3
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
1369
Okunma

Hiçbir toplumsal devrim uzun süre bu ülkeye uğrayamaz. Çünkü burası yoksulluğu bir lütuf olarak kabul eden çiçek yüzlü fikirsizlerin mutluca yaşadığı bir yer. Çünkü bilinçaltlarına yoksulluktan daha acı olan o seçenekler kodlanmıştı; açlık korkusu, açlıktan sürünme korkusu ve açlıktan ölme korkusu gibi… Onur denen şey ise bir gece ansızın yasayla sözlükten kaldırılmıştır.
Orada yaşıyorum, yani burada, şurada işte; özgürlüğün ve bilginin jübile yaptığı, insan kalabilmenin imkânsızlaştığı, evrenin ortasında leke gibi duran o simsiyah-beton bahçede. İntihar etmeye karar vermiş bir gerçeklik boynuma dolanıp duruyor. Boynumu idman alanı gibi kullanıyor. Hayal gücümü bıraktığım yerde bulamıyorum. Zihnim çırılçıplak. Çarmıha gerilmişçesine üşüyorum. Üşüyorum ve zaman gittikçe bükülüyor. Derin ve ağrılı bir uykudan uyanıyorum ki susmuş ve yenilmiş, adı olmayan insanlar birikmiş belleğimin önünde. Adları yok, çünkü bu alçak çağın tanıklığını yapıp direnmek yerine sadece izliyorlar. İzliyor ve zulmü alkışlıyorlar. İzliyor, hiç tepki vermiyorlar. İzliyor, öfkelenmiyorlar. İzliyor ve hayal kırıklığı üretme fabrikası gibi çalışıyorlar. Adları yok onların, adları hiç olmayacak.
Ama onlara ezelden beri konan
toplu bir ad var aslında: Yığın.
Sonra diğerlerini görüyorum; saygıdeğer yığına üst kattan eşlik edenleri, hileli zarlarla galip gelenleri, ağzını tanrının musluğuna dayamış sahteciler çağının sözcülerini, yüreği çirkinlik çölüne dönmüşleri… Kutsal denen kavramı kılıç gibi kullanarak insanlığı tüketiyorlar ve asırlarca parlatıp durdukları vatanı satıyorlar, sonra da satılacak bir vatan verdiği için tanrıya teşekkür ediyorlar.
Ah, insan kalabilmek!
İnsan kalabilmenin zorlanan sınırları!
Ve düşman, sevgili düşman,
adil dövüşmeyen düşman;
elleriniz kan, ip, cinayet ve kukla kokuyor.
Hemen yanı başlarında, hayatın sanal balkonunda, birbirini görmeyen, dokunmayan insanların hayali bir zemin üzerinde durmadan yazıştığı, işaretler yolladığı hissizlik çölü var. Sanki hiç yoksulluk, işsizlik, sevgisizlik, aşksızlık, tükenmişlik, acı ve zulüm yokmuşçasına birbirine gizemsiz uğultular bırakan, her kötülüğü kanıksamış o devasa hissizlik çölü.
Oyunlar, sevimlilikler, maskeler
ve bütün anlatının kelimelerden ibaret kaldığı...
Az sonra gün sona eriyor ve belleğin toplantı salonuna giriyorum yeniden. Birkaç düş kırıklığı ve birkaç yanılgı hissi rollerin dağıtıldığı bir masanın etrafında toplanmış sohbet ediyorlardı. Görmeliydiniz; ne kadar sevimli ve içten olduklarını… Görmeliydiniz; çürüyüşe karşı kusursuz memnuniyeti. Konuşmak istiyorum, konuşmak istedikçe dudaklarım ölüyor. Deneyimler kutusunu açıyorum, içinden bir pencere çıkarıp önceliği yitirilmiş anlamlarla dolu olan duvarıma yapıştırıyorum. Düşünüyorum; şu acımasız evrende insan denen vahşinin yok ediciliği karşısında neler yapabileceğimi. Boyları gittikçe kısalan merhamet ve masumiyet sözcüklerini nasıl kurtarabileceğimi düşünüyorum. Ardından pencereme şimşek taşıyan bir kuşun uçuşunu izliyorum; gözbebeğimi riske atmak pahasına.