6
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1154
Okunma

Devrim televizyondan yayımlanmayacak…
Devrim çomaklarla yapılır. Çocuklarla ve saf kalplerle. Yaşatmak içindir devrim. Masumiyetin devamı için. Haklılar için. Ama üzüldüğüm şey haklıların hakları için kılını bile kıpırdatmaması. Kabullenme seanslarındaki korkunç izdiham. Ancak bilsinler ki hareketsiz haklılık leştir. Ezilenin ezene karşı büyüdükçe büyüyen sonsuz sadakati, ah! Bunları düşünüyordum istasyonda Gülcan’ı beklerken.
Tren de geldi işte. Gülcan trene ve bekleyişe anlam katıyordu. İnsanlar trenden inmeye başladı. Gülcan da indi. Evet, tanıdım, O’ydu. Çiçekli mor bir eteğin üstüne açık mavi bir gömlek giymişti. Saçları yine yirmi beş yıl öncesi gibi kısa ve bu kısalık onun tanrıçalara has silahıydı. Yüzündeki kumrallığa eşlik eden çizgiler, içinde günü geldiğinde kullanılmak üzere saklanan kelimeler ve dudağının her iki yanında muhafız gibi duran izler. İzler Gülcan’ın sihirli kılıçlarıydı. Hele bir de gülümsediğinde yüzü mimik dükkânı olurdu.
Yirmi beş yıl olmuştu görüşmeyeli. Aynı mahallede büyümüştük. Büyük ve boş bir arazi vardı mahallemizde. Orada çeşitli top oyunları, tahtadan silahçılık ve çelik çomak oynardık. O kadar büyüktü ki arazi, sanki dünyanın bütün çocuklarını toplayıp getirsen yine de dolmazdı. Sınırsız düşler tarlası gibiydi. Yıllar sonra orasının bir halı saha büyüklüğünden fazla olmadığını fark ettiğimde hayal kırıklığına uğramıştım. Sanırım büyük olan yüreklerimizdi. Geri kalan her şey maketler uygarlığıydı… Çelik çomak oynadığımız bir gün hava atacağım diye çok sert vurduğum çomakla Gülcan’ın alnını kanatmıştım. Hemen gidip babasına söylemişti. Babasının bana doğru sinirli bir Erol Taş prototipiyle geldiğini gördüğümde hayatımın en hızlı dört yüz metresini koşmuştum. Atletizme yazılsaydım eminim ki rekorlar kıran bir koşucu olurdum.
Gülcan’ı kızdırmayı seviyordum. Bir dönem fincanla fal bakma furyası vardı. Hareketli fincan falı. İşin içine gizli güçler de karışırdı. Bilmem ne teyze eğer buradaysan işaret ver gibisinden bir şeyler söylenirdi başlanmadan önce. O da işaretini verirdi. Masada kaygan bir kartonun üzerinde kâğıt parçalarına yazılan harfler daire şeklinde sıralanırdı. Biz yaklaşık yedi sekiz kişi hepimiz birden işaret parmaklarımızı fincanın üzerine koyar ve sorular sorardık. Kim kim seviyor gibi sorular. Cevap şöyle oluşurdu: Fincanın tepesindeki işaret parmağı krallığının baskısıyla fincan harflere doğru hareket ederdi. Tabi ki o göremediğimiz bilmem kim teyzenin ruhu sayesinde olurdu bu ve sonunda bir isim çıkardı ortaya. Benimkine Şirvan çıkmıştı. Hiç konuşmadığım ve bilmediğim bir kızın ismi. O gün Gülcan’ın yüzü güz kıyametiydi.
Beyazlarıma bakıyor. Yüzümdeki hüzün artıklarını inceliyor. Susuyor. Gölgesiyle oynuyor. Az sonra sinsice bir tebessümü kulağından çektiği gibi getirip aramıza koydu. “Bu ne” dedim içimden. “Tecrübeli bir tebessüm” dedi o da içinden. Belki de intikam alıyordu. Sarılacak gibi yaptı sonra vazgeçti. Neden trenle gelmeyi tercih ettiğini sordum. “Sevdiğim bir kimseye veya bir kente yolculuk yapacaksam trenle yapmalıyım” dedi. Demek hala seviyordu beni… Dostluklarımız devam etmişti. Herkes büyüyüp hayatın kucaklayıcı kollarına atıldı. Başka yaşamlar. Başka sözcükler. Başka sarılmalar. Başka oyunlar. Başka kederler… Ama mektuplarla da olsa arada görüşmeyi sürdürüyorduk. Sonra telefonlar. Sosyal medya ve dünyayı küçültüp yalnızlığı büyüten daha birçok şey. Herkes herkesi çok rahat bulabiliyordu. Gülcan öğretmendi. Daha sonra müdür olmuş. Bu sistemde müdür olmak kolay değil, hele ki muhalifsen. O hep hırslıydı ve başarılı olmak için çok çaba sarf ederdi.
Arabaya bindik ve eve doğru yola koyulduk. Evim kentin dışında bir yamacın dibindeydi. Küçük bir bahçem ve içinde birkaç ağaç vardı. Kediler, tavuklar ve Oscar’a aday olabilecek nitelikte olan yalnızlığımdaki edebi huzur. Daha iner inmez hemen kümesteki civcivlikten yeni terfi etmiş genç tavuklara yöneldi. Çok tatlılar bunlar. İlk defa tavuk görmüş gibi davranıyordu. Bir süre Gülcan ve tavuklar senfonisini izledim.
Kapitalizm: Metalik kurtlar fabrikası. Paslı çiviler kenti. Ucu zehirli oklar mağazası. Kamaşmalar zamanı. Haklıların yüceltilen sessizliği. Titreyişin kökü… Akıllı telefonlarımız. Onurlu kaybedişlerimiz. Örgütsüz öfkelerimiz. Kutsanmış fraksiyonlarımız vardı. Sosyalizm nasıl bir şeydi ki böyle kırk fraksiyona bölünmüştü. -Devrim televizyondan yayımlanmayacak- sözündeki şifre ve o kaçtıkça kovalanan, bir türlü yakalanamayan güzel günlere olan inanç aynı sabır ve başarısızlıkla nesilden nesle devam etti. Devirler değişti. Kitle İletişim araçları inanılmaz boyutlara ulaştı. Ah proletaryam! Neredesin? Yeni sınıflar ortaya çıktı. Ama ne olursa olsun Devrim kameralarla değil, çomaklar ve bilyelerle yapılır. Devrim o küçük oyun sahasını uçsuz bucaksızlık makamına yükselten kocaman yüreklerle yapılır. Muktedir bunu biliyordu ve ilk önce çomaklarımızı, bilyelerimizi alıp yerine plastik duyguları koydu. Sonra kul’eksiyonlar çağını başlattı. Silah satan tanrılar. Kredi notunu belirleyen tanrılar: Standart Poor’s, Fitch Ratings ve Moody’s. Dünya bankası. Merkez bankaları. Ay em ef. Böylece ