21
Yorum
6
Beğeni
0,0
Puan
1204
Okunma


Oğluma sevdiğini aldım. Kızlarım sevdiklerine vardılar. Hepside çekip gittiler ekmeklerinin peşinden. Eşimle ben yıkılmamak için birbirine yaslanan eski cumbalı evler gibiyiz. Ömürlerimizin son demleri.
Birbirimizi kırmamaya dikkat eder, imkânlarımız nispetinde isteklerimizin de yerine getirilmesine gayret gösteririz. Peki, hiç tartışmamız olmaz mı? Olmaz olur mu? O tartışmalar evliliğin tuzu biberi.
Bir gün:
“Borcumuz bitti diyordun. Evimize laminant parke yaptırsak. On yıldır da boya yüzü görmedi duvarlar. Hazır ev boşaltılmışken bir de boya… Ha ne dersin?”
Gözleri yıldızlaşmıştı. Yüzü gülüyordu. -Zarf değil mazruf önemli –desem anlamaz, anlasa da -dediğim dedik- derdi.
“Peki dedim peki. Bakarız.”
“Baktım da. Eşyalar balkonlara taşındı. Ustalar bulundu. İşe başlandı. Bize:
“ İş bitinceye kadar evinizden uzaklaşın. Hem bize ayak bağı olmaz, hem de boya kokusundan etkilenmezsiniz” dediler.
Eşim kardeşine gitti. Ben de bodrumda kalmaya karar verdim. Yok, yok o sizin bildiğiniz, bazılarının tatil yaptığı Bodrum değil. Toplantı salonu olarak kullanılan apartmanın bodrumu. Günler sonra ustaların işi bitti. Gittiler. Şimdi sıra temizlikten sonra eşyaların tekrar balkonlardan eve taşıma işine gelmişti. Günlerce uğraştık. Tabaklar, bardaklar, biblolar. İncik boncuk tek tek yıkandı dolaplara vitrinlere yerleştirildi. Her eşyaya yer bulundu. Ama benim iki koli kitabıma el sürüldüğü yok. Onlar salonun ortasında nereye kaldırılacaklarını bekliyorlar. Hanım avını kapmaya hazırlanan kedi gibi kolilerin etrafında dolanıp duruyor. Dayanamadı:
“Ne olacak bunlar? Bir çare bul.”
Evimde her şeye yer vardı da, sadece kitaplarıma yer yoktu demek ki?
İlk koliyi açtım.
Bırakılacakların, atılacakların ayırımını yapacağım. Bir ağlama yükseldi kitap kolisinden, ağıtları tavandaki lambayı salladı:
“Yapma ne olur, kıyma bize. Yıllardır burada hapisteyiz. Ama şikâyetçi değiliz. Bir gün gelir yine okunuruz umudunu hep koruduk.”
Talimatla dava açan savcıların, direktifle karar veren hâkimlerin durumlarından farkım yoktu. Karar verilmiş, gereği yapılacak, kitapların hepsi olmasa da büyük bir bölümü ortadan kaldırılacaktı.
Elime ilk gelen ince bir şiir kitabıydı:
“Âşıktı benim yazarım. Çok sevmiş, kavuşamamış yüreğinin yangınını şiirlerle söndürmek istemişti. Paraya kıydı. Ben de kitaplaştırdı şiirlerini. Sana da imzalayıp gönderdi. Şimdi beni atacaksın öyle mi?”
Çok şiir kitabı vardı bende. Ölüm korkusuyla titrese de onu atılacaklara ayırdım. Hazin hazin ağlıyordu. Sesini duydum. Duymamazlığa vurdum.
Koliden yeni bir kitap aldım. Öykülerdi:
“Sen de öyküler, anılar yazıyorsun. Yazdıklarını kitaplaştırdın. Kitaplarını çocuğun gibi sevdin. Eşine, dostuna imzalayarak göndermenin hazzını yaşadın. Benim yazarım da zamanında öyle yapmış, O da senin yaşadığın mutluluğu yaşamıştı. Biliyorum beni de atacaksın ölüm kuyusuna. Ama sana yalvarmayacağım. Çünkü sen nankörsün.”
Cevap vermedim, veremedim. Ne denilirdi ki? Haklıydı.
Yalvarmalara, ağlamalara, isyanlara aldırış etmeden ilk kolinin büyük bir bölümünü atılacaklara ayırdım. Kalacaklar hayranlıkla okuduğum eski yazarların kitaplarıydı.
Sıra ikinci kolideydi.
Bu koli de Üniversitede okuduğum derslerin ciltlenmiş kitapları ve ansiklopediler vardı. Elime aldığım kalın bir kitabın kapağında TOPLUM BİLİM yazıyordu:
“Ben diğerleri gibi sitem etmeyeceğim. Ama bütün arkadaşlarımın adına sana söyleyecek bir çift sözüm var. Bizleri okudun, öğrendin. Sınavlara girdin, sınıflar geçtin. Kazandın. Diplomanı alınca havandan geçilmiyordu. Biliyorum beni de arkadaşlarımı da atacaksın. Bizlere artık ihtiyacın yok. Aslında seni de fazla suçlamıyoruz. İnternet denilen illet bizleri bu duruma getirdi.”
Utandım. Boynumu büktüm. Doğru söylüyordu onlarda atılacaktı. Peşinden sıra ansiklopedilere gelmişti. Onlar asık yüz, çatık kaşlarıyla kendileri gittiler atılacak arkadaşlarının yanına.
Doldurdum hepsini kutulara. Aşağıya çöp konteynırının yanına bıraktım. Boğazım kırk düğüm ağlamamak için. Balkondan olacakları seyredeceğim. Saçı sakalı birbirine karışmış bir kâğıt toplayıcısı dört tekerli arabasını iterek kutuların yanına geldi. Açtığı kutulardan kitaplar aldı. İnceledi. Sonra kuşkuyla göz gezdirdi balkonlara:
“Al al. Onlar atıldılar. Senin olsun” diye seslendim.
Sevinçle çıkartıp çıkartıp attı kitapları arabasındaki büyük çuvala. Hızla ayrıldı oradan.
Çuvaldaki eski bir koli:
“Hoş geldiniz”dedi.
Başka bir koli konuşan kolinin yırtığından tutarak:
“ Ne diyorsun sen? Buraya atılanlara –hoş geldin- denilir mi? Hoş bir yer mi burası? “
“Haklısın. Yeni gelene- hoş geldin- denilir ya. Ondan işte…”
“İyi ki henüz bizim dilimizden anlamıyorlar. Belki başlarına gelecekleri de bilmiyorlar.
Önce toptancıya gidecekler. Onları götüren hurdacı üç beş kuruş kazanacak. Daha sonra bir canavarın dişleri arasında lime lime parçalanacaklar. Makinelerden geçirilip bize benzeyecekler. Onları başka fabrikalar alıp içlerine yiyecekler, deterjanlar koyacak. Çeşitli marketlere gidecekler. Kim bilir bunları atan da o koliden bir yiyecek alacak. Daha sonra bizler gibi çöpe atılacaklar. Yine toplanıp yine fabrikalara gidecekler. Bu kısır döngü sürüp gidecek.
Bizlerin tek sevinci de binlerce ağacı kesilmekten kurtarmamız olacak.”
Daha fazla dayanamadım. Ağlıyordum.
ONLARI BEN ÖLDÜRMÜŞTÜM…