22
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1805
Okunma

Eski ismi Nahita şimdiki ismi Niğde olan sarı yalnızlıktaki bu soğuk şehirdeki ilk günlerimdi. Su parasını yatırmak için dışarı çıkmak belki de aldığım en güzel kararlardan biriydi. Çünkü bu karar bana bakışlarda yakalayacağım öykülerin lezzetini sunacaktı saniyelerin nabzında…
Bir çoğunuza garip gelecek ama ilk defa su faturasını yatırmak için su idaresinde sıraya girmiştim…! Bu soğuk şehrin koynunda titreyen yüreğim daha da üşümek için şehrin damarlarına inip ben geldim haydi soğuk dokunuşunu üfle sana direnen sıcaklığıma, savur tüm buzullarını içimdeki çocuğun suskularda demlenen yalnızlığına demek için sabırsızlanıyordu… Etraf kalabalıktı herkes aynı amaç için sırada bekliyordu; ama bakışlarda çok farklı öyküler seslerini duyurmak için gizli gizli ışık saçıyorlardı … Bu sessiz iletişimi fark etmek zor olmadı benim için…
Arkamdan birkaç ses dinle beni dercesine düşüncelerime değiyordu. Sesi tiz ve telaşlı olan genç kız sıranın ne zaman kendilerine geleceğini yanındaki arkadaşlarına soruyordu. Telaşı bedenine de yansımış olmalı ki su faturasını tuttuğu küçük elleri şehrin dehlizlerinde kendiyle savaşta olan sol yanıma bıraktığım ellerime değiverdi… Zihinsel ve bedensel yönden rekor çağlarını yaşayan bu kızcağızların yaşama sevinci ve kaygıları hem bakışlarından hem bedenlerinden akıyordu adeta… Bu iki zıt duygu tezatlar birliğinde arenaya çıkmışlardı sanki… Fevzi Çakmak yıllarına götürdüler beni; o deli dolu, duygu zengini ama sessiz dalgaların yüreğimde oynaştığı yıllara.. Onları anlamam zor değildi, ben de onlar gibi liseliydim bir zamanlar…
Düşler ülkesindeki en güzel durakta beklerlerdi onlar… Kaygılarını, minik kızgınlıklarını, yasaklarını, aşklarını, platonik sevdalarını biliyordum … Ve en iyi bildiğimse; anlaşılmayı bekleyen liseli fidanlara emek ve eğitim kadar “DEĞER” verilmesiydi… Anlaşılmak onların tek ihtiyacı onlara ulaşılmanın tek yolu...Aslında yaşamdaki tüm sıkışıklıkların belki de tek anahtarı…. Ben bu anahtarı onlar gibiyken alamasam da …!
Sıra yavaş yavaş ilerliyordu. Görevlinin asık suratı yorgunluğunu tercüme ediyordu sanki… Fatura yatırılırken neler yapılacak ya da nasıl bir işlemden geçecek bilmiyordum.. Kurduğumuz yaşam sofrasının güzelliğini bozar düşüncesiyle bir arka sırada duran genç kızlara bu soruları sormak bana mantıklı gelmedi. Bir sıra önümde duran delikanlıya bu soruyu yöneltmek belki daha mantıklıydı… Pardon diyerek iletişimin ilk sesini çıkaran ben isminin Yavuz olduğunu öğrendiğim delikanlı ile soğuk şehrin neden bir adım geride gittiğinin sohbetini yaparken düşüncelerimde ki sancılı soruların cevapları bir bir doğuyordu anlamlar ülkesinden…
Yavuz’ un gözlerinde binlerce Yavuz savaşıyordu… İç konuşmalarında “ ben buraya ait değilim bu kent düşlerime dar geliyor.. Kendimi yaşayabileceğim bir yer olmalı olmalı..” dediğini duyar gibiydim…Yaşadığı hüznü gözlerine ustaca sakladığını düşünse de benim dost bakışım insan dokunuşum buna izin vermedi… Belki de bu sıkışıklığı saklayamaması gençliğinden ve de yaşama açtığı penceresinin buğudan yoksun olmasındandı… Bu küçük kent geleceğe kapattığı kapılarının gölgesine Yavuz’ u da almak istemesine rağmen onun gözleri fersizliğe sığınmamaya yeminliydi…
