7
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1056
Okunma
(Ayten’i Beklerken)
(Bilinçaltımdaki Sığınak)
(Anılar ve Ölüm)
(İçsel Ekran: Ses Taşıyan Su Yüzlü Çocuklar)
Dört gün kalmıştı. Ayten dört gün sonra karşımda olacaktı meleksi gülümsemesiyle. Karşısında eski Özgür’ü bulabilecek miydi? “Haydi, birbirimize son bir şans verelim!” diyecek miydi? “Eski mahallemize gidelim, belki çocukluğumuz orada bizi bekliyordur, o çalılıkta birinin bizi izleyip üzerimize geldiği günü hatırlıyor musun, nasıl da kaçmıştık yakalanmamak için!” deyip küçük ve esmer adımlarla bana doğru gelecek miydi? Bu düşünce kırıntıları belleğimde birbirine çarpa çarpa dönüp duruyor. Eski mahallede çocukluk ve ilk gençlik dönemlerimizdeki yaşlıların birçoğunun öldüğünü duymuştum. Bazılarının cenazelerine de katıldım. Ölüm ne tuhaf! Onların artık olmayacak olmaları ne korkunç! Ölüm bedenin ölümüyle başlamıyor, önce sözün ölümü gerçekleşiyor. Sözün körlüğü de denebilir buna. Var olan bütün gerçeklik bakışlarda birikiyor. İnsan artık gözlerinin içinde birikmiş bakışlardan ibarettir. Orada son’a doğru koşan atlar vardır. Diplere bakmanın yöntemini bilen biri gelip dinlese o atların uğultular yüklenmiş ayak seslerini rahatlıkla duyabilir.
İlk insan kaybım anneannemdi. Onun ölümü varoluşuma yapılan ilk saldırıydı. Tanrının ilk saldırısı… Yoksulluk içinde geçen koca bir yaşamın anneannesiydi o. Ne yoksulluğa, ne acılara, ne de üzgünlük üreticisi sisteme itiraz etti. Bu dünya hiçti onun için. Gelip geçici bir konaklama yeri, seksen yıllık bir ömrün hoş bir yansıması. Her şey bir yansıma, bir illüzyondu. Onun tek gerçeği vardı: Allah ve Allah’a kavuşmak. Hayatının son anına kadar kronik bir tarım işçisi olarak yaşadı. Bedeni toprakla o kadar bütünleşmişti ki yüzüne uçsuz bucaksız tarlalardan oluşan bereketli bir ovanın görüntüsü yerleşmişti. On evlat vermişti bu iğrenç dünyaya, bu bulantı kulübüne. On yansıma vermişti. Şimdi bu on evlat, bu on kardeş yansıma yavaş yavaş kendisinin öldüğü yaşa yaklaşmaktalar. Ölüm ne tuhaf; herkese sahte bir adres veriyor, sahte bir yüz, sahte bir yaşam. Bizi bırakıp gidiyor doğduğumuz gün, “burada bekleyin, işlerimi halledip döneceğim” diyor ve söz verdiği zamanda geri geliyor. Geliyor ve sırayla her birimizi alıp götürüyor. Onun işi alıp götürmek bizi bu konaklama yerinden.
Anneannemle beraber ben de çalışmaya giderdim bağa tarlaya. Bize rençper derlerdi. Bütün göçmenler rençperlik yapardı. Bizim olmayan şeylere uzaktan bakmaların ustasıydık biz. Kadın ve erkek ameliyeler beraber çalışmazdı. Çünkü yevmiyeleri yani ücretleri farklıydı. Ama yaşları küçük olan erkek çocuklar kadınlarla giderdi çalışmaya. On dört yaşlarındaydım, uzak bir tarlaya çalışmaya gidiyoruz. O gün hasta olduğu için bizimle gelemeyecek olan annem sabah evde yemek sepetimi hazırlayıp beni uğurlarken yanağıma çok derin bir öpücük kondurdu. Ben de ona gülümseyerek karşılık verdim. Bir elimde sepetim, öbür elimde çapam rençperlerin toplandığı yere gittim. Bizi taşıyacak olan traktör ve arkasına bağlı olan römork hazır bekliyordu. Yaklaşık otuz kadın vardı. İçlerinde tek erkek bendim ve bu durum beni biraz rahatsız ediyordu. Römorka herkes bindikten sonra traktör hareket etti. Çıkışa yakın bir yerdeki bakkal dükkânına geldiğimizde durduk ve şoför bana seslendi: “Özgür, oğlum bana şu bakkaldan bir Bafra Sigarası kap gel hemen!” dedi. Ben kasadan ok gibi fırlayarak sigarayı alıp geldim. Şoför ödül olarak beni yanına aldı. Çok sevinmiştim buna. Bu benim için çok ciddi bir ödüldü. Tekrar yola koyulduk. Yol epey uzundu. Şoför ağzında Bafra’sıyla “Bitlis’te Beş Minare” türküsünü söylerken oldukça keyifliydi. Ben de ona eşlik ediyordum ara sıra ama hızlı gittiği için biraz tedirgindim. Hem traktörün gürültüsü hem de detone olan şoförün sesinden arkada kopan kıyameti duyamamıştık. Arkama baktığımda kasada sadece iki kadın vardı. Diğer kadınlar asfalta dökülmüştü. Kasanın bütün kapakları açılmış ve herkes yola savrulmuştu. Şoförün durmasını sağladım. Herkes yaralı, bazıları ağır yaralıydı. İçlerinden bir tanesi hamileydi. Sanırım bebeğini kaybetmişti. Telefon olmadığı için haberleşme imkânı yoktu, tek çıkar yolumuz o güzergâhtan geçecek olan araçları durdurup yardım istemekti. Yaklaşık bir saat sonra Bir Ford minibüs geldi ve ağır yaralıları bindirip hastaneye götürdü. Dayıbaşı “diğerleri çalışmaya gidebilir!” dedi. Yüzü gözü kan içinde olan hafif yaralılardı diğerleri dediği. Sonraki zamanlarda biz hep “diğerleri” olarak kaldık. Tarlaya varıp ilk çapayı salladığımda annem geldi aklıma. Sabah evden çıkarken yanağıma kondurduğu öpücüğün tılsımı orada duruyordu hâlâ.
Sonra bir zaman büyükbabamı alıp götürdü ölüm. Bu ikinciydi. Anneannemi bir daha göremeyecek olmanın ruhumda oluşturduğu derin yarık uzun süre kapanmadı. Hâlâ da kapanmış değil, sadece etkisi azaldı. Kabullenmek etkiyi azaltıyor. Sinirli ve otoriterdi büyükbabam. Eski kafalıydı. Sertti ama gizli bir merhamet taşırdı içinde. Dağ gibi bağırırdı kızdığı zaman. Hatta normal olduğu zamanlarda da bağırırdı. Bağırmak onun gün içerisinde en çok başvurduğu şeydi. Bütün mahalle ürkerdi ondan. Onun yanında çıt çıkaramazdık. Çocukluğumuzun önemli bir parçasıydı. O gittiğinde sokaklar sessizleşti. Onun gibi bağıran çıkmadı bir daha. Ölümün onu yenemeyeceğini -çünkü bilekleri güçlüydü- onun ölümden daha kuvvetli olduğunu düşünürdüm çocukken.
Kaybettiklerimin sayısı artıkça büyüyordum. Hem bedenen hem de ruhen büyüyordum. Anneannem ve büyükbabamla beraber komşu ve diğer tanıdıklardan da ölenler oluyordu. Onların üzüntüsü birkaç gün sürüyordu ama anneannem ve büyükbabamın ölümleri bende onarılması çok zor olan hasarlar açtı. O yaşlarda öğrenmeye başlamıştım yaralarla iyi geçinmeyi. Çünkü yaraları iyileştirme gücüm yoktu. Onlarla kavga etmeyi de doğru bulmuyordum. Barış ilan ettim onlarla. Çok gerekmedikçe birbirimizle konuşmayacak, uzaktan bakacaktık.
Anneannem, büyükbabam, dayılarım ve teyzelerimle aynı sokakta yaşıyorduk. Yıllar sonra herkes çoluk çocuğa karıştığında artık o sokakta bizden eser kalmayacaktı. Çünkü her birimiz ekmek kavgamızı farklı şehirlerde vermeye başlayacaktık. Sadece bayram günlerinde bir araya geliyoruz. Yüzümüzde zamanın ayak izleri kendini hatırlatır ve biz bilirdik bir gün ölüm o izlerin üzerinden gelecektir bize.
Dedem ve nenemle, yani babamın babası ve annesi ile çok yakın değildik. Onlar Bitlis’teydiler. Hep orada kaldılar ve orada hayatlarını noktaladılar. Dedem bazı yıllarda kış mevsimini rahat geçirebilmek için bize gelir, bahar olduğunda tekrar Bitlis’e geri dönerdi. Hacıydı dedem. Her gün Kuran okurdu. Aralıksız okurdu. Kutsal kitabı bitirir, en baştan tekrar başlardı. Ömrünün yegâne anlamı buydu. İnsan ilişkileri, acılar, kederler, adalet, eşitlik, haksızlık, yoksulluk gibi şeyler umurunda değildi. Ona sürekli Arapça yazılan bu kitabı okumak yerine biraz da ne anlattığını öğrensen daha iyi olmaz mı dede dediğimde, “Allah’ın sözleri var orada, Allah ne söylüyorsa doğrudur, bizim kitapta ne yazdığını bilmemize gerek yok, söz ve anlam havaya ve ruhlara karışır, önemli olan budur, bu kutsaldır, o söz ve anlam cennet kokar ve biz okudukça bu kokuyu hissederiz, okumayanlar ve Allah’a koşulsuz inanmayanlar asla cennetin kokusunu hissedemezler!” diye uzun bir cevap verdi bana kızgın yüzüyle. O zamanlar söylediklerinin ne kadar değerli ve derin sözler olduğunu düşünmüştüm. Hatta onu bilge sanmıştım. Ama yıllar sonra dünyanın bir bulantı kulübü olduğunu öğrendiğimde, dedem gibi düşünen ve bunu eyleme dönüştürenlerin, kutsallık uğruna bu dünyayı nasıl da yaşanamaz hale getirdiklerine ve adına cihad, şeriat veya Allah’ın Kanunu dedikleri şey için nasıl da katliamlar, cinayetler işlediklerine tanık olduk. Kutsallık nedir? İçinde insan olmayan, yaşam olmayan, üretkenlik olmayan bir şeye kutsallık yüklenebilir mi? Eğer “kutsallık” kavramı için bir anlam arayışında bulunacaksak bu şöyle olmalıdır: İnsandan, masumiyetten, aşktan ve sevgiden başka hiç bir şey kutsal değildir.
Hacı dedem doksan yaşında, nenem de yaklaşık yüz yaşında hayata veda ettiler. Onların bende hatıraları, onlarla çok az zaman geçirdiğimden silik veya okunaksızdır. Ama babamın anne ve babası oldukları için ağlamış ve yas tutmuştum. Ölüm ne garip şey, öldüğünde üstüne çiçek atıyorlar.
O günlerden bu günlere öyle çok şey değişti ki insan ilişkileri gittikçe karmaşık, kuşku dolu, sadakatsiz ve güven vermeyen bir şekle büründü. O traktör kazasında yardım istemek için tesadüfen bir aracın oradan geçmesini beklemekten başka çaresi olmayan insanlar, bu günkü her şeye sahip olan, yüreği buz çölüne dönmüş insanlardan daha karakterliydiler.
“Haydi, eski mahallemize dönelim ve ilk bakışların alevlendirdiği o karşılıksız aşkın kapısını çalalım yeniden!” diyecek miydi Ayten? Keşke aşk karşılıksız kalsaydı, o zaman kirlenmezdi bu kadar, araya ihanet ve sahip olma hırsı girmezdi, saçma sapan intikam hissi girmezdi. İnsan sevmekten vazgeçmemeli, karşılık bulamıyorsa bile kendini büyük akışa bırakmalı. Büyük akış her taşı olması gereken yere götürüp bırakır mutlaka, gecikmeyle de olsa. Şimdi o sokaktan geçsek de o eski evler konuşmaz bizimle; o açılıp kapandığında ses çıkaran bahçe kapıları, güzel kızların başını uzattığı pencereler sırtını dönerler biz geçince oradan. Yeni çocuklar göreceğiz orada, alışkanlıkları değişmiş yeni çocuklar, yeni yüzler ve gidenlerin yerine konulmuş yeni bakışlar. Biz oradan hiçbir şey olmamış gibi geçersek kimse bize sormaz “niye geldiniz?” diye. Döndüğümüz yerde kimse o soruyu sormuyorsa, o yer artık bizim değildir. Ayaklarımızı yakar o yol, defalarca kazılıp tekrar yapıldığı için anılarımızı da gömen o yol yürürken ayaklarımızı yakar, bir yol ayaklarımızı yakıyorsa, unutulmuşuzdur.
Arkamdan beni takip eden minik ayak seslerini duydum. Bakmadan anlamıştım kim olduklarını. Ses taşıyan su yüzlü çocuklardı. Bu kez her zamankinden kalabalıklardı ve önceki karşılaşmalarımızın aksine yüzleri yarı güleçti. Ama konuşmuyorlar, sadece benimle yürüyorlardı. Postane sokağından kentin meydanına geldik. Meydanın kenarındaki ağaçlıklı yerde sıralanmış banklardan birine oturdum. Onlar da oturdular. Bir şeyler konuşacakları belliydi. Ama yüzlerindeki yarı gülümsemeye bakılırsa alay edeceklerdi. Hatırı sayılır bir bekleyişten sonra “öleceksin!” dedi içlerinden biri. Hemen yüzüme ciddi bir ifade takınarak başımı ona çevirdim.
“Neden ölecekmişim?”
“Nostalji fazlalığından!”
“Nostalji fazlalığı da ne demek, eskiye aşırı özlem duyduğumu mu söylemek istiyorsun!”
“Sürekli geçmişte yaşıyorsun, geçmişle bu günü yan yana getirip senaryolar yazıyorsun, ölümle sözcük oyunlarına girişiyorsun, her şeyi yeni baştan kurgulayıp bunu gerçeklik sanıyorsun, bundan yorulmadın mı?”
“Geçmişte yaşamıyorum, geçmiş sürekli karşıma çıkıyor ve ondan kurtulmak için tuzaklar kuruyorum ama kurduğum tuzaklara o değil hep kendim düşüyorum, hiçbir şeyi kurgulamıyorum, hele geçmişi kurgulamak imkânsızdır, bu gün ve gelecek ise zaten kurgudur. Bizler de o kurgunun doğal oyuncularıyız.”
“Yine aynı şeyi yapıyorsun, dışarıdan görenin gözüyle bakmıyor, yanılgının sana gösterdiği sahte yoldan gitmeye devam ediyorsun, karşına çıkan duvara tosluyorsun ama tosladığın şeyin kendin olduğunun farkında değilsin, biri sana hatırlatınca da gidip kendini bir günbatımının yerine koyuyorsun, bu senin şiirin veya yazın oluyor, bir şiir veya yazı için buna katlanmaya değer mi?”
Buna katlanmaya değer mi? Buna katlanmaya değer mi? Beynimin içinde çalkalanıp durdu bu saygıdeğer cümle. Gerçekten buna değer miydi? Rüzgârı bulmak için gölgelerle söyleşmek… Yapay suratların dudaklarına sözcükler yerleştirmek… Süresi dolmuş anlamları anlam morguna yollamak ve yeni anlamlar için zihinsel uçurumlarla işbirliği yapmak… Bütün bunlar acının estetiği uğruna haz duyulan parçalanmalar değil mi?
“Hayatımın sonuna kadar benimle mi olacaksınız, felcin merkezi olarak mı kalacağım hep, bu kıstırıldığım kuyudan yukarı çıkabilecek miyim bir gün?”
“Bizden kurtulmak mı istiyorsun, senin en zor günlerinde yanında olan bizden, düştüğünde elinden tutan, ıssız yolculuklarında yolunu bulmana yardım eden, rüyalarında dik bir yamaçtan yuvarlandığında sana kanat olan bizden kurtulmak mı istiyorsun, anlamadın mı hâlâ biz sen’iz, biz ne söylüyorsak bunu söyleten sensin, biz yoksak sen de yoksun!”
“Öyleyse, öyleyse… Öleyim ben veya duygusu olmayan bir sise dönüşeyim, yoğun bir sis bulutu olayım; yok edilme menziline giren masumları ve kendine toslayanları gizleyeyim ki keskin nişancı tanrılar öldüremesin onları. Öldüremesin, böylece bir işe yaramış olurum.”
Arkamdan bir elin omzuma dokunduğunu hissettim. “Ne yapıyorsun Özgür, ne yapıyorsun böyle, farkında değil misin etraftakiler sana bakıp gülüyorlar, neden kendi kendine konuşup duruyorsun dostum?” dedi. İşyerinden bir arkadaştı. Etrafıma baktım ve insanların aralarında birbirlerini dürtüp gülüştüklerini gördüm. Beni deli sandıklarından hiç şüphem yoktu. Ben bile kendimi deli sanıyorum çoğu zaman. Onlar neden sanmasın? Ah şu Ses taşıyan su yüzlü çocuklar, beni ne hallere soktular? Arkadaşa “bir tiyatroda rol aldım, ezber yapıyordum, kendimi fazla kaptırmışım, yoksa kendi kendime konuştuğumu falan mı sandın, rica ederim, deli miyim ben, daha neler!” dedim ve yüksek sesle bir kahkaha patlattım arkasından. Bana hangi tiyatro olduğunu sordu sanki tiyatroya çok ilgisi varmış gibi. “Godot’yu Beklerken” dedim. “Ha, duymuştum onu, tamam, güzel bir oyun!” dedi. Sonra etraftakilere dönüp “tiyatro provası yapıyor, endişelenmeyin, sorun yok!” diyerek insanların kendi işlerine bakmalarını sağladı. “Özgür’cüm bu Godot’yu Beklerken Shakspeare’in eseri değil miydi?” dedi gayet ciddi bir tiyatro sever olarak. “Hayır, onun eseri değil!” dedim. Yanlış bildiğinin üstünü örtmek için “onun değilse kimin?” diye sormak yerine tali yollara girerek; kendisinin de tiyatroya ilgisinin olduğunu, ilkokulda bir oyunda önemli bir rol aldığını söyledi. Tam otuz beş dakika onu dinledim. Yarım yamalak da olsa insanların sanattan, edebiyattan, tiyatrodan bahsetmesi hiç yoktan iyiydi. İsimler unutulabilir ama eserlerin bıraktığı tat asla unutulmaz. Arkadaşın yazarın adını Shakespeare olarak hatırlamasını yadırgamadım ve onu rencide etmek yerine “eminim Samuel Beckett’i de duymuşsundur, çok iyi bir oyun yazarıdır, ayrıca romanları da vardır, tavsiye ederim!” dedim. Sonra onu Godot’yla baş başa bırakarak ayrıldım.
Akşam yemeğini dışarıda yedikten sonra kırk beş dakika yürüdüm. Bedenime sinsice girmeye çalışan serinliği yanıma alıp eve gittim. Küçük harfli yalnızlığıma… Çoktandır dolapta bekleyen votkayı açıp karşılıklı kadeh tokuşturduk gecenin öteki yüzüyle. Hafiflemiştim. Sırtımda taşıdığım görünmez yüklerin bir kısmı alınmıştı sanki.