- 858 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
Belki insan da bir karadeliktir
Reşha belki de bu demek: İnsan bir kere acizliğini bildiği zaman, yani iliklerine kadar kabullendiği zaman, bir daha asla ’daha fazlası’ olamıyor. Bu bir kabulleniş değil de sanki bir dönüşüm. Varolan birşeyden bir karadeliğe dönüşmek. Varlığının türünü değiştirmek. Karadelik de var, evet, fakat onun varoluşu ’daha fazlası olarak’ değil. Daha fazlasını yutarak var karadelikler. Hatta varlıklarını anlamak bile yansıttıklarından değil yuttuklarından hareketle yapılabiliyor.
Bir yıldızın önünden geçiyor mesela. Bakıyorsun, uçan bir leke, ışığı bile tutuyor. Vermiyor. Sesi yok. Rengi yok. Varlığı yok. Var adına herşey onda yok. Bir gezegeni, bir yıldızı, hatta bazen koca bir sistemi yutuyor. Şaşırıyorsun. Yıldızların arasında sezilmesi zor yokluklar geziyor. Varlığın yanından geçince onun yokluğu da var oluyor. Kalbini hatırlıyorsun. Biz de biraz öyleyiz sanki. Varoluşumuz artarak değil yutarak. Birşeyleri daha başka birşeylere dönüştürmek için varız. Anlamlandırmak için varız. Aktarabilmek için varız.
İçimizden geçiyorlar. Başka birşey oluyorlar. Ama biz onlarla daha fazlası olmuyoruz. Hâlâ insan kalıyoruz. Hâlâ kul oluyoruz. Hâlâ terkedilince canımız acıyor. Hâlâ küçük bir mikroba yeniliyoruz. Hâlâ başkalarının gözyaşları bizim oluyor. Bizi yıkıyor. Bizi sarıyor. Bizi sarsıyor. Kalbimiz hiçbir olan-bitene "Bana ne?" diyemiyor. Göçmen kuşlar için bile kederleniyoruz. Yani, arkadaşım, içimizden ne menem sistemler geçerse geçsin, galaksiye dönüşmüyoruz. Arkasından gelen ’Ve resulühü’ dahi olsa ’abduhü’yü başımızdan kaldıramıyor.
Sahi, insanın ibadetle yaptığı, tefekkürle yaptığı, Allah’ı anarak/düşünerek ve rızasını ümit ederek yaptığı, karadeliklerin yaptığından farklı bir iş mi? Say ki: Bambaşka bir âlem daha var. Ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de kalb-i beşere hutur etmiş bir âlem. Taşları bizden bir cennet. Odunu bizden bir cehennem. Burada ’elhamdülillah’ diyorsun orada ’elhamdülillah’ yiyorsun. Oraya açılan kapılar da, karadelikler değil tabii ki, bizleriz. Nakliyat üzerimizden oluyor. Bizden geçen anlamlar orada varoluyorlar. İyilik yaparsak iyilik oluyorlar. Kötülük yaparsak kötülük kalıyorlar. Ne isim verirsek ona dönüşüyorlar. Say ki: Böyle bir eşikteyiz. Hatta eşik biziz. Geçilen biziz. Geçenleri seçen biziz. Yani demem o ki arkadaşım: Belki biz de şahitliğimizle inşa edilen başka bir âlemin dönüşüm tesisleriyiz.
İşte, herbirimiz, ancak böyle bir kapı olmakla övünebiliriz. Kapı neyle övünebilir? Kapının kendisiyle ilgili övünülecek nesi vardır? Kapı elinden geçeni cebinde biriktiremez ki onlarla övünsün. Biz de öyle değil miyiz? Gençliğimizi, güzelliğimizi, sağlığımızı, sevdiklerimizi, sevindiklerimizi, sevildiklerimizi, anlarımızı...
Hangisini elimizde tutabiliyoruz? Övündüğümüz hangi şey tastamam bizim oluyor veya sonsuza dek bizimle kalıyor? O halde karadelikten başka hangi benzetme yakışır bizlere? Ben kendime arkadaşım en çok onun yokluksal varlığını yakıştırıyorum. Değerimi de, bencileyin, ’ademimdeki vücutta’ buluyorum. Öyle ya. Kapının kıymeti kendisinde değildir. Açıldığı yerdedir. Zindana açılsa zindan olur. Saraya açılsa saray. Acizliğimizi kabul etmek bir açıdan da kapılığımızı da kabul etmektir. O halde, bir adım sonrasında, açılabileceğimiz en güzel yere açılmak, en mantıklı bir iş değil mi? İşte, arkadaşım, iman ve ibadet de, açılacağın yeri seçmek ve sonra her an o kapıyı "Aynı yöne açık mı?" diye kollamak sayılmaz mı artık?
YORUMLAR
Yazı derin bir tefekkürün ve analizin ürünü,beğeniyle okudum ve mantıklı geldi bana ama bütün bunların yanında insan kalbinde gerçekten de kara deliklere benzetebileceğimiz bir nokta var...içimizden başka bir aleme açılan kapı...süveyda.Güzel yazınız için kutluyorum,okumak zevkti teşekkürler.