2
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
538
Okunma

İki doğru çarpışırsa ne olur? Tez antitez sentez çizgisinde ikisinden de paylar taşıyan fakat artık tam olarak ikisi de olmayan bir üçüncü mü meydana gelir? Karışım, bileşik kavramlarını Fen Bilgisi derslerinden biliriz. Karışımda maddelerin varlıklarını, kimyasal özelliklerini korudukları bileşikte ise korumadıkları, bambaşka bir maddenin saflaştığı hususuna itiraz edecek herhangi bir dünya görüşü etrafında karşı çıkacak kimse var mıdır bilinmez. Varsa da gerçek değişmez sanırım. Kavramların sunduğu özellik babında hani.
Şimdi efendim, bu bağlamda alırsak Ayasofya tarihsel düzlemde nasıl bir seyir takip etmektedir? Olması gereken bir tür bileşik hali, olan ise bir karışım mıdır yoksa? Hiç kuşkusuz kilise ve cami evresinden apayrı bir mimari tasavvur olamaz söz ettiğimiz.
Şu kadar ki, insanlık farklı kültürlerde de olsa dogmatizmi, ön yargıları, hurafeleri gerçeklikten daha fazla sevmekte. Dikkat ederseniz gerçeklik hiç kabul görmüyor ya da bağnazlık, taassup muhakkak surette hakim oluyor demiyorum. Oransallık değişse de insanoğlunun meylinden bahsediyorum. İnsan dediğimiz varlık iyinin, doğrunun, güzelin tarifini yaparken kötüye, yanlışa, çirkine meylediyor. Teori ile pratik bir de bakıyorsunuz bağdaşmıyor.
Son günlerde sosyal medya ya da İnternet kanalıyla yapılan değerlendirmelere bakıyorum da, bir kısım insan evladı Ayasofya’yı Türk İslam sanatının sunduğu bir şaheser olarak tanımlarken bazısı da miladi 537’de ibadete açılan bir kilise vurgusuyla beraber konuyu içselleştirmekte. Her iki bakışta salt mimari boyutta eğilmiyor konuya dikkat ederseniz. Farklı olana tepki mesajı da inceden verilmekte. Bu, Ayasofya’nın cihan tarihinde kapladığı yere bağlı alınırsa anlamsız değil şüphesiz. Ancak o hacmi kabul etmek istemeyen insanoğlunun farklı varyasyonda mıy mıy etmeleri ise yine anlamsız değil ama bu defa negatif yükleme yapmaktadır.
Evet, dünyaca ünlü eserin farklı mimari, estetik dahası düşünsel çizgide tarihsel evreleri bizlere duyurduğunu söylemek mübalağa olmayacaktır zannımca.
Evveliyat itibariyle bir kilise, devamında cami, sonrasında müze, nihayet hepsine bir biçimde; hani sosyo-politik bir dokunuş dairesinde kucak açan güncel gelişmeler bizleri beklemektedir.
İlk tarihsel evreyi veren kilise dönemi enteresan çizgiler taşımaktadır. Bu dönem aslında birkaç alt evreyi kendi içinde barındırır. Aynı yerde dördüncü ve beşinci asırda yapılan iki kilisenin de yıkılması bugün açısından asıl önemini gösteren üçüncü yapının inşasını gündeme getirir ve gerçekleştirir. Açıktır ki, bin yıllık Doğu Roma (Bizans) tarihinin en ünlü ve büyük imparatoru olan Justinianus miladi 532’de, yapıldığında dünyanın birkaç büyük eserinden olacak olan Ayasofya Kilisesinin yapımını emreder. Devrinin ünlü mimar ve bilim insanlarının emeği de geçmekle ve farklı memleketlerdeki büyük tarihi yapıların sütunlarından da faydalanmakla birlikte eser 537’de hizmete açılmaktadır. Ne ki, açılış törenine rivayet bu ya bir ego, kibir damgasını vurmaktadır. İmparator söz konusu rivayete göre o çağa kadar ki belli başlı eser olan ve Kudüs’de yer alan Süleyman mabedine karşı ”Ey Süleyman seni de geçtim” şeklinde haykırmaz, nara patlatır adeta. Hristiyan mimarisi adına bu en görkemli eserin açılışı esnasında Pagan bir ruh terane okumaktadır açıkça.
