve ictihâd buyurunca (Kur’ân ve Sünnete göre hüküm verince), içtihadı İmâm-ı A’zâm (r.a.)’in içtihadına uygun olacaktır. Bu da İmâm-ı A’zâm (r.a.)’in büyüklüğünü, içtihadının doğruluğunu gösteren en büyük şâhiddir.”
Son asrın âlimlerinden Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî(k.s.) buyurdular ki: “İmâm-ı A’zâm (r.a.), İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed de, Abdülkadir Geylânî(k.s.)” gibi büyük evliya idiler. Fakat âlimler kendi aralarında işleri paylaşmışlardır. Ya’nî her biri zamanında neyi bildirmek icâb ettiyse onu bildirmişlerdir,
İmâm-ı A’zâm (r.a.) zamanında Fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep Fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa Ebû Hanîfe (r.a.) nübüvvet ve vilâyet yollarının kendisinde toplandığı, Ca’fer-i Sâdık (k.s.) Hazretleri’nin huzurunda iki sene bulunup öyle feyiz, nûr ve ilâhi varidata kavuşmuştur ki, bu büyük istifâdesini, “O iki sene olmasaydı Nu’mân helak olurdu” sözü ile anlatabildiler.
Silsile-i Âliye’nin en büyük halkasından olan Ca’fer-i Sâdık (k.s.)’dan tasavvufu alıp, evliyalığın en son makamına kavuşmuştur. Çünkü Ebû Hanîfe (r.a.), Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in vârisidir. Hadîs-i Şerîf’te, “Âlimler peygamberlerin vârisleridir” buyuruldu. Vâris, her hususta veraset sahibi olduğundan zahirî ve bâtınî ilimlerde Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in vârisi olmuş olur. O hâlde her iki ilimde de kemâlde idi.”(11)
KAYNAKLAR ::
(1)İsmailağa com...
(2)(Muhammed el-Kerderî(r.h.), İmâm-ı A’zâm (r.a.)’in Menkıbeleri, 2.c, 92.S.
(3)(İbn-i Hacer El Heytemî (r.h.), İmâm Ebû Hanîfe (r.a.), 186-187.s.)
(4)(İbn-i Hacer el-Heytemî (r.h.), İmâm Ebû Hanife (r.a.), 144-151.s. )
(5)(İbn-I Hâcer el-Heytemî (r.h.), İmâm Ebû Hanife (r.a.), 254-256 s.)
(6)(Muhammed el-Kerderî, İmâm; A’zâm (r.a.) in Menkibeleri,1.c.,175-176 s.)
(7)(Molla Câmî, Şerh’ül Kâfiye)
(8)(Dr. M. Kasım Abduh el Harisi, Muhaddisler Nazarında İmâm Ebû Hanîfe (r.a.), c.2,321-325.s.)
(9)(Hafızuddin Muhammed Kerderi (r.h.), Menâhbu İmâm Ebû Hanife, 102-147.s.)
(10)(İbn Hacer el-Heytemî (r.h.), İmâm Ebû Hanîfe (r.a.), 186-187.s.)
(11)(İslâm Alimleri Ansiklopedisi, 2.c., 236.s.)
04.01.2022//KIRIKKALE
HİDAYET DOĞAN OSMANOĞLU
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.