3
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
1212
Okunma


Büyükşehrin en işlek caddesinde yürüyorum. Yollar araba, kaldırımlar insan kaynıyor. Betonun içinden adeta insan fışkırıyor. Boğuluyorum. Hiçbirinin hikâyesi yok. Hepsinin hikâyesi var. Hikâyelerinin içinde masumiyet yok. Bu korkunç kalabalıkta insanın kendisi olabilmesi mümkün mü acaba? Havanın neredeyse sıfıra yakın olmasına rağmen üşümüyorum. Bunun nedeni sıkı giyinmiş olmam değil, birbirine değip geçen insanlar yüzünden. Her dokunuş bir çürüme bırakıyor değdiği yere. Çürümeyi hissetmek ve açıklanamayan kayıtsızlık duygu uygarlığının bittiğini gösteriyordu. Onca yazar, felsefeci, onca yürek insanı ve onca bilim insanı deliler gibi, parçalanırcasına haykırıyor olmasına rağmen, yitirilen sevgi derinliğinin önümüze koyduğu bu renksiz görüntünün içinde çırpınıp duruyoruz. Kendimize benzeyen bir yürek insanını arıyoruz. Bulduğumuzda da onun peşine takılıp çıkmaz sokaklar eşliğinde düşlere dalıyoruz. Düşler tutkunun, sevginin ve aşkın yegâne galerisidir artık.
Cadde boyunca park edilmiş, içinde öykü ve sevgi barındırmayan arabaların arasından geçiyorum. Bir delikanlı ince ve uzun bir kâğıt tutuşturuyor elime. Önce ne olduğunu anlamıyorum ama o incecik kâğıdın üzerindeki minyatür yazıyı okuyunca anlıyorum, üzerinde “koklayınız” yazıyor. Koklayınız; bir çağı koklamak, bir çağın çırpınışını içine çekmek. Oldukça etkileyici bir koku... Artık parfüm reklamları böyle de yapılabiliyor. Parfüm reklamları yalnızlığa itilmiş insanın gösterisidir. Gülümseyerek geçiyorum kokulu kâğıtlar uzatan delikanlının yanından. Gülümsemeyi unutmamışım hâlâ. Gülümsemek; kar ve tipi yağarken hemen ileride kulübe şeklinde bir hayal bulup içine sığınmak gibi bir şey.
Hava yavaş yavaş ışığını kaybetmeye başlıyor. Eski tanıdıklarımla yüz yüze geliyorum: Bankamatikler. Paranın sahnesinde yan yana sıralanmış patronların elleridir onlar. Yaşamın asla düşmeyen patronları… Her yerdeler: İşyerlerimizde, yürüdüğümüz yollarda, düşlerimizde. Bir bankamatiğin yanından geçerken mutlaka yolunuzdan çevirir sizi. Öyle sempatik davranır ki karşı koyamazsınız. Durdum, bu geleceği biçme makinesinden “birkaç banknot gelecek çekme isteğimi” frenledim. Ona sırtımı döndüm kararlılıkla. Bu koskoca zaaf imparatorluğunda zaaflarıma yenik düşmemeyi öğrendim acı tecrübelerle. Tam karşımda, nemli kaldırımın üzerinde oturmuş birkaç liseli genç gitar çalıyor. Eğleniyorlar. Hem eğlenip hem para kazanıyorlar. Giyimleri kuşamları da fena sayılmazdı. Gitarın tellerinde çürümenin notaları geziniyor. Çürüme her yerde. Tamamlanamayan, kısa kesilen şarkılar, gülüşmeler ve anlam arayışını bırakmış sözcükler yüzlerine yapışıyor liseli gençlerin. Ters döndürülmüş bir şapka var önlerinde. Mendil yerine şapka konmuş. “Biz dilenmiyoruz, müzik yapıyoruz, bize o yüzden para vermiş olacaksınız” ın mesajıdır bu oradan gelip geçenlere. Gerçekten öyle mi? yoksa bu bir duygu buharlaşması mı? Şapkanın içinde fena sayılmayacak derecede ufak banknot ve bozukluklar var. Harçlıklarını böyle çıkarıyorlar. Ne de olsa gitar çalabilmek yetenek işidir. Bu yetenekleri sayesinde para kazanıyorlar. Belki ileride iyi birer müzisyen olurlar. Belki de çürümenin çağına karşı direnip duygunun buharlaşmasına izin vermeyen çağrılar gönderirler evrene.
Beş altı metre ilerisinde iki siyah çukurla karşılaşıyorum. İki çözümsüz soru: Ben kimim? Siz kimsiniz? Yüzünde iki esmer deniz taşıyan ve yaklaşık on üç-on dört yaşında olan bu kız çocuğunun yüzündeki o bulanık ülkenin içinde kayboluyorum. Donuyorum ıssızlıktan. Onun olduğu yere doğru ilerliyorum. Ona yaklaştıkça kendimden uzaklaşıyorum. Üzerinde kapüşonlu eski bir sweatshirt, altında ince kirli bir kot, başında da gri bir şapka vardı adı olmayan bu kızın. Sağında solunda kolilerden kesilmiş kartonlar ve kartonların üzerinde düzgünce, iri iri yazılmış yazılar ve rakamlar var:
Sarılmak: 1 YTL
Beraber resim çekilmek: 1 YTL
Dert dinlemek: 2 YTL
Dedikodu yapmak: 2 YTL
Karşılıklı bakışmak: 5 YTL
Oturup el ele tutuşmak: 10 YTL
Bunun gibi daha birçok tanımlanmış eylemin ve fiyatlarının yazıldığı kartonların arasında bırakılmış, bu ruhu paramparça edilmiş kızın karşısında, utanç bir anıt gibi dikilmişti büyükşehrin küçük kalbinde. Kimsenin üzerine alınmadığı bir utanç. Büyükşehrin kalbi mızrak deposuydu. Kızın önünde ne mendil ne de ters çevrilmiş şapka vardı. Onun yerine yüreğini ters çevirip koymuştu ortaya. Düşünüyorum, düşünüyorum ellerim yanıyor. Ellerim susuyor. Belleğim susuyor. Varlığım sessizleşiyor. Sessizlik; haykırışın o büyük okulu. Yutkunarak düşünüyorum, başkaldırı ihtiyacı duyuyorum ve soruyorum, bütün bunlar ne, bütün bunlar ne? Bütün bunlar, halk ihlali.
Koşmaya başlıyorum, en hızlı koşumu yapıyorum. Burnumdan buharlar çıkıyor. İçimden resimler düşüyor. Geçmişin ve geleceğin resimleri… Unutulmuş resimler… Önceliği yitirilmişlerin resimleri… Arayı açmış olan merhamet konvoyuna yetişmeye çalışıyorum. Nefes nefese koşuyorum. Ön yargı ordusunun yarattığı bu cehennemde çarparak düşürdüğüm insanlar öfkeyle arkamdan küfrediyor. Ben de aynı öfkeyle dönüp onlara küfrediyorum: Hepiniz oruspu çocuğusunuz!
İşsizlik, yoksulluk, adaletsizlik, kalitesizlik ve sömürü düzeninin lanetini getirip bu ülkenin alnına kalın puntolarla yapıştırmışlardı. Görüp de bir şey yapamamak, elinden bir şey gelememek hançer gibi batıyor göğsüme. Sadece lanet okumayla hiçbir şeyin düzelmeyeceğinin farkındaydım. Yerinde duramayan başkaldırı ihtiyacımı ve varoluş sancısı çeken ruhumu küçük bir odaya kapatıp öfkemi ve yalnızlığımı ellerim yoruluncaya kadar yazıyordum. Boşluğa anlatıyordum içimdeki çıkışsızlığı. Küçük bir an bile olsa huzurla karşılaşıyordum. Çünkü havada uçuşan sözcükler bu küçük odanın hazinesiydi.