4
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
896
Okunma


Eski yazılarıma bakarken şunu çokça farkediyorum: Bazı şeyler hiç eskimemiş. Evvelden de onlardan şikayet ediyormuşum. Şimdi de ediyorum. Aynı taşa ayağım takılmış yıllar sonra. Yine ona kızıyorum. Demek haklarında konuşmak da onları haklamamış. Şifa olmamış. Halbuki ’arkamda bıraktığımı’ düşünmüşümdür o yazıyı tamamladıktan sonra.
Muhtemelen öyle düşünmüşümdür. Çünkü yazmak bana iyi gelmiştir. (Yazmak bana her zaman iyi gelir.) Fakat öyle olmamış. Yok. Biliyorum. İçimizde dair meselelerde dosyalar öyle kolayca kapanmıyor. Doğruyu bilmek doğruyu ’eylemek’ ve hatta ’sevmekle’ aynı anlama gelmiyor. Lakin bu tekrar eden derslerden bir umutsuzluk ko(r)kusu da değiyor burnuma. Daha fazlası olduğumu sandığım her an sadece birer ’yanılsama’ mı? İleriye gittiğimi sanrıladığım bir yolda daire mi çiziyorum?
Bu ko(r)kunun göğsümde yaptığı sıkışmanın devasını da kendimi parçalara ayırmakta buldum. Evet. Mevlana Celaleddin-i Rumî (k.s.) efendim doğru söylüyor. İnsan dokuzyüz katlı bir binadır. İçinde birbirinden aşkın bilmekler, sevmekler, sezmekler vardır. Bu nedenle ’nefsin’ sevdiğinden ’vicdan’ rahatsız olur. ’Aklın’ eylediğinden ’kalp’ şikayet eder. ’Hevanın’ tutkularından ’ruh’ sancılara tutulur. İçimizdeki bu bin konaklı şehrin sokaklarında geçer imtihanımız. Hangi evde kalacağız?
Hem hepsinde hem hiçbirisinde. Herbirinin sahip olduğu yeteneklere muhtacız. Onlarla ’tamam’ ve ’insan’ oluruz. Fakat onlardan hiçbirisinin tastamam malı olamayız. Bütün parçaya sığmaz çünkü. Sığmadığının belirtilerini göğsündeki kavgadan okuyabilirsin. Yalnız nefsinin izlerini takip ettiğinde yaşadığın tatminsizlik, yalnız şefkatin yolunu takip ettiğinde yaşadığın azap, yalnız aklın yolunu adımladığında yaşadığın kalp kırıkları...
Hepsi yanağını elinin ayasına alıp sana der ki arkadaşım: "Aa kardeş, yanlış ettin, bir çiçeğe fazla bağlandın. Halbuki sen bir arısın. Beni sevmen güzeldir fakat yalnız beni sevmen seni öldürür. Çünkü bağrımdaki öz kışı atlatmana yetmez. Var, git, başkalarını da sev. Başka özler de em. Fakat benden alacağın özü de unutma. Yoksa bu defa da bensizlik seni öldürür."
İşte böyle bakıyorum ben de elimden geldiğimce yaşadıklarıma. Arkamda bırakamadıklarıma böyle bakıyorum. Dönüp dönüp onlara uğramam bir arının telaşı gibi. Bahçeyi kuşatmaya çalışıyorum. Yahut da şöyle söylemeli: Ben unutkan bir arıyım. Bir önceki çiçek unutturuluyor bana her yeni çiçeğe konuşumda. Her yeni çiçek beni başka bir düzleme taşıyor.
Sanki yalnız bir sayfalık bir deftere sahibim. Yahut da yaz-sil bir tahtaya. O tahtaya yeni bir isim yazmam için eskisini silmem gerekiyor. Fakat, bu unutkanlıktan dolayı yine gün geliyor, eski de yeniye dönüşüyor. Eskinin eskiliğini unutuyorum. Ve o yenileşiyor. Malum: Unutkanlık eskileri yenilere dönüştürür.
Bir de meselenin şöyle bir yanı var: İnsanın içindeki yasaların yapısı dışındaki âlemde olduğu gibi ’tekil’ değil. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: İçiniz tek bir fiziğe bağlı çalışmıyor. Farklı yasalara sahip birçok uzay var. Kevnî şeriatın (tabiat yasalarının) dışımızdaki evreni bağladığı gibi bağlanmış değil içimiz. Nefis bir âlem. Kalp bir âlem. Akıl bir âlem. Vicdan bir âlem. Heva bir âlem. Hatta bir duygu başka bir âlem.
Bu âlemlerin herbirisinin ayrı yasalarla yönetildiğini görüyoruz yaşarken. ’Nefis’ için doğru ile ’vicdan’ için doğru başkalaşabiliyor. Nefis ’çabuk menfaat getirecek olanı’ doğru olarak işaretlerken akıl menfaati ’uzun vadeye’ yayabiliyor. Şefkatse ’kendisine ait olandan vazgeçme’ üzerine kurulu.
Bu çoklu fizik yapısı nedeniyle birçok ihtimale sahibiz. Cebimizdeki yüz lirayla güzel bir yemek de yiyebiliriz, bir fakire yardım da edebiliriz yahut yırtıp çöpe de atabiliriz. Sahip olduğumuz canımızla keyfimize de bakabiliriz, başkalarının yaralarını iyileştirmek için emek de harcayabiliriz yahut intihar da edebiliriz. Bunların tamamı muhtemel. Ve dışımızdaki âlemde olduğu gibi tekil yasalar elimizi-ayağımızı bağlamıyor.
İnsan yerçekiminin dışına çıkamaz. İnsan suyun kaynama sıcaklığını değiştiremez. İnsan ölümü engelleyemez. Bunlar kevnî şeriatla bağlandığı için yapılabilecekler sınırlanmıştır. Fakat içimizin düzeni böyle değildir. İnsan her an ’doğrulardan bir doğru’ da seçebilir, ’yanlışlardan bir yanlış’ da eyleyebilir.
Bu çoklu yapısından dolayı güzel ahlaka dair herşeyin tekrar be tekrar hatırlatılmasına muhtaçtır. Hangi konağa ne kadar uğrayacağını öğrenmeye muhtaçtır. Allahu’l-alem, Aleyhissalatuvesselam "Din nasihattir!" derken, bize bunu da öğütlemiştir. Ben de, yine belki aynı nedenle, aynı başlıkları dünyamda çevirip duruyorum. Fiziği tekilleştirilmemiş dünyamın ortasında kulağımı vahiyle/nübüvvetle gelen bilgiye açıyorum. Bu şeriat (ama Kelam isminden gelen şeriat) hangi olayda/hangi fiziğin kurallarına uymam gerektiğini bana öğretiyor. İhtimaller arasında kalıp çıldırmaktan kurtarıyor.
Arkadaşım. Özümdeki fiziklerden hiçbirisini yalanlayamıyorum. Hepsinin bir albenisi var. Unutkanlığım da bazen doğruların çokluğundan geliyor. Zira her zaman su yüz derecede kaynamıyor. Birisinin diğerlerinden aşkın olduğuna iman etmezsem seçenekler eşit gibi duruyor. Hiçbirisi kesin bir şekilde kendisine zorlamıyor. Ekseninde büküleceğim otoriter yasalara ihtiyacım var. Hatırlar mısın? "İman etmek şart mı?" diye sormuştun bir zamanlar. Yanıtlamaya fırsat bulamamıştım. Dikkatle okuduysan, şimdi, ona da bir cevap aldın.