5
Yorum
8
Beğeni
0,0
Puan
1313
Okunma


Adorno’nun “yanlış hayat doğru yaşanmaz” sözü ile karşılaştığım günden beri kendimi huzursuz hissediyorum, huzursuz bir ruha sahibim. Bunun etkisini azaltmak için uzun yürüyüşlere çıkıyorum bu aralar, zihnimin kapılarını açık bırakıyorum yol üstünde iyi bir şeyle karşılaşırım diye. Sonra kayboluyorum insanın düştüğünün kesinleştiği isimsiz ormanlarda, bir müddet kendimden haber alamıyorum. Bilmediğim sokaklarda tekrar ortaya çıkıp devam ediyorum yürümeye. Yürüyüşün bir reddetme biçimi ve sıradanlığa karşı bilinçaltımın oluşturduğu bir serüven olduğunu düşünüyorum.
“Limandan bir gemi giderdi
Sen kalkıp ona giderdin
Benzin mum gibi giderdin
Sabaha kadar kalırdın
Hayırsızın biriydi fikrimce
Güldü mü cenazeye benzerdi
Hele seni kollarına aldı mı
Felâketim olurdu ağlardım”
Şu üçüncü şahsın şiirindeki şahsa çok takmıştım bir ara, bir kalbin böylesine parçalanışına izin verdiği için hiç affetmemiştim. Felaketim olurdu her okuduğumda bunu. Hele şu iki dize: “Benzin mum gibi giderdin/Sabaha kadar kalırdın.” Ağlamazdım ama çok kızardım. Onu bulup konuşmak, öfkeyle bazı şeyler sormak istiyordum. Uzun uğraşlardan sonra adresini öğrendim. Bu kez çok eskilere doğru yürümüştüm. Unutulmuş bir bahçenin içinde eski bir evdi geldiğim yer. Emekliye ayrılmış ağaçlar karşılıyor insanı ilkin. Yapraklarında anı tozları. Tozların içine gizlenmiş şiir parçacıkları. Sözcükleri sökülmüş o evin kapısını çaldım, uğranılmamaktan yaşlanmış bir kadın açtı kapıyı. Bir kadın, hikâyesi bittiği için yaşlanmış. Bir kadın, bütün bedeni uzaklara bakıştan yapılmış.
“Merhaba, üçüncü şahsın şiirindeki şahsı arıyordum,
burada yaşıyormuş, onu görebilir miyim” diye sordum.
Yüzüme baktı bir yanlışa bakar gibi.
“O şahıs bu şiirden taşındı, yıllar önce,” dedi.
“Nereye taşındı peki?”
“Unutma Yöntemleri adında bir kitaba”
“Nasıl bulabilirim bu kitabı?”
“Bilmiyorum, henüz kimse bulamadı.”
Bildiğim bütün kitapçıları ve sahafları dolaştım, aramadığım yer kalmamıştı. “Unutma Yöntemleri” adındaki o kitabı bulamadım. O yorgunlukla bir tren istasyonunda, artık kullanılmayan, paslanmış tren raylarına attım kendimi, demirin ve taşların uğultusuna eşlik ettim. Yağmur da başlamıştı. Hurdalığa çekilmiş kömürle çalışan bir buhar trenine sığındım. Orada oturup damlaların çakıl taşlarına düşsel davranışını izledim. Sonra güneş açtığında bu düşsel davranışın hemen unutulacağını düşündüm. O halde her şeyin bu kadar çabuk ve kolay unutulduğu bir yerde unutma yöntemlerine ne gerek vardı ki? Huzursuz bir ruha sahip olan insanın zihnindedir sayfaları sararmış o kitap ve içindeki her şey “unutmamak” üzerinedir. Çünkü unutmanın en iyi yöntemi asla unutmamaktır
Çok gürültülü bir yerden; kalabalıkları olan ama insanları olmayan bir ülkenin içinden geçiyorum. Ruhları üşüyordu. O kadar üşüyordu ki soy, kan ve ırk yorganını çekmişlerdi üzerlerine. Bütün ırklardan daha soylu bir ırktan geldiklerini düşünüp bununla övünüyorlardı. Kalpleri de üşüyordu. Çünkü bilmiyorlardı; insanı insan yapan ırk, soy ve kan değildir. Sözcükleri olan ama anlamları olmayan ve kendilerini ülkenin sahipleri sanan bu insan topluluğu; boğazlarına kadar boka battıkları toplumlarında her gün gittikçe yükselen yalanı, tecavüzü, kadın cinayetlerini, çocuk tecavüzlerini, erdemsizliği, hırsızlığı, yoksulluğu, yolsuzluğu, eşitsizliği, zulüm ve adaletsizliği sessizce izleyerek ırklarını yüceltiyorlar koro halinde. Bunun için tanrılarına şükrediyorlar. Çünkü sadece soy-kan-ırka inanıp da büyük insanlığa inanmayan zavallıların tek sığınağıdır bu.
Bütün bunlar ıssızlığın pornosudur. Karanlığın vızıltısıdır.
Zulme tanık olduklarında elleriyle yüzlerini kapatanların
ve ışığın ölmesine sessiz kalanların trajik resmidir.
Yürüyorum, dudaklarımda kendime ait olmayan bir tebessümle. O tebessümü, yüzü hüzünden çökmüşlere dağıtmak için yürüyorum. Çıkarların sevgileri yuttuğu bu kambur zamanlarda harfler kulesine düş ortaklığı teklifinde bulunuyorum. İyileşemeyen kentlerin içinden geçiyorum. Kelepçe vurulan üniversite kapılarına, gözaltına alınan öğrencilerin seslerine doğru yürüyorum. Yakılmakla tehdit edilen direnenlerin arasına katılıyorum ki biliyorum direnenlerin sırtında hep bir hançer vardır bedel olarak. Hep bir hançer vardır; envantere kayıtlı.
Her yürüyüş ağır kurşuni bir akşamla son buluyor.
Biz; bütün üçüncü şahıslar, unutulmaya takıldıkları için geç kalmış diğer arkadaşlar, sevgili zaman, öteki şeyler ve bazı ruhsatsız kelimeler buluşuyoruz hayalhane denen o küçük kulübede. Hayalhane; gerçekliğin pavyonu... Yürüyüşlerden topladığımız en hakiki hisleri masaya bırakıyoruz yüzüstü bırakılma cezası kesilmiş kalpler için. Sonra dünya çalışmaya başlıyor yeniden, rüzgârın yakınımıza getirdiği bir haykırışla.