- 665 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Çocuk edebiyatının tasavvufa ihtiyacı yok mu?
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Nilüfer Kuyaş, Başka Hayatlar’da, ’sahne sevgisi’ ile ’geriplanda kalma arzusu’nun içinde nasıl bir savaşa neden olduğunu anlatırken der ki: "Büyük çelişkiler insanı hasta eder. Ben de hastalandım. Beden isyan etmişti sonunda. Zihin hummalı bir şekilde arayı kapatmaya çalışıyordu. Aylarca süren çaba, yüzlerce sayfa felsefî görüş, uykusuz geceler. Sonunda tiyatrodan değil felsefeden mezun oluş. Bedenim kırkbeş kilo, zihnim karmakarışık, Türkiye’ye döndüm."
Bu paragrafın bendeki etkisi aslında tamamen ilk cümlesiyle ilgili: "Büyük çelişkiler insanı hasta eder." Evet. Çünkü buna, kendi hayatımı da bıçağın altına yatırarak, tastamam iman ediyorum. Hatta biraz daha ilerisi: Bizde varolan her türden arızanın böylesi bir çelişkiyle irtibatlı olduğunu düşünüyorum. Biz, her neyi kendi içimizde çözemiyoruz, onu dışımıza bir hastalık/sorun olarak yansıtıyoruz. Enfüste yaşadığımız savaşlardır ki dışımıza arızalar olarak yansıyor. Gabor Mate’in Vücudunuz Hayır Diyorsa kitabında buna dair mebzul miktarda örnek vardır.
Hatta kitabın tamamı şu iddia üzerine inşa edilmiştir: "Sen doğru ’hayır’ları zamanında diyemediğin zaman vücudun hayata ’hayır’ demeye başlar." Zira varlığının çelişkiler üzerinde devam etmesini istemez. Güvensizlik kalpte ’kalma arzusunu’ azaltır.
Fakat o kitaba geçmeden, daha evvel de yazılarımda kendisinde bahsettiğim bir filmden, A Monster Calls/Canavarın Çağrısı’ndan konuşmak istiyorum. Bu filme sık sık dönüyorum. Çünkü pedagojik anlamda önemli birşeye dikkat çekildiğini düşünüyorum. Nedir o peki? Çocukların da tasavvufa ihtiyaçları var. Ne demek o? Yani, özellikle fıtrata/yaratılışa bakan vecheleriyle içlerinde neler olup bittiğini, nelerden oluştuklarını, neden böyle yapıldıklarını bilmeye ihtiyaçları var küçüklerin.
George Orwell’ın Kitaplar ve Sigaralar’da dediği gibi, biz büyüklerin çocukları anlamasının tek yolu, ’kendi çocukluğumuzu hatırlamamız’dır. Evet. Ancak kendi çocukluğumuzu anımsamakla çocuklarımıza ulaşabiliriz. Yani, o zamanlar taşıdığımız-yaşadığımız duygu durumları üzerinden, çocuklarımızın duygu durumlarına ’empatik köprüler’ kurabiliriz. Çocukluğunu unutan bir büyüğün çocuklarla konuşabileceği ortak bir dünya da kalmaz. Hatta öylesi büyüklere çevrelerindeki insanlar tarafından musırrane şöyle denir: "Sen hiç mi çocuk olmadın?"
Evet. İletişim için gerekli olan ’mütercim odasından’ yoksundur. Hem anlatamaz hem de anlaşılmaz. Çocuk edebiyatı dediğimiz şey de, bu anlamda, çocuk ve yetişkin arasında ’mütercim odasının’ yeniden inşasını başarabilirse başarılıdır. Yoksa sırf bir oyalanma olarak kalır. Bir ’çok satarlık’ tuzağına dönüşür. Yani, bir çocuk kitabını okuduğunda, çocuk hayatı anladığı kadar büyük de çocuğunu anlamalıdır. Yazarken ikisi birden gözetilmelidir.
Ben de çocukların tasavvufa olan ihtiyaçlarını anlamada kendi çocukluğumu ölçü olarak alıyorum. Sürekli büyünen o yaşlarda, hergün dengelerin yeni baştan kurulduğu o zeminde, çocuk sürekli yeni şeyler öğrenmiyor sadece, yeni duyuşlar da yaşıyor.
Bir yakınının ilk kez duyduğu vefatı, bir arkadaşının ilk kez şahit olduğu kazası, bir bültende ilk kez gözünün rastladığı bir acı, belki sarsıcı bir boşanma süreci, belki (Canavarın Çağrısı filminde olduğu gibi) ebeveynlerinden birisinin çaresiz bir hastalığa düşmesi... Bütün bunlar çocuğun dünyasına sadece yeni bilgiler değil yeni ’duyuşlar’ da taşıyor. Ve çocuk her öğrendiği yeni duyuşta onu bir yere koyma ihtiyacı hissediyor. (Duyuşlara karşı tarafsız kalamazsınız.) Evet. Bir yere koyabilmeli çocuk, yoksa, bir çelişki olarak geleceğe taşıyacak onu. Yaralarla büyüyecek. O büyüdükçe yaraları da büyüyecek. Belki hastalık olacak.
Mürşidim bir yerde böylesi yaralardan birisine şöyle dikkat çeker: "Nev-i beşerin hemen yarısını teşkil eden çocuklar, yalnız Cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefatlara karşı dayanabilirler. Ve gayet zayıf ve nazik vücutlarında bir kuvve-i mâneviye bulabilirler. Ve herşeyden çabuk ağlayan gayet mukavemetsiz mîzac-ı ruhlarında, o Cennet ile bir ümit bulup mesrurâne yaşayabilirler. Mesela, Cennet fikriyle der: ’Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü, Cennetin bir kuşu oldu. Cennette gezer, bizden daha güzel yaşar.’ Yoksa, her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümleri o zayıf biçarelerin endişeli nazarlarına çarpması, mukavemetlerini ve kuvve-i mâneviyelerini zîr ü zeber ederek gözleriyle beraber, ruh, kalb, akıl gibi bütün letaifini dahi öyle ağlattıracak, ya mahvolup veya divâne bir bedbaht hayvan olacaktı."
Düşünün lütfen. Bir çocuk hem mutlu olmak istiyor hem de hergün haklarında acı çekmesi gereken, fıtratının bunu iktiza ettiği, birsürü şey öğreniyor. Bu zıtlıklar karşısında ne yapmalı? A) Mutlu olmayı boşverip tastamam Schopenhauercı bir karamsarlığa gömülmeli. B) Duyduklarını boşverip gafilane bir mutluluğa garkolmaya çalışmalı. Hangisini denemeli? Sizce? Siz hangisini seçersiniz? Bence hangi şıkkı seçse yanlıştır. Zira ikisini de başaramayacaktır. İnsan tek bir parça değildir. İnsan bir şirkettir. Bir koalisyondur. Bir birlikteliktir. Ve bu birlikteliği oluşturan parçaların bilgisine sahip olunmadan hayatta karşılaşılan şeyler de doğru şekilde anlamlandırılamaz. Parçaların inkarıyla bütünde saadete varılamaz.
Burada hemen Inside Out/Tersyüz animasyonunu da hatırlayalım. Orada çocuklara duygularını doğru şekilde yönetebilmeleri nasıl öğretiliyordu? Elbette onları parçalarına ayırarak. Öfke, üzüntü, neşe, korku, nefret gibi duygular birer ayrı karaktere büründürülerek çocuk dünyasının içine yerleştirilmişti. Ve hayatında yaşadığı değişimlerin doğru şekilde karşılık bulması da, bunlardan birisinin-birkaçının istibdadıyla değil, hepsinin kendilerini rahatça ifade edebilmeleriyle mümkündü. Hayat hep neşeden ibaret değildi. Üzüntünün de onda bir hakkı vardı.
İşte Canavarın Çağrısı da aslında bizi bunu anlamaya davet ediyor: Kanser hastası annesinin yaşam ve ölüm arasında aldığı yolu beraberinde adımlayan çocuk kendi içinde birçok çelişkiyle boğuşuyor. Hem annesinin hep yanında kalmasını istiyor hem de bu gergin sürecin biran evvel bitmesini. Hem annesini rahatsız etmemek istiyor hem de hislerini ona yansıtabileceği bir çatlak arıyor. (Bu çatlak genelde öfke oluyor.) Ve Canavar ona, anlattığı üç hikaye eşliğinde, içindeki bu çelişkilerle barışmasını öğretiyor. Bunların tamamı birer parçası. Birisinin onda olması diğerinin olmadığı anlamına gelmez. Kalbinden kötülük geçmesi şeytanın teki olduğunu söylemez kimseye...
Ben, işte tam da bu noktada, Risale-i Nur’la geçen hukukuma bakarak ve onun tasavvufa bakan yüzünden ettiğim istifadeye dayanarak diyorum ki: Çocuklarımıza kendilerini parçalara ayırmayı öğretmeliyiz. Evet. Onlara nefislerini, vicdanlarını, lümme-i şeytaniyelerini, kalplerini, akıllarını, aklı dinlemeyen latifelerini, daha nice nice hazinelerini öğretmeliyiz. Öğretmeliyiz ki, içlerinden birisinin sesinden rahatsız olduklarında, kendilerini o parçadan ibaret sanmasınlar. Bir koalisyon yönettiklerini veya bir koalisyonun onları yönettiğini anlasınlar.
Nefislerinden gelen bir arzuyla hata ettiklerinde kendilerini ’şeytanın teki’ sanrılamasınlar. Bir ’euzü’ sırrıyla onu ötekileştirip ondan kaçsınlar. Kalplerine gelen her fikrin, tıpkı Vesvese Risalesi’nde öğretildiği gibi, kendi malları olmadığını bilsinler. Sevmedikleri şeylerin sırf içlerinden geçmekle onların ana karakterini belirlemeyeceğini görsünler. Bu parçalı yapıyı içlerinde kurmakla hayatta karşılaşacakları zıtlıklara doğru tepkileri verebilsinler.
Ben bunu, kendi çocukluğuma bakarak biraz da, çok önemsiyorum. Bu bilgi edinilmediği sürece çocuk kendisini ’uçların varlığı’ olarak görmekten kurtulamıyor. Kendi hissedişlerine karşı korunamıyor. Biraz ’ondan’ biraz ’şundan’ sanamıyor. Herşeyi tastamam sahipleniyor. Hatta bazen "Belki de kötülük benim özümde var!" deyiveriyor. Şeytanın tuzağına düşüyor.
Çocuk edebiyatı denildiği yerde ’çocuk tasavvufu’nun artık konuşulması gerektiğini düşünüyorum. Pedagoji bu mirasa yüzünü çevirmeye çok yatkın değil. Materyallerinin büyük çoğunluğu da zaten Batı’dan geliyor. Halbuki biz buranın çocuklarıyız. Buranın tanımları üzerine kuruluyuz. Şifamızı da yine üzerinde yeşerdiğimiz tarlada aramamız gerekmez mi? Bu noktada elimizi durduran tek şey tasavvufî metinleri ’çocukça’ anlatabilmek. Bunu başarırsak tamamdır. Ne diyelim? Tevfik her vakit Allah’tandır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.