6
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1209
Okunma

Gülcan’ın bana gönderdiği kitapların arasında en çok zamanımı alan, modern romanın başyapıtlarından biri olarak kabul edilen, 1871-1927 yılları arasında yaşayan Marcel Proust’un yedi kitaptan oluşan “Kayıp Zamanın İzinde” adlı iki ciltte toplanmış kitaplarıydı. Proust okumadan gerçek bir okuyucu olamayacağımı düşünmekte haklıymışım. 3133 sayfayı okumak için bir yıl yetmemişti. Hele ki böylesine ciddi bir okuma gerektiren kitaplar için yetmesi mümkün değildi. Çünkü sürekli okuma halinde değildir insan. Bazen okumak için kitabı eline aldığında saatlerce aynı sayfada takılı kalırsın. Kendini veremezsin, bellek o an için okumaya elverişli değildir. Günün en verimli saatlerinde işyerindesin. Akşam saatlerinde de yapman gereken başka şeyler olabiliyor. Bir de araya mutlaka başka kitaplar da girmiştir. İnsan ömrü okumak istediği bütün kitaplar için yeterli değildir. O yüzden günlük koşuşturma cehenneminden koparabildiğimiz kadar zamanımız vardır ancak.
“Kayıp Zamanın İzinde” hem okuma esnasında hem de okuma sonunda beni derinden etkileyen bir başyapıt. Proust’un çocukluğu, anneannesi ve annesine olan bağlılığı, tutkuları, aşkları, başkalarının aşkları, bütün zaman ve mekânlarıyla, onlarca karakteri en ücra köşelerine kadar ve en ince ayrıntısına kadar betimlerken nasıl olur da hiç bozulmadan, sapmadan, eksiksiz, sanki daha dünmüş gibi anlatabildiğine şaşıyorum. Örneğin aşağı doğru uzanan bir yolda, bir arabayla, uzaklaştıkça küçülen çan kulesini sayfalarca anlatırken sadece çan kulesini anlatmıyor, o esnada güneşin batışını, kendiyle ve annesiyle olan bağını, çocukluk aşkını, korkularını ve yalnızlığın içindeki kusursuz karanlığı da fırlatıyor yüzünüze.
Marcel Proust bana göre dünyanın en iyi anlatı ustalarından biridir, hatta en iyisi diyebilirim. “Kayıp Zamanın İzinde” yi okumak olağanüstü bir sabır gerektiriyor. Başlarda kitabı anlamak, anlatılanları hayal dünyamızın içine düzenli olarak yerleştirip sergilemek neredeyse imkânsız gibi görünse de okuma süreci boyunca günlük yaşantının bir parçası haline geliyor. Akılda tutulması zor kişi ve mekân isimleri ve o dönemin Fransa’sının burjuva hayatının yaşantısı benim gibi burjuva karşıtı bir okuyucu için ne kadar ilginç olabilir ki? Şu kadar ki; ilginç olan akış halindeki anlatı ırmağının okuyucuya mükemmel manzara parçacıkları sunmasıdır. O manzara parçacıklarında ellerini, yüzünü ve düşüncelerini yıkıyorsun. Sonra gidip kendine kocaman bir ayna bulup bedeninde dolaşan sözcük konvoyunu izliyorsun orada.
Kitabın daha fazla içine girdikçe favori karakterleriniz oluşuyor ister istemez. O karakterleri siz yönlendiriyorsunuz artık. Swann, Odette, Albertine, Gilberte, Andrée, ,Rosemonde, Giséle, Saint Loup ve daha onlarca diğerleri… Bu yedi kitap boyunca akılda tutulması dikkat gerektiren yüzlerce roman kişisine ilerledikçe alışıyorsunuz ve onları hayatınızın içine alıyorsunuz. Onlarla konuşuyorsunuz. Kitabı okumaya uzun bir süre ara verseniz bile tekrar başladığınızda önceki okumalar belleğinizdeki koltuklarda oturup sizi bekliyor olacaklardır. Bütün bu tespitleri yaparken bu kitapların çeviricisi olan Roza Hakmen’i de ayrıca kutlamak istiyorum. Kusursuz bir iş çıkarmış, hatta bana göre bir çeviri başyapıtıdır bu.
“Swann’ların Tarafı” adlı ilk kitapla açılıyor ilk cilt. "Swann’ların Tarafı"nda Marcel Proust Charles Swann’ın ağzından konuşuyor. Kendi çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını yerleştirdiği köşeden anlatıcıya cümleler taşıyor.
“Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde” adlı ikinci seride belleğin okuyucuyu nasıl dansa kaldırdığını görecek ve derinden hissedeceksiniz. Bu kitapta Proust delikanlılık çağından kesitler sunarken aşkın daha önce hiç rastlamadığınız boyutlarını, içsel yolculukları, ani geri dönüşleri ve kitabın içinde üç vardiya çalışan sözcüklerin ressamının bıraktığı ipuçlarını takip ediyorsunuz. Vardığınız yerlerde bulduğuz eşsiz mekânlar ve el değmemiş manzaralar sosyolojik, mitolojik ve felsefi bellek gösterileri yaparak edebiyata ve okumaya farklı bir bakış açısını koyacaktır önünüze. Bu ikinci kitabı okurken ilk kitabı bir daha gözden geçirme ihtiyacını hissetmeniz kaçınılmazdır.
Üçüncü kitap “Guermantes Tarafı” serinin en uzun kitabıdır. Casuslukla suçlanan ve idamla yargılanan Alfred Dreyfus’un, Dreyfus Olayı’nın etraflıca tartışıldığı ve bu olay üzerinden ön plana çıkan Yahudi düşmanlığının irdelenmesinin kitapta geniş yer bulması Proust’un dönemin siyasi olaylarına olan duyarlılığı ve ilgisi açısından önemlidir. Sonraki bölümler yine burjuva ve aristokrat kesimlerinin yaşantılarının anlatıldığı kesitler ve diyaloglarla ilerliyor. Proust’un sanat ve yazarlar hakkındaki düşünceleri, yaşam, ölüm ve karışık iç dünyasının içindeki yolculuklar ile ilgili detaylar su gibi akıp gitmektedir. Proust bu yolculukları yaparken siz de onunla beraber o yolculuğun bir parçası oluyorsunuz.
Lanetli ve günahkâr iki kent olan ve dördüncü kitaba ismini veren “Sodom ve Gomorra” da dönemin Fransa’sında sosyete davetleri, aristokrat kesimindeki eşcinsel ilişkiler, Albertine’e olan tutkulu aşkı, gelgitleri, duygu patlamaları, ölüm ve yine anıların, geri dönüşlerin bolca sergilendiği bölümler yer almaktadır. Sürekli üzerine gelen bir geçmiş ve şimdiki zamanın karşılıklı oynadığı satranç ve zihnin şölensel acıları bu seride de devam ediyor.
Beşinci kitap olan “Mahpus” u okurken yalnız değilsin, diğer dört kitapla beraber aynı trende seyahat halindesin. Eski kentlere ve en çok da Balbec’e uğruyorsun ve oralarda insanların giydiği gömleğe, içtiği içkiye, yediği yemeğe ve hatta bir garsonun gülüşündeki anlam arayışına kadar sessizde olan bilgiler ayaklanıp Proust’un anlatı masasına geliyor. Bu kitapta her ne kadar Albertine’e âşık olmadığını söylese de bana göre hem aşkın hem tutkunun ve hem de kıskançlığın zirvesinde olan anlatıcı Albertine’i eve hapsediyor ve onun hapsinde kendi içsel esaretini yaşıyor. Onunla geçirdiği her anı şiirselliğin en üst katına taşıyor. Bu en üst katta zaman zaman önüne geçemediği kıskançlığın ve dolayısıyla öfkenin en büyük nedeni Albertine’in başka kızlara ilgi duyduğunu düşünmesidir.
"’Mademoiselle Albertine gitti!’ Istırap, insan psikolojisine, psikoloji biliminden çok daha derinlemesine nüfuz eder. Daha bir dakika önce, hislerini tahlil ederken, Albertine’le son bir kez görüşmeden, bu şekilde ayrılmanın, en çok istediğim şey olduğuna kanaat getirmiş, Albertine’in bana verdiği hazların vasatlığıyla beni mahrum ettiği hazların bolluğunu karşılaştırıp kendimi çok zeki bulmuş, onu artık görmek istemediğim, sevmediğim sonucuna varmıştım. Oysa, ’Mademoiselle Albertine gitti’ sözleri, kalbime öyle bir acı saplamıştı ki, bu acıya pek uzun süre dayanamayacağımı hissediyordum. Benim nazarımda bir hiç olduğunu zannettiğim şey, demek ki aslında bütün hayatım, her şeyimdi." girişiyle başlıyor altıncı kitap “Albertine Kayıp” yani tam da Mahpus’un bittiği yerden başlıyor. ‘Mademoiselle Albertine gitti!’ Hizmetçi Françoise’ın bu sözlerinin yankısı romana damlayan dev bir dalga şeklinde geniş bir alana yayılıyor. Anlatıcı olan kişiyi (Proust’u) terk eden Albertine dönmüyor ve öldüğü haberi –gerçek olup olmadığını öğrenemediği- ulaşıyor kendisine. Yine bu kitapta da müthiş betimlemeler, kişiler, kentler, oteller ve ilişkiler dilin bütün kıvraklığıyla sayfalar boyunca karşımıza çıkıyor.
Serinin yedinci ve son kitabı “Yakalanan Zaman” yaşlanmış Proust’un kendini tamamen eserine vermek isteği ve bunun için verdiği mücadeleyi anlatıyor. Kronik astım hastası olan Proust için bu hiç de kolay değildir. Zamanda yolculuğun son halkası olan “Yakalanan Zaman” Proust’un hayatına değip geçen kentlere, kişilere, zamanlara ve aşklara anıtsal bir veda performansıdır.
Bu yedi roman boyunca adları geçen şehirlere öyle bağlanıyorsunuz ki oraları görme isteği duyuyorsunuz. İlk tanıştığımız yer olan Combray, Proust’un ailesiyle beraber yazlarının büyük bir bölümünü geçirdiği halasının yaşadığı köyün ismi. Auteuil, Balbec, Paris, Venedik’te ve daha birçok yerde ve mekânda şiirsel izler ve ipuçları bırakıyor Proust.
Sayfaları tanrı tarafından çevrilen bir kitap olduğu söylenen Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” sini okuyup bitirdikten sonra sırtımdan tonlarca yükün atıldığını hissetmekle beraber, edebiyata ve özellikle anlatı sanatına bakışım kökünden değişti. Ayrıntıların ne kadar önemli ve o ayrıntıları öykünün içine serpiştirmenin ne kadar güç bir iş olduğunu anlamış bulunuyorum. Peki ya bizim hayatımız kaç sayfa eder? Bizim anılarımız, bizim insanlarımız, bizim şehirlerimiz, bizim sözcüklerimiz. Yanımızdan geçen, dokunan, gülümseyen, ağlatan, acı bırakan ve acı verdiklerimiz; toplasak kaç büyülü yalnızlık eder?