Evet, arkadaşım, tam da okuduğun gibi. Bir fikrin peşinden koşamayacak kadar yorgunum. Bedenen değil zihnen. Zaten, bilirsin, denemelerimi de genelde böyle halet-i ruhiyeler içinde kaleme alırım. Aklımda birşey varken, yani beyaz kağıdın başına plan ile oturmuşken, böylesi yazılar ortaya çıkmıyor. Onlar bir hedefe koşuyorlar. Bir beklentileri var. Bir kalıpla kalıplanmışlar. Resmiler. Kötü şeyler değiller elbette ama buradaki kadar da özgür olamam onlarda. Yani, sanki, onlar da benim anlattıklarımdır fakat bir şekilde beni esir alırlar. Burada öyle değil. Şimdi öyle değil. Şimdi, öncesinde hiçbir derdim olmadan, oturdum beyaz kağıdın karşısına. Ne çıkarsa bahtıma. Bir saniye. Tam dürüst olalım. Hiçbir derdim olmadan oturduğumu söylemem yalan oldu. Nihayetinde bir yazım olsun istemiştim. Hem güzel olsun. Rahat okunsun falan. Belki ’Bundan fazlası için plan yapmamıştım’ demek doğru olacak. Evet. Plan yapmamak. Kelimelerin benden gelecek ’olmaz’lıklardan korunması için buna ihtiyaçları var. İrade bir açıdan kalıptır. Ve siz kalıbınızı ortaya koyduğunuz zaman, ne kadar güzel bir kalıp olursa olsun o, dışında birşeyler kalır. Eğer, dışarıda kalan, kalıptan güzel değilse, ne âlâ, kazançsız sayılmazsınız. Peki ya dışarıda kalan arzunuzdan güzelse? İnsan kendisini hem ilhamlarının kollarına bırakmak ister hem istemez. İster, çünkü nihayetinde ’yaratılış’ sürecinde kendisi sadece bir aynadır, farkındadır bunun. Ve bu nedenle içine esmesi gereken güzel rüzgârlara durur göğsünü. Beslenir. Fakat korkar da onlardan. Zira size ne söyleteceğinden, bunun yaşadığınız hayata ne kadar uyacağından, ne kadar sizi ’siz’ olmaktan çıkaracağından da emin olamazsınız. Zamana inşa ettiğiniz ’ben’in anlık ’ben’ler karşısında dayanıklılığı ne kadardır? Kaleminizden çıkacak şeyler bu anlık sezişlerin elinde nasıl bir intihar aletine döner? İşte bundan korkarsınız. Dedikodu içinin yaralarından kaçışıdır günahkârın. Siyaset benliğindeki sızılardan kaçışıdır vatandaşın. İnsan, bir yazıya içini dökmek için başlasa da, bir süre sonra dışarısına döner. Çünkü dışımız, her ne kadar aksini iddia edersek edelim, güvenli bölgedir. Düşmanı düşmandır. Dostu dosttur. Arasıra karışılık çıksa da genelde kabul görmüş yasaları vardır. Havaya attığınız düşer. Suya attığınız batar. Uçmaya ancak kanatlıların hakkı vardır. Bunları bilirsiniz. Ancak içeriye döndüğünüzde herşey değişir. En yakın arkadaşınız, yaşadığınız karmaşalardan birini kağıda dökmeye (veya ’anlamlandırmaya’ diyelim) çalışırken, ’varlığından en çok yakındığınız şeye’ dönüşebilir. Anneniz de olabilir bu. Babanız da. Veya aileden herhangi başka birisi de. İçeride olur bu tür şeyler. Çünkü oralarda çağrışımların giysisi yoktur. Yasalar belirsizdir. Rüyalar gibi. Rüyanızda sevdiklerinizi öldürdüğünüzü veya sevdiklerinizin sizi öldürdüğünü görmez misiniz? Bu dengesizlik içeriliğin her köşesinde var. Dışımız topluyor bizi. Düğümlüyor. Birleştiriyor. Somutlaştırıyor. Hatta şunu da söyleyebilirim: Kendisini ortaya döktüğünüzü düşündüğünüz anlarda belki de içiniz sizinle dalga geçiyordur. Bazen ’öyle’ hissettirdiğini bazen ’böyle’ hissettiriyordur. O yüzden insan içini düşünürken dışında tutunma ihtiyacı duyar. Eğer dışında tutunacak bir yer/şey kalmazsa içinde kaybolup gidebilir. Bu bir mürşidin tedrisi de olabilir bir psikoloğun koltuğu da. Bir zikir töreni sırasında koluna girdiğiniz ihvanınız da bu işi görebilir. Sevdiğine en kalbinden cümleyi söylemek isteyen kişi neden elini eline almalıdır? Nihayetinde başladığınız yerde bir işaret taşı bulunması lazım. Bu taş, tıpkı Hansel ve Gretel’in yollarını bulabilmek için arkalarından ufaladıkları ekmekler gibi, geriye dönüşün umudunu vermeli. Dışarıdaki gerçeklik, değişmezlik veya nisbeten sabitelik, içeride olabilecekler karşısında zırhımızdır. Bu açıdan bakarak bazen düşünürüm: Belki de dışımız içimizdir. Veya içimiz dışımızdır. Genlerimiz sabit. İçimizde. Bedenimiz değişken. Dışımızda. Yerkürenin dış tarafı içine göre daha renkli. Çiçekler yüzeyde açıyor. Kuşlar yüzeyde süzülüyor. İçeride ise sabit sayabileceğimiz bir yapı var. Bir çekirdek. Yani çekirdekler daha bir sabitliğe yatkın duruyor. Dışlar içlerden daha değişken. İnsan da neden bunun tersi olsun ki? Belki de bizim, hangi âleme baktığını kestiremiyoruz ama, başka bir boyutta/boyutlarda başka başka dışlarımız var. Fakat bizde en hâkim olan sabitelik âleminde onları içimiz sanıyoruz. Belki orası sadece torbanın büzüldüğü yer. Belki başını kuma sokmuş devekuşu gibiyiz. Kafamızı soktuğumuz yer dışımız olmuş. Ama orada içimiziz. Asıl dışımız ise dışarıda. Olamaz mı? Eğer oralara da açılan gözlerimiz olsa, kalpgözü denilen şey de öyle birşeydir belki, başka birçok semayı/semamızı seyredebilirdik. Kimbilir oralarda ne tür canlılar vardı. Kimbilir oraların ne tür manzaralarına bakılırdı. Semalarını ne tür kuşlar kaplamıştı kimbilir. (Belki meleklerin bazıları da gözümüz olmayan o âlemlerdeki canlılardır.) Ancak bu sözlerimin şimdi sizler için pek bir anlamı yok. Çünkü dışımızı tartışacak durumda değiliz. Zaman ahirzamandır. Çekirdek, kıyameti yaklaşmış bir nükleer santral gibi, kararsızlaşmıştır. Patlaması yaklaşmıştır. Dışarımız bu kadar dengesizleşmiş/değişkenleşmişken daha fazla içimize katlanamayız. |