Justiniyanus’un daha sağlığında Ayasofya’nın yıkılışına tanıklık etmesi göklerden gelen bir el cevap mıdır varın siz düşünün. Kuşkusuz, imparator eseri hızla yeniler. Sonraları da bu Ayasofya dönem dönem yangın ve depremlerde hasara hatta yıkıma maruz kalırsa da bu yıkımların en ünlüsü doğal felaket kaynaklı olmayacaktır. Evet 1204 tarihinde cereyan eden Dördüncü Haçlı Seferinden söz ediyorum. Katolikler o vakitte de Kudüs hedefli bir sefere mi çıkmaktalar? Fakat birdenbire rota değiştirerek karışıklık içinde olan Bizans üzerine yönelirler. Gerçekten sefer esnasında mı fikir değiştirirler yoksa asıl niyetlerini gizleyen bir manevra mıdır bu sorgulanabilir. Öyle ya yola çıkıyorsun, deniz üzerinde bir haber geliyor, aaa Bizans’ta karışıklık varmış, bu ne şıklık yahu diyerek ver elini Konstantinopolis, martılar hahır hahır gülmez mi buna?
Bunu anlamak için yirmi yıl öncesine Andronikos Komninos hükümdarlığına uzanmak gerekir. Hepi topu iki iki buçuk yıllık hükümdarlığı olan 1. Andronikos bu süreye müspet ve menfi yönde hatırı sayılır işler sığdırır.
Maliye ve idaredeki yolsuzlukları düzeltmesi elbette başarıdır. Ancak imparator ülkeyi korkuyla, sindirmeyle yönetmektedir. Terör estirmektedir adeta. İktidara gelmesini müteakip ilk icraatı olarak kendisini destekleyenlerin alayını bugün beni iktidara yükseltecek kadar kudretli olanlar yarın bu güçlerini aleyhimde de kullanamaz mı düşüncesiyle yok edecektir. Doğal olarak mali, idari alandaki yolsuzluklara son vermesinde de bu kötü şöhretinin hatırı sayılır etkisi olmalı.
Andronikos, kendisinden önce Bizans’ta etkinleşen Katolikleri kıyıma uğratır. Doğu Hristiyanlığının çıkarlarına sıkı sıkıya bağlılığı günümüz diliyle milliyetçi bir siyaset olarak da okunabilir mi? Ancak kapılmamak gerekir bu rüzgâra, acımasızdır oldukça. Nitekim yönetimine karşı tebaa arasında da hoşnutsuzluklar peyda olacaktır. İznik ve Bursa halkından aldığı olumsuz sinyaller imparatoru harekete geçirir. 1184’de çıktığı seferde İznik ve Bursa halkını korkunç bir kıyım beklemektedir. Şehirdeki genç erkekleri toplatır ve kollarını, bacaklarını çapraz kestirir. Ne ki, İstanbul’a döndükten kısa bir süre sonra kendisini bekleyen sonda en az bu kertede cereyan edecektir. Bir anlatıma göre istikbali hakkında kehanette bulunmasını istediği ülkenin namlı bir kahini akıbetinin pekte parlak olmadığını, İzak Angelos tarafından devrileceğini kendisine iletir. Bu sözlere kahkahalarla gülen, hay yaşlı bunak hay! Diye ünleyen zalim hükümdar sonrasında derhal ismi verilen prensin yakalanmasını emreder. Ne var ki, prens saraydaki sadık adamlarının da desteğiyle yakalattığı hükümdarı kendisine karşı nefret uyandırdığı halka teslim edecektir. Sonrasını ise devrin ünlü tarihçisi Fakafukis Fakabastrakis’ten okuyabilirsiniz desem de inanmayın tabi. Evet, sanırım biraz haddi aştığımı kabul etmem gerekecek.
Mevzuya dönersek, Dördüncü Haçlı Seferinde Katoliklerin Bizans’a düşmanlıkla dopdolu saldırıları bu kısa süreli ancak doğu ve batı Hristiyanlığı arasında önemli neticeler doğurduğu muhakkak evrenin hatırı sayılır neticesi olarak da okunabilir. İşte bu tarihte Bizans’ı ele geçiren Katolikler Ayasofya’yı da yağmalarlar. Altın kısımlarını söküp götürecek derecede hani. Beraberinde elli yedi yıllık bir Haçlı Latin Krallığı devrinin temelleri atılmaktadır.
