2
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
480
Okunma
Kendimi iyi bir Kurtlar Vadisi seyircisi olarak lanse etmem yanlış olur. Hatta dizi bitene kadar hiç izleyicisi değildim. Çakır kim, Polat kim, Memati kim, bilmezdim. O kadar ilgisizdim yani. Arkadaşlarım dizide yaşananları anlattıklarında "Neden bu kadar ballandırıyorlar?" diye şaşardım. Ama daha sonraları parça parça izlemek nasip oldu. O zaman müptelalarının psikolojisini bir parça kavradım. Senaryo cidden sizi olayların içine dahil ediyordu. Bu ’dahil ediş’ öyle etkileyiciydi ki, kahramanların kestikleri raconları, aldıkları intikamları, hatta en acı şekillerini bile, "Haketti ulan hergele!" kıvamında seyrediyordunuz. Sözgelimi: Çakır abimiz Tombalacı’nın kemiklerini sopayla kırarken veya Memati abimiz Cerrahpaşalı Halid’i boğarken siz de bir rahatlama yaşıyordunuz. Sanki kendi intikamınızı alıyordunuz. Bu da cezayı anlaşılır kılıyordu. Hatta ertesi gün dizi hakkında konuşulurken şöyle söylenebiliyordu: "Çakır az bile yaptı Tombalacı’ya!" Bunu izlediklerinin kurgu olduğunu düşünerek mi söylüyorlardı? Bence o an intikamın gerçekliğinden şüpheleri yoktu. Yaşananların düzmece olduğunu bilmelerine rağmen.
Mevzuya dair cidden öğretici diğer bir yapım Bakış Açısı’ydı. Filmde bir terör saldırısı tekrar tekrar başa dönülen kurgularla farklı kişilerin gözünden anlatılıyordu. Hatta bu gözlerden birisi de teröriste aitti. Hangi karakterin gözleriyle olaya baksanız bir parça ona hakveriyordunuz. Çünkü hikâyesine dahil oluyordunuz. Neyse. İzlemeyenler izleyebilsin diye spoiler vermiyorum.
İnanmak bir hikâyeye dahil olmaktır. Neyin imanına sahipseniz hikâyesinin parçası olursunuz. Normlarını sahiplenirsiniz. Dışarıdayken anormal görünen şeyler dahil oldukça normalleşir. Elektrik Savaşları’nı izleyenler bilirler. ’Elektrikli sandalye’ fikrinin mucidi filmde Edison’dan şu sözlerle yardım istiyordu: "İnsanlar asılmaktan daha asil bir ölümü hakediyorlar!" Kastettiği hemen hemen ’tost ekmeği gibi pişirmek’ gibi birşeydi. Fakat, malumunuz, ABD’de senelerce bu infaz şekli itibar gördü. Uygulandı. Hem de her infazdan sonra yayılan yanık kokusuna rağmen. Fransızlar devrim sonrası giyotini yarışa soktular. Az da kafa almadılar. Moğollarda en itibarlı infaz şekli maktulün belini kırmaktı. Soylulara uygulanırdı. (Cengiz Han’ın da kankardeşi Camuka’yı sevgisinden dolayı bu şekilde öldürttüğü söylenir.) Kazıklı Voyvoda’nın lakabını nasıl aldığı malum. Kültürler arasında yolculuk yaptıkça daha farklı versiyonlarını da görebiliriz. Mesela: Bu sıralar en popüler olanı birilerini dinci terörist ilan edip uçaklarla taşlamak. Pardon. Bombalamak. En nihayet diyeceğim şu: Hangi hikâyenin içinde kendinizi tanımlıyorsanız müeyyideleri size hâkir gelmemeye başlıyor. Hatta, bırakın hâkir gelmeyi, normalleşiyor da. Hiroşima’da katliam yapan pilotun kınandığı bir yapımı izleyeniniz var mı?
Buradan şu noktaya geleceğim: İslam hukukundaki bazı müeyyidelerin ahirzamanda kimi müslümanların göğsünü daraltması aslında ’hikâyelerinin değişmesi’nden dolayıdır. Bizzat o cezaların mahiyetinden değildir. Sözgelimi: Haram, namus, neseb veya ahlak gibi konulara standart bir müslüman gibi bakarsanız, zinaya karşı ’recm cezası’nın varlığını yadırgamazsınız. Çünkü bilirsiniz ki, evet, mensubu olduğunuz din bu konularda gayet hassas bir dindir. Fakat duruşunuz değiştikçe, kafanız-kalbiniz başkalarının hikâyelerine dahil oldukça, doldukça, bu defa kendi hikâyenizin detayları size acayip görünmeye başlar. Bugünün müslümanının kendi dinine dair kabullenemediği herşeyde bu ’hikâye değişiminin’ payı vardır aslında. Hani Yeşilçam’da klişedir: Köyünden mazbut-masum gelen kişi kötü arkadaşlıklarla bir süre sonra şeytanın oğluna döner. Biz de ahirzamanda böylesi bir değişimi yaşıyoruz. O yüzden normaller anormalleşiyor. Anormaller de normalleşiyor. İyilikler ’kötülük’ kötülükler ’iyilik’ oluyor. Mevzunun özü budur. Lut aleyhisselamın geride kalan eşi gibiyiz. Önümüzde peygamber var ama kalbimizde kentimiz. Yahut da şöyle söylemeli: Onun imtihanı kavmiydi. Genel-geçerlerine takıldı. Bizimkisi devrimiz.