ANILAR YUMAĞI
ANILAR YUMAĞI
Kaderim miydi? Yoksa memleketin gerçekleri mi böyleydi, bilemiyorum. Yine beş sınıfı bir arada bulunan birleştirilmiş sınıflı okulda çalışacaktım. Meslekte on yılın üzerinde bir tecrübeye ulaşmıştım. Bin rakımlı yerlerden tutun da hiç Türkçe bilmeyen bölgelere kadar her yerde, her ortamda çalışmıştım. Bana göre en verimli olmam gereken yıllarımdı.
Genel olarak bir yere atandığımda öğrencilerin seviyelerin öğrenmek bakımında bir genel değerlendirme yapar, bu notlarımı yazdığım bir defterim olurdu. Bunu da okuduğumuz mesleki kaynaklardan öğrenmiştim. Aklın yolu da buydu ama kesinlikle benim kendi buluşum değildi. Sadece işine sadık bir öğretmendim ve binlerce meslektaşımdan farklı olarak mezun olduktan sonra da zaman zaman mesleki kitaplarıma bakardım. Prensip olarak okurken önemli yerlerin altlarını çizer, altına veya arka sayfalarına notlar tutar, başka bir zaman elime aldığımda sadece tuttuğum notlara göz gezdirmem bile bana yeterdi.
Bana göre en önemli özelliklerimden biri de öğrenmesi yavaş veya öğrenme zorluğu çeken öğrencilerle saatlerce, günlerce çalışmaktan usanmazdım. Hatta onlara hiç kızmazdım. Onlar üzerinde çeşitli yöntemler dener mutlaka öğrenebileceğine hatta öğretebileceğime inanırdım. Okuduğum mesleki bir kaynakta; ‘’Öğrenemeyen öğrenci yoktur. Öğretemeyen öğretmen vardır.’’ sözü halen beni etkiler. Zaman zaman bu sözü hatırlar kendimi motive ederdim.
Düz taralı saçları, mini mini elleri, zeytin karası gözleri vardı. Hani halk arasında minyon tipli derler ya, onun gibi bir şeydi. Boyunun kısalığı, daha fazla ilgi gösterilmesi gereken çocukları, her daim gözümün önünde olsun diye en ön sıralarda oturturdum. Hanife de bunlardan biriydi. Ablası son sınıftaydı. Öğle arasında ablası ile konuşarak kendi aile ortamlarını öğrenmek istemiştim. Hatta ‘’baban buralardaysa bir ara görüşelim’’ bile demiştim. Bunun üzerine, babasının gurbette olduğunu; ninem, annem, kardeşim ve ben birlikte yaşıyoruz demişti. Demişti de yüzüne bir hüzün çökmüştü. Babasının gurbete gittiği yıla denk gelmişti kardeşinin birinci sınıfa başlaması. Bu açıklamadan sonra kardeşinin neden birinci sınıfta okuma-yazmayı tam olarak öğrenemediğini daha iyi anlamaya başlamıştım. Belki onun durumunda olan başka öğrencilerim de vardı…
Geldiğimde birinci sınıftan ikinci sınıfa yeni geçmişti ama okuma-yazmayı tam olarak öğrenememişti. Ailevi durumunu da öğrendikten sonra ona biraz daha yakınlık göstererek adının da teyzemin adı ile aynı olduğunu söylemiştim. Hatta öğrencilere dönerek; ‘’kimler teyzelerini çok seviyor?’’ dediğimde herkesin parmağını en yükseğe kaldırdığını görünce oldukça bir taraftar grubumun olduğunu gördüm. Bu güzel bir şeydi. En azında Hanife’ye neden daha fazla yakınlık gösterdiğimi diğer çocuklar daha iyi anlayabilirdi ve beni anlayışla karşılayacaklarını düşünüyordum. Aslında adının teyzemin adı ile aynı olması bir iletişim yakalama çabasından ibaretti. Gerçekte böyle bir şey yoktu. Bu mesleğin en püf noktası öğrenciye ‘’öğretmen beni sevmiyor’’ izlenimi vermemektir…
Çok güzel bir eylül sonuydu. Yapraklar hafif sararmaya yüz tutmuş, bazıları yaz boyu birlikte çok güzel günler geçirdikleri diğer yaprak kardeşlerinden ayrılarak yere düşmüşlerdi. Yaprak dalında güzeldi ama bu da bir doğa kanunuydu. Meyveli ağaçlar, dalında kokan benim kokulu üzüm dediğim siyah üzümler, kuşların cıvıltısı, seyrek de olsa ara sıra duyduğumuz martı sesleri insana yaşama sevinci veriyordu. O yıl bol miktarda elma vardı. Hatta okulumuzun bahçesindeki ağacımızdan, öğleden sonraları elma toplar birlikte yerdik.
