4
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
788
Okunma
Müslüman topluluklarda genellikle öteden beri tanık olduğum bir kronik açmaz var; kendilerini bir özeleştiri veya özsorguya tabi tutmak yerine sürekli suçu başkalarının üzerine atmak… Bunun nedeni ne olabilir? Düşünceyi, aklı ve eleştirel bakışı yeterince esas alan bir eğitim sisteminin olmayışı mı? Okumamak mı? Ya da yer yer dillendirdiğimiz Şark kurnazlığı mı? Veya genlerimize kadar işlemiş bazı pedagojik yanlışlıklar mı? Hani bir çocuk düştüğünde “Dikkat et! Bir daha düşme” demek yerine hemen koşup kaldırmamızın, ardından da “ağlama, seni bu taş” veya “bu kapının eşiği düşürdü” deyip o taşı veya eşiği dövmemizin neden olduğu tuhaf ve akla ziyan yetiştirilme tarzımız mı?
Bence sorun bunların hepsi... Ancak bizim kronik bir hâl almış suçlayıcı bakış açımıza göre suçlu hep başkalarıdır. Yollardaki taşlar, kapılardaki eşikler... Münafıklar, kâfirler, Abdullah İbn-i Sebe’ler... Dış güçler, Siyonistler, gizli mahfiller… Tamam da her şey bundan ibaret değil ki... Bizim hiç mi hatamız veya yanlışlığımız yok? Tembelliğimiz, gafletimiz, değişime direncimiz, akla ve bilime önem vermeyişimiz ne olacak? Uyanık olsaydık da oyununa gelmeseydik Abdullah İbn-i Sebeler’in veya dış güçlerin… Aklımızı kullansaydık da biz olsaydık yeryüzünün en ileri ülkeleri… Çalışsaydık ve zengin olsaydık da biz dağıtsaydık İsveç’in Nobel ödüllerini dünyaya…
Konuyu bu şekilde ele almadığımız zaman ne mi oluyor? Hep bir günah keçisi arıyor, kendi sorumluluğumuzu unutuyoruz. Yüzyıllardır yaptığımız gibi, aynı kısır döngülerin etrafında dolaşıp duruyoruz. Hiç yoğurdum ekşi diyen olmuyor. Sorunlarımızı samimice masaya yatırmak, zaaf ve yenilgilerimizi açıkça ortaya koyup alternatif çözümler bulmak yerine hep başkalarını suçluyoruz. En nihayet bir süre sonra kınadıklarımıza öykünüyor, küçük gördüklerimize büyük gereksinim duyar hâle geliyoruz. Dahası, onların güven veren konforlu Mersedeslerine binmek için birbirimizle yarıştığımız halde hep Batılılar yüzünden geri kaldığımızı iddia etmiş, onların ürettiği ilaçlarla tedavi olduğumuz halde hep onların hasta toplum olduklarını öne sürmüş, onların keşfettiği cep telefonlarıyla birbirimize cuma mesajları gönderdiğimiz halde sürekli onlar yüzünden birbirimize düşman olduğumuz suçlamasını yapıyoruz. Kısacası çelişkiler içerisinde debelenip duruyor, konuştukça batıyor, battıkça da oraya buraya kara çalmaya çalışıyoruz.
Bu sadece dünün ve bugünün değil yüzyılların problemi… Bir yerlerde metodolojik bir yanlış yaptığımız muhakkak. Belki de bunun önde gelen nedenlerinden biri biziz, kendimizi yenileyemeyişimiz… Belki eğitim sistemi; belki öteden beri bizi etkisi altına alan, lafzı ve ezberi öne çıkaran; ama üretimi, aklı, sorgulamayı, düşünceyi, görgüyü ve medeniyeti ıskalayan klasik bakış açımız… Hülasa yetersizliğimiz, başarısızlığımız, acziyetimiz... Elbette başarısızlığın gerekçesi ve bahanesi olamaz ve olmamalı. Bunun sorumlusu hepimiziz. Kendimizi eleştirmekten çekinmemeliyiz. Dolayısıyla problemlerimizi en net haliyle ortaya koymalı; kirlerimizi ve süprüntülerimizi halının altına kürümemeli; yeni çözüm yolları bulmalı, ülkemizi bu atalet ve verimsizlikten hep birlikte kurtarmalıyız.
Demem o ki, bu başkalarını suçlayıcı dilden tez zamanda kurtulmalıyız. Her şeyden önce, onun bunun yaptıklarına değil de kendi yapmadıklarımıza odaklanmalıyız. Bunun da yegane yolu; aklı, araştırmayı ve eleştirel düşünceyi esas alan bir eğitim modelini ülkemizde bir an önce hayata geçirmektir. Eleştiri tövbe gibidir. Bundan böyle eleştirel bakış ve özsorgu, Müslümanların ilk dinî yaşam pratiğinde bizatihi vardı ve uygulanıyordu. Dahası “nefis muhasebesi” denilen kavram, bugün olduğu gibi ütopikleştirilmiş, sadece tasavvufi alana hapsedilmiş sığ ve işlevsiz bir değer değildi. Yani nefisler önce kendilerine sonra karşılarındakine eleştirel bakabiliyordu. Hatta Hz. Peygamber dahi önemli bir öneri getirdiğinde sahabe tarafından “Bu sizin kendi düşünceniz mi yoksa vahiy mi?” şeklinde zaman zaman sorgulamaya tabi tutuluyordu. Ve bu tutum, bir saygısızlık veya hat bilmezlik olarak değerlendirilmiyordu.
Kısacası eleştirel bakış açısı, insanları doğru bilgiye, empatiye, yanlışlardan temizlenmeye, bireyi ve toplumu kendisine çeki düzen vermeye götürür. Çünkü bir kişinin bakış açısıyla ortaya konulan hemen her veri veya öneri, doğal olarak kifayetsizliğe daha yakındır ve kolektif bir fikrî eleştiriye gereksinim duyar. Eleştiri, yetiştirilmesi çok zor bir ağacın tatlı ve bol vitaminli meyvesi gibidir. Dolayısıyla eleştiri bir nevi geliştiri demektir. Kişiyi ve toplumları kalkındırır ve geliştirir. Eleştiri kültürünü içselleştirememiş kişi veya toplumlar; içe kapanık, geri ve gelişmeye kapalı kuru kalabalıklardır. Büyüme ve kalkınma hızı itibariyle yetersiz ve düşük oldukları halde hep büyüklenir ve kendilerini üstün görürler. Bu yüzden gerçek anlamda büyük olamazlar. Sadece büyük çelişkiler içerisinde bocalar dururlar.
Mesut ÖZÜNLÜ