İstanbul’un Fethi öncesinde Ortodoks Patriğinin "Şehirde Latin külahı görmektense Türk sarığını yeğlerim" demesinde de bu Katolik evrenin büyük rol oynadığı o kadar aşikâr ki.
Diğer yandan fetih olduğunda Ayasofya oldukça bakımsız, viran bir yapı durumundadır. Demem şu ki, şimdilerde öne sürüldüğü üzere Ayasofya’nın Cami kılınmasının salt kılıç hakkı üzerinden okunması sağlıklı bir yaklaşım görünmüyor bana. Yanlış anlaşılmasın kılıç hakkı kavramsallığı Osmanlı’da elbette var. Her fethedilen şehirde bir kilisenin camiye çevrilmesi babında. Dikkat edersek her kilise değil, bir kilise. Bunda fethi sembolize etmesi kadar, alınan beldede henüz cami bulunmaması da etken olmalı. Şöyle ki, Ayasofya örneğinde Bir Fatih Sultan Mehmet stratejisi, perspektifi de bulabiliriz. Unutmamak gerekir ki, Fatih asırlar boyu çatışmalı iki ayrı dünyayı bir kılmaktadır. Kayser-i Rum unvanını da kullanmaktadır.
Fatih Sultan Mehmet ile birlikte Osmanlı giderek Türklükle arasına mesafe koymakta. Bunu Türk düşmanlığı olarak okumakta yanılgılı ve yanıltıcı bence. Osmanlı bir Türk politikası geliştirmekte. Türk düşmanlığı değil.
Peki bu Türk politikası nedir? Artan biçimde devşirme imparatorluğu haline gelinir. Çünkü devşirmelerin varacağı en yüksek nokta sadrazamlıktır. Sadrazamın da akıbeti bir bakıma sultanın iki dudağı arasındadır. Azledilebilir, idam edilebilir, vs. Oysa Türk hanedan, iktidar noktasında rakip teşkil eder. Gerek Kösedağ’da Anadolu Selçuklu, gerek Ankara savaşında Osmanlı Orta Asya Türklüğünden darbe yemektedir. Timur ile birlikte yıldırım hızıyla yıkılmıyor muyduk? Ankara savaşı ve Fetret devrinin bugüne kadar uzanan hatırı sayılır manevi, moral etkisi vardır üzerimizde.
Kimi düşünsel yapıların Moğol Tatar kavimleri karşısındaki öykünmeciliği nereden gelmekte? Kösedağ ve Ankara’da Anadoluyu tarla gibi sürmediler mi? Burada sözüm Timur’un şahsiyeti etrafında değil. Dünya tarihinin ender askeri/siyasi dehalarından biri şüphesiz. Ne ki, Anadolu Türklüğünün sonraki gelişmelerini yönlendirir. Psikolojik olarak böyledir bu önemli ölçüde. Osmanlı yıkılmanın eşiğinden döndüğünde şunu gördü: Türkün hasmı Türk’ten başkası değil. Bu bir iktidar oyunudur. Yavuz Sultan Selim’in dünya egemenliğinde fazla gördüğü iki hükümdar dahi Türk ile Türk arasında bence. Hasmı kim, Şah İsmail değil mi? Sonrasında yıktığı Memluk Devleti Türk kökenli bir devlet değil mi?
İşte İstanbul’un Fethi ile beraber Roma Kayserliğine doğru dümen kırmamız noktasında da bu mânâ inceliği bulunmakta. Türk kökenli bir devlet, Müslüman Türk devleti İslam/Roma imparatorluğuna dönüşmektedir artık. Döneminin koşullarına bağlı bir vizyon meselesidir bu açıktır ki.
Ayasofya’nın cami kılınması birde bu sistematiğin parçası olarak okunmalı bence. Hiç kuşkusuz yersiz bir kararda değildir. Fethedilen Bizans’ın harap, viran bu kutlu eseri önceki hüviyeti yok edilmeksizin ve dahi hiçe saymaksızın yeni bir üslupla şereflendirilir. Kilise ve Cami evresinin fiziki sürekliliği arasındaki muazzam fark bile anlayana kanıttır derim. Hani derim ki, kilise evresinde yangın ve depremlerde nice yıkıma maruz kalan, dindaşlarından dahi darbe alan Ayasofya’nın özellikle Mimar Sinan’ın takviyelerinden bu yana yıkım görmemesi manidar değil midir?
L.T.