Okulun bahçesinden ve sınıfımızdan bakıldığında her daim deniz görülürdü. Diyebilirim ki, şimdiye kadar çalıştığım manzarası en güzel okuldu. Deniz, orman, çayır, çiçek, kuşlar, kelebekler insana bir yaşama sevinci veriyordu…
Zaman ilerlemiş, öğrencilerimi daha yakıdan tanımaya başlamıştım. Bir hafta başıydı. Dinlenmiş olarak okula gelen çocuklar cıvıl cıvıldı. O gün Hanife’de bir durgunluk sezmiştim. Sorduğumda iyiyim demişti ama bitkin, yorgun olduğu her halinden belli oluyordu. Ertesi gün biraz daha neşesi kaçmış, halsizliğinin yanında burun akıntısı ve biraz da ateşi yükselmişti. Kendisine iyileşinceye kadar okula gelmemesini söyledim. Haftanın son günü Hanife’nin ablasına bir kâğıda evimin telefon numarasın yazarak verdim. İyileşmezse beni bu telefondan gece gündüz arayabileceğini söyledim. Hafta sonu ders bitiminden sonra bayrak töreni yaptık. Çocuklar evlerine ben de arabamla kasabadaki evime döndüm.
Ertesi gün sabah saat altı gibi evimin telefonu çaldı. Hemen bunun Hanife’nin ablası olabileceğini tahmin etmiştim ve tahminim doğru çıkmıştı. Ahizeyi kaldırdığımda ağlamaklı bir ses; ‘’Öğretmenim kardeşim çok hasta’’ dedi. Ben de; ‘’Geçmiş olsun. Saat şu an altı gibi. Saat sekize kalmaz sizi almaya gelirim. Doktor Yusuf da ancak o saatlere kalkar’’ dedim.
Dr. Yusuf yıllar önce bu sağlık ocağına atanmış. Aradan uzunca zaman geçmesine karşın başka bir yere gitmemiş. Kasabanın sayılı ve sevilen doktorlarından biriydi. Giyindim hemen yola çıktım. Yolun bir kısmı asfalttı, köye saptığımızda okulun yanına doğru aşırı bir rampa, ondan sonrası kıvrım kıvrım kenarlarında şarampol olan güzel stabilize bir yoldu. Yolun kenarlarında sıralanmış evler, her evin yanında küçük bir kümes ve ahır vardı. Köy nüfuzu daha çok emeklilerden oluşmakla birlikte, gurbete gidememiş, kasabada iş tutmuş küçük esnaf veya boyacı, inşaat ustalarından başka balıkçılık yapanlardan oluşuyordu. Öğrencilerim de bunları çocukları veya torunlarıydı.
Arabayla yol boyu giderken en sonunda Hanife’nin ablası arabanın sesine yola çıkmıştı. Onu görünce evlerinin bahçesine kadar girdim. Hanife üzerini giyinmiş, montu olduğu halde küçük bir de battaniyeye sarınmıştı. Hanife ve ablası arabaya bindikten sonra hep birlikte yala düştük. Sağlık ocağının bahçesine girdiğimizde Dr. Yusuf da kalkmış, kamelya da oturuyor, gazetesini karıştırıyordu. Arabayı park ettikten sonra; ‘’ Günaydın Doktorum’’ dedim. O da; ‘’Günaydın hocam, hayırdır hasta mı var?’’ dedi. ‘’Çalıştığım köyden bir öğrencim hastalanmış onu getirdim’’ değince ‘’Siz içeri geçin ben hemen geliyorum’’ dedi. Yapılan muayene sonunda bir reçete yazdı. ‘’Soğuk algınlığı, vücut dirençsiz kalmış ilaç yazdım. Bu ilaçlarla iyileşir. Biraz dinlenmesi de gerekir. İlaçlar da biraz pahalıdır, sağlık güvencesi var mı acaba’’ dedi. Ben de; ‘’ Önemli değil bir çaresine bakarız doktorum.’’ Dedim. Teşekkür ettikten sonra tanıdık bir eczacımız vardı, onun eczanesinin önünde durdum.
Eczacının babası; ‘’Hayırdır Hocam! Sabah sabah’’ dedi. Ben ilaçları hazırlatırken Hanife’nin ablası ile konuşan baba biraz sonra eczaneden içeri girdi. ‘’Bizim berberin kızıymış’’ dedi. Bu arada Kalfa da; ‘’ilaçlarınız… lira tuttu’’ değince, hemen eczacının babası devreye girdi. ‘’Hocamız o kadar zahmete girmiş, çok örnek bir davranışta bulunmuş. Ben parasını babasından alırım. Sen bir yerlere not al.’’ dedi. Eczacının babası; ‘’Hocam bu zamanda böyle duyarlı insanlar çok az kaldı. İşte öğretmen dediğin böyle olmalı. Hocalık sadece sınıfa girip çıkmakla olmuyor. Seni kutlarım’’ dedi. Ben de; ‘’Bunların olması gereken şeyler olduğunu’’ söyledim. Kendisine gösterdiği ilgiden dolayı teşekkür ederek bir an önce Hanife’yi evine ulaştırmak için yola düştük.
Aradan geçen üç bey sonra bir sabah Berber Mustafa okula geldi. ‘’Olup biteni akşam evde anlattılar. Nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Biliyorum araba parası istemezsin ama benzin parası olsun vereyim’’ diye cebine davrandığında, ‘’Mustafa o nasıl söz. Lütfen elini cebinden çek’’ dedim…
İki yıl kadar çalıştığım o köyde bu ve buna benzer çok anılarım oldu… Yaşam da zaten bir anılar yumağı değil midir?..
Salih KOÇ
19 Ocak 2020 / Büyükçekmece-İstanbul
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.