Kısacık ayaküstü bir sohbete gözlerimiz dünyaları sığdırmıştı… Bir daha Yavuz’u göremeyecektim belki ama sokaklardaki Yavuz’lar için bir şeyler yapılmalıydı…
Bu ülkenin gerçek sahipleri hırsızlar değil Yavuz’lar olmalıydı…
Bu ülkenin gençleri düşlerini imgesi eksik şiirler gibi boşluğa değil geleceğin aydınlığa soyunan çıplak hazinelerine teslim etmeliydi…
Dışarı çıktığımda yüreğimdeki afacan öykücükler gökyüzündeki iki uçurtmanın kuyruğundan tutup oynaştılar çığlık çığlığa… Sanki benim suskunluğuma nazire yapar gibiydiler… Bir süre sonra gökyüzünde özgürlüğü bir çocuğun elinde olan uçurtmaların öykücüklerin serseriliğinde iplerinden kurtulduklarını gördüm …Çocuğun şaşkın bakışları kendi ellerindeydi..Çünkü ellerine değen bir sıcaklık hadi ipi bırak duygusunu vermişti ona … Öykücüklerin haylazlıkları en çok uçurtmaların sonra da suskun yüreğimin sessiz sesi olmuştu… O öykücükler benim düşler ülkesinden getirdiğim sadık ve uçarı dostlarımdı…
Bugün bakışlarda doğan öykücüklerimi çağırıp yüreğime düşünceler durağında mola verecektim ki bir teyze yaklaştı yanı başıma ve oturmak için izin istedi... Teyzenin yorgun gözlerinde eski kentin anıları, kuşak çatışması, düş kırıklığı ve gelecek kaygıları okunuyordu…
Ama mutluydu. İnsanlarımızın değişmez özelliği olan ’haline şükretme ’ duygusu yüzüne gülümseme olarak yansımıştı.
Ses tonu, bakışları, kısa öykülerine sığdırdığı yaşama bakış açısı beni çok etkilemişti… Teyzenin yorgun gözlerinde düş kırıklıklarının izlerini görür gibiydim… Belki teyzenin düşleri Yavuz’un ki kadar şövalye ruhlu değildi ama anıları kentin yaşı kadar değerliydi… Bunu sesindeki giz gülünün mağrur salınışından; bedelini ödediği yılların ona armağanı olan çizgilerinden anlamıştım… Hatta bir an kendimi kilitlediğim dehlizlerden çıkardığını hissettim bu duygunun… Ona sarılmak istedim; yüzlerindeki çizgiler benim bugüne bakışımı kolaylaştıracak küçük köprülerdi sanki… Ellerindeki yılların hediyesi olan buruşukluklar sanki duygularımın yorgun yanını yaslamak istediği yumuşacık yastık gibiydi… Bunları ona anlatamazdım ama ellerime dokunup iyi ki seninle sohbet ettim kızım derkenki mutluluğu benim fırtınalarımın limanı olmuştu…
Akşam olmak üzereydi gökyüzü beyaz güvercinlerini yuvalarına gönderirken kızıllığını da benim heyecana boyanmış yüreğime yansıtıyordu…
İçimdeki yaşama açılan ayna sırrını içine gizlemiş bir fikri gösteriyordu soğuk şehrin sıcak öykücüklerinin düş kokan bağrında…
Ve diyordu ki… Sokaktaki teyzelerin, liseli kızların, Yavuz’ların rengine, yaşına değil gözlerinin içine bakın… Gözler; içinde yalan barındırmayan düşlerimizin, dünün ve geleceğin tek gerçek sığınakları… Gerçek öyküler bu sığınaklarda doğar büyür ve iz bırakır
Beyaz Ağıt/Mehtap Altan