Bu yazıyı kendiniz yazmış gibi okumak ister misiniz? Gerçekler dünyasında bu pek tabii mümkün değil. Bilgisayarın ya da kağıdın başına oturup, yazınsal süreçlerden geçmeden ortaya çıkan esere ’bana ait’ diyebilmek yersiz olurdu. Peki böyle bir soruyla başlayan yazıda amaçlanan ya da anlatılmak istenen ne olabilir? Gelin hep birlikte Kevin Hogan’ın iç dünyasına kısa bir yolculuğa çıkalım. Ve de kendimizin. İletişim ve kişisel gelişim üzerine uzmanlaşmış olan bu yazar, zihnimizde bizi hiç usanmadan yönlendiren işçiler olduğunu iddia ediyor. Bir ürün satmak için hedef seçilen müşteri veya etkilemek için ilgisini çekmek istediğimiz bir insan olsun. Ona sunacağımız teklifi kabul ettirmenin anahtarı, iletişim sürecindeki etkenlerin sırasını değiştirmektir. Genel geçer cevapların verildiği sıradan sorular sormak yerine, karşı tarafında söz hakkının olduğunu düşündüren, kendini baskı altında hissetmeyeceği ’ricasal’ bir üslup kullanmayı deneyin. ’Okurların, eserimi kendine ait bir parça gibi hissetmelerini istiyorum’ diyerek başlamış olsaydım, hedef kitlenin ön yargı mekanizmalarını devreye sokmuş olacaktım. Maksadımın ne olduğunu, direkt olarak karşı tarafa iletirsem, muhatabın daha önceden kalıplaşmış öğretileri bana direnç gösterecekti. Bu yüzden, dönüt olarak ’hayır’ yada ’olumsuz’ cevapları alacaktım. Tam bu noktada karşı tarafın zihninde yer alan, bilinçaltı uyaranlarını lehime çalıştırmak için, bir öneriyle yahut ricayla, amaca güdümlü cevaplar alabilmek adına soru kalıpları kullanmayı tercih ettim. Bunu bir örnekle açıklayacak olursak: Yabancı filmlerde yer alan mahkeme sahnelerini hatırlayın. Avukat, karşı tarafın müvekkiline şöyle sorular sorar: ’O akşam saat 20.40’ta evde miydiniz?’, müvekkil : ’Evet’. -Komşularınızın gürültüler ve bağrışmalar duyduğu doğru mu? - Evet, ama... - Başka sorum yok sayın yargıç. Anladığımız üzere önemli olan, istediğimiz cevapları alabilecek, planlanmış sorular sormak. Bu bize etkileşim kurmada oldukça iyi bir ivme kazandıracaktır. Daha folklorik bir deyişle: ’tatlı dil, yılanı deliğinden çıkarır’. Buradaki ’tatlı dil’ ibaresi, altı boşaltılmış bir kavram halini aldı ne yazık ki. Daha çok, ’ köprüyü geçene kadar ayıya dayı diyeceksin’ mantığı işledi gündelik iletişim lügatına. Çağımızın illeti ’yüzeysellik’ herşeye bulaşmış durumda. Asansörden çıkarken karşılaştığımız ve adını halen bilmediğimiz komşularla çevrili etrafımız. Hani ’ev alma, komşu al’ vardı bizde? Beton sahralarının arasında kolonileşmiş haldeyiz. İletişim bedevileri olduk çıktık. Günün birinde bahtsız olacağımız tutsa ve kutup ayısının saldırısına uğrasak, dönüp kimse bakmaz oldu. Yerde yatan cansız bir bedeni yahut yaralıyı yerden kaldıran sağlık ekipleri, karanlığı bıçak gibi kesen ambulans ışıkları ve dev binaların pencerelerinden bakmakla yetinen irili ufaklı karanlık kafalar. ’Aman bulaşmayın, şahit falan yazarlar. Balkonun ışığını ört oğlum çabuk!’. Ve yine bir deyim yetişiyor imdada: ’bize dokunmayan yılan bin yaşasın’. Ama işte o yılan giderek büyüyor. Gün gelecek, içinde güvende olduğumuzu zannettiğinmiz binaları, tek lokmada yutacak. Yaklaşık bir yıldır evde televizyon kullanmıyorum. Dünyayı ve gündemi internetten takip etmeyi tercih ediyorum. Sadece görmek ve duymak istediklerimi alıyorum kapıdan içeri diye bir şey yok. Yalnızca televizyonun dayatmış olduğu bilgi kirliliğine karşın, seçici olmak istiyorum. Okuduğum ya da izlediğim her haberi hafızama kodlamak yerine, çıkış noktasını araştırıp doğruluğundan emin olmaya özen gösterenlerdenim. Bunların dışında, son bir yılda daha fazla kitap okuma fırsatı yakaladığımı, daha çok dışarı çıkıp balık tuttuğumu, pikniğe gittiğimi ve dizilerin kirletemediği zihnimi daha yapıcı işlevlerle doldurduğumu fark ettim. Sonuç itibariyle tüm bunların iletişimime de olumlu katkıları olduğunu göz ardı edemem. Daha az stres altında kalan bilinç, kendini onarmaya ve geliştirmeye meyilli bir hal alıyor. Hadi kalkın, plazmalarınızı( bizdeki eski tüplü olanlardandı) balkondan aşağı fırlatın ve özgürlüğe kanat çırpın demiyorum. Kontrol altında tutulduğu sürece, salonun bir köşesinde durabilir. Önemli olan bizim, vaktimizi zenginleştirmeye ne kadar meyilli olduğumuz. Yoksa evimizi, Feng Şui’ye (Feng Şui, "rüzgâr" ve "su" anlamına gelen, doğada var olan yaşam enerjisini, yaşanılan mekânlarda harekete geçirme yöntemlerini gösteren eski bir Çin öğretisidir.) göre dizayn etsek de, içimizde o şevk yoksa, nafile. Ama bir hatırlayalım isterim: eski akşamları. Kütür kütür yanan soba, üzerindeki mandalina kabuklarının kokusu sarmış tüm odayı. Annemiz özenle soyduğu elmadan bir dilimi meyve bıçağının ucuna takıp bize uzatıyor. Babamız, köyden gelen cevizleri kırıyor yer sofrasında. Yanında da kurumuş üzüm yada kayısı. Bitmek bilmeyen neşeli misafir sohbetleri. İlerleyen saatlerde uyuya kalan misafir çocuğu. Kapının önünde dakilarca devam eden ’bize de bakleriz’ temalı muhabbetler. Annemiz ayakkabılarımızı eline almış, biz babamızın kucağında uykunun en tatlı yerinde. Doldu değil mi gözler? Sahi ne oldu, neyi yanlış yaptık da, o samimiyet kokan ilişkiler terk etti bizi? Sinan Çetin ile dumanlar içinde açılan kapıya bakarken, ansızın Barış Manço’dan Gülpembe çalmaya başlardı. Beklenen kişi gelecek mi gelemeyecek mi diye dört gözle donup kalmışken, dolmaz mıydı içimiz? Nerde o duygusallık? Ne ara bu kadar acımasız olduk? ’Düşene bir de biz vur’maz isek aptal yerine koyulur olduk. Savaş Ay’ın gece vakti yaktığı ateşin yukarı doğru uçusan kıvılcımları etrafında, hayata ve siyasete dair ne varsa, konuşulurdu kırmadan dökmeden. Şimdi ne oldu da, kimsenin kimseye tahammülü kalmadı? ’Güz yağmurlarıyla bir gün göçtün gittin, inanamadık Gülpembe!’ Halen daha inanmıyoruz gerçi. Bugün, bütün bunların bir parça farkına varabilirsek eğer(bunu canı gönülden istiyorum) bir çılgınlık yapıp, ’günaydın’ diyelim komşumuza gülümseyerek. Selam verelim herkese. Yemeği getiren garson arkadaşa ’teşekkürler’ demeyi ihmal etmeyelim. Son olarak, deyim yerindeyse ’el ele verelim’ ve yeniden ’biz’ olabilmek adına koşalım mazinin çiçekli tarlalarında. Ordan oraya konup, muhabbet götürelim dağ aşırı bağlara. Vefadan çeşmeler yapalım, yorulan gönüller içsin kana kana. Biz hep biz kalalım. Bu yazımı rahmetli Barış Manço ve siz değerli okurlarıma hediye ediyorum. |