3
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
904
Okunma

İzlediğiniz bir dünya kupası ile izleme şansına eremediğiniz, o demi yakalayamadığınız bir turnuva arasında mukayese yapmak. Futbol tarihi bu gerekliliği “olmak ya da olmamak” misali önümüze koymaktadır.
İlk bölümde de vurguladığım gibi dünya kupası tarihinin en çok konuşulan, vitrine çıkan turnuvaları 1970 ve 86 Meksika olmaktadır. Evet, Meksika ateşi futbolda bir başka yürek atışı olup daha farklı bir aşka davet ediyor görünen o ki.
1970’de Brezilya, 86’da Arjantin öne çıkmaktadır. Ülkemiz insanı açısından iki turnuva arasında sağlıklı bir mukayese yapabilmek oldukça zordur. Malum, 1970’de dünya kupası maçları televizyonlarımızda naklen verilmez henüz. Gerçi, radyo yayınları vasıtasıyla o coşkuyu daha güçlü biçimde yaşamak, yaşayabilmek mümkündür. Radyonun, bilen bilir; daha farklı bir tılsımı, büyüsü vardır. Görsel efektlerle bezeli olmadığı için spikerin etkin ve aktif sunumuyla beraber daha renkli bir dünya sunabilir. Yanlış anlaşılmasın, bendeniz lig ve Avrupa kupası maçlarımız kanalıyla bu duyguyu yaşamış bir neslin evladı olarak söylüyorum. Spiker, deniz tarafındaki kalede kullanılan köşe vuruşunu öyle bir resmeder; stadın ardında seyreden boğaz vapurunun düdüğünü duyar, uçuşan martıları izler gibi olursunuz hani.
Yine dostlar, futbol belgesellerinden bir nebze teneffüs edebildiğim kadarıyla 1970 dünya kupası döneminde daha bireysel bir kurgu dünya futboluna hâkimdir. Virtüöz futbolcu tipi kendi bireyselliği dairesinde oynanan oyunda ziyadesiyle ağırlığını duyurabilmektedir. Pele’nin tüm zamanlar düzleminde bin iki yüz seksen dolayında gol atabilmesini devrin futbol yapılanmasında da aramak gerektiğini düşünürüm. Kuşkusuz, payitahtın dışına hiç çıkmaması da önemli bir etken olmalıdır. Sonra ki evrede gelişen hücum presinin ağırlık kazandığı, fizik gücün öne çıktığı kurguyla birlikte böylesi bir gol yüzdesi yakalanabilir miydi bilinmez. Dahası İngiltere ya da İtalya liginde hatta İspanyol veya Alman liginde forma giyseydi yine benzer istatistikleri yakalar mıydı acep? Hani Maradona Pele mukayesesini objektif temele oturtmak anlamında söylemekteyim. Maradona’nın, 1970’lerle beraber dönüşüm geçiren dünya futbolundaki yapılanma dairesinde ve İspanya, İtalya gibi liglerde yıldız kimliğini tescil ettirdiğini özellikle belirtmek isterim.
Buradan hareketle Maradona’yı mutlak değer aldığım sanılmasın. İki futbol yıldızı arasında güçlü ve zayıf yönler bağlamında derin farklar vardır. Kendi hesabıma dönemlerin futbol jargonunu da hesaba katarak Maradona’yı daha etkin bir bireysel yıldız ve hatta virtüöz tipi kabul ediyorum. Bir piyano virtüözünün parmaklarının tuşlar üzerinde nasıl raks ettiğini düşünsenize. Demem o ki, Maradona yıldız karakterine daha üst seviyede haizdir bana göre. Ve 86 dünya kupası nesli bu çerçevede alırsak daha yüksek bir hazza hatta ruhsal doygunluğa erişmiş olmalı.
Ne ki, konuyu bireysel yetenek mukayesesi değil de hangisi daha büyük futbolcu idi şeklinde koyarsak Pele’dir kanımca. Siz bakmayın, Pele’nin dünya kupalarında Maradona’nın İngiltere’ye attığı ikinci gol tarzı golü var mı diye sorgulayanlara. Benim yanıtım, öyle ama! İlk gol tarzı golü de muhtemelen yoktur şeklinde olacaktır. Ya da spor programlarına sarkmış duayen futbol adamı kılıklı, Pele bir şehir efsanesidir kaardeşimm! Edasıyla birlikte, FİFA tarafından pazarlanmış bir markadır, üründür gibi kıstaslar koymaya kalkan şehir magandaları vardır ki, mikrofonu ellerine geçirdiler mi terör estirirler Allahıma kitabıma. Evet siz bakmayın bu tip çakar çakmaz çakan çakmaklara emi!
Hiçbir futbolcuyu Maradona kadar huşu duyarak, vecde gelerek izlemedim ne yalan söyleyeyim. Ne var ki, futbol tarihinin gördüğü muhtemelen bu en yetenekli oyuncu hiçbir zaman disiplinli bir kişiliğe ve dahi sistematik bir kafa yapısına sahip olmadı, olamadı. Oysa Pele tam tersidir. O devre ulaşamadığım halde onun çok daha tutarlı bir şahsiyete ve beyinsel yapıya sahip olduğunu kestirmiyor, gözlüyorum. Futbolu bıraktıktan sonra da bugünlere kadar uzayan upuzun bir zaman dilimine yayılan bir futbol elçisi kimliğini FİFA ona bahşetti mi sanıyoruz yoksa. Pele, kanımca tüm yaşamını kendi kurallarına daha ziyade oturtan, oturtabilen insanlardandır. Hani derim ki; zirve yapmış insanları karşılaştırırken yaşamı karşılayış biçimlerini de yoklamak gerekir. Yoksa istikrarlı ve kalıcı olmak, olabilmek hiç kimseye altın tepside sunulmaz diye düşünmekteyim.
Nasıl, Meksika’lar birbirine mi karıştı? Evet, bu muhakkak gerekli girizgâhtan sonra yine 86 Meksika’ya dönelim mi? Bi zahmet dediğinizi duyar gibiyim neme lazım.
İkinci turun muhteşem maçlarından biri de Belçika ile Sovyet Rusya arasındadır. Sovyet takımı 2000’lerin futbolu şeklinde tanımlanan mekanik bir sistematik dairesinde sergiledikleri oyun anlayışı altında kendi futbol jargonuna sahip Macaristan’ı grupta 6-0 mağlup edecektir. Ancak bu defa Rusları zorlu bir yüz yirmi dakika beklemektedir. İki takım adına belki de turnuvanın en büyük resitali gerçekleşir. Sovyetler’de Belanov’un hat trick yaptığı karşılaşmayı Belçika 4-3 kazanır. Bu karşılaşma da Sovyet futbolunun güçlü ve zayıf yanlarını gözlemekte mümkündür. Açıkçası Ruslar maça öyle bir başlar, evet öyle bir başlar fakat öyle devam edemezler. Peki neden? Çünkü, Sovyetlerin mekanik disiplinine karşı Belçika’nın hem takım oyununu, defansı bilen, rakibi bozan, hem de yaratıcı oyun kurgusu karşımızdadır. Yine o sıralar çoklarına göre Avrupa’nın en büyük kalecisi olarak gösterilen Pfaff ise yüz yirminci dakikada öyle bir topu doksandan çıkarır ki, Belçika takımında yürekler ağza gelecektir açıkça. Çeyrek finalde de Benelüks temsilcisi, Danimarka fatihi İspanya’yı penaltılarla eleyecektir. 80’ler gerçekten de Belçika futbolunun altın çağı olmalıdır. 1980’de Avrupa ikinciliği, 82 dünya kupasında ikinci tur derken 86’da yarı final tesis edilir.
Çeyrek final karşılaşmaları içerisinde Fransa Brezilya karşılaşması açıktır ki erken final havası estirmektedir. Öyle de olur. 120 dakikası 1-1 biten, futboluyla da nefesleri kesen karşılaşma penaltılara kalır. Aslında doksan dakika içerisinde Brezilya yarı finali yakalayabilirdi. Bitime on beş dakika kala kazanılan penaltıyı Zico gole çeviremez. İşin ilginç yanı takımın penaltıcısı Careca’dır. O dünya kupasında sakatlığı nedeniyle ilk onbirde forma şansı bulamamış ancak Brezilya halkının gönlünde apayrı bir yere sahip Zico üstelikte oyuna gireli bir iki dakika olduğu halde tribünlerin Zico! Zico tezahüratlarının adeta takım üzerinde yaptığı baskıyla topun başına gelir. Ve topu Fransa kalecisi Bats’a teslim eder. Brezilya bir dünya kupasında tribün curcunasına kurban gitmiş olabilir mi? Ne çare ki bu, gerçeğin saf ve veciz bir ifadesi olacaktır. Penaltı vuruşlarında Platini ve Socrates gibi yıldızlar penaltı kaçırır. Her futbolcu penaltı kaçırır sözü biraz da o maçtan kalma olmalıdır. Peki ya Zico ne yapar. Bu kez penaltı vuruşunu gole çevirir. Ne var ki yetmiyecektir. Hay kör şeytan, normal sürede kaçırması gerçekten de talihsizlik olmuş diyenlere, ne yazık ki o bir talihsizlik değil laçkalıktır demek durumundayım. Sizlere delice gelebilir de halen gönlümde bir hicran yarasıdır şu satırları yazarken şerefsizim yahu!
F. Almanya’nın da ev sahibi Meksika’yı penaltılarla elemesi neticesinde Latin Amerika coğrafyasında düzenlenen bir turnuvada yarı finale hiçbir güney Amerika takımının kalamaması ihtimali peyda olur. Bu durumun tabii bir neticesi olarak çeyrek finalin son ayağı olan İngiltere Arjantin maçı ülkemizde de futbolseverler arasında büyük bir heyecanla karşılanmaktadır. Meksika’da düzenlenen bir turnuva da yarı finale dört Avrupa takımı mı kalacaktır? O akşam bir kâbustan uyanılır. Bir tek futbolcunun bunu gerçekleştirdiğinde tüm insanlık hem fikir olmaktadır. Evet, Maradona’nın kaleci Shilton ile yükseldiği hava topunda şeytanca bir refleksle topa eliyle müdahale etmesi durumu 1-0’a taşır. İngiliz oyuncuların hakeme ellerini göstererek ve büyümüş gözlerle koşmalarının hakemde ki yankısı çıldırmış olabilecekleri ihtimalinden başka bir şey değildir. Gerçekte, hakem hadiseyi yakalayamaz ve dünyanın dört bir yanında maçı izleyen milyonlar kadar masumdur.
Maçtan sonra Maradona’ya elle müdahale edip etmediği sorulduğunda gayet sakin o el Tanrı’nın eliydi diyecektir. Pele’nin her insan söylediklerinden sorumludur tanımlaması vaazü nasihat havası estirmektedir. Açıktır ki, formel Hristiyanlığın söylemleriyle Maradona’nın sözünün çeliştiğini söylemek çokta kolay olmayacaktır. Ancak, Maradona maç bitiminde kıvırcık bir yorum yapmış gözükse de maç sırasında hiçte kıvırtmayacaktır. Beni izlemeye devam edin çünkü ben hep beni izlerim dercesine öyle bir gol atar ve futbol tarihine geçer ki açıkça az önce yırtınan İngilizlere bi susun da! Bi susun artık der gibidir. Orta alanda topla buluşan ve birkaç oyuncuyu ilk anda oyundan düşüren Maradona kararlıdır. Gole gidecektir. Muazzam bir dripling ve müthiş çalımlar göz açıp kapayana kadar gerçekleşir. Son dakikalarda fırsatçı Lineker’in golü İngiliz ekibi için şeref golünden başka bir anlam ifade etmeyecektir. İngiltere açısından tek kazanım Lineker’in o dünya kupasını gol krallığı payesiyle tamamlayacak olmasıdır.
Maradona yarı finalde Belçika ve büyük kaleci Pfaff karşısında da inanılmaz goller atar. Artık Arjantin için dünya kupasını kaldırmaktan başka seçenek var mıdır? O denli kolay olmayacaktır elbet. Yarı finalde büyük favori Fransa’yı eleyen Almanlar finalde kolay lokma olmayacaklardır.
Dev finalde ise Almanlar Maradona’yı kilitlersek bu iş olur psikolojisine kapılmış gözükmektedir. Arjantin farklı yıldızlarıyla 2-0’ı kolayca yakalar. Bu kez de, Alman disiplini meyvesini verecektir. Deneyimli Rummenigge fırsatçılığıyla takımını ateşler. Ardından Rudi Voeller sahne alır. Tam maç uzatmaya kalacak sanılırken sihirbaz Houdini sahne alır. Evet, Maradona şık bir pasla Burruchaga’yı kaleci Schumacher ile baş başa bırakmaz mı? Ünlü kalecininde boşa çıkması Arjantin’i zafere uçuracaktır.
Düşünsenize o gece tüm bir Güney Amerika kıtasında yüz milyonlarca insanın yanı sıra bütün bir güney yarım kürede milyarlarca insanın ülke ayrımına kapılmadan kalpleri Arjantin için çarpmaktadır. Herhalde geçen yüzyıl da yerkürede yaşanan en büyük aşklardan biri olmalıdır bu.
-SON-
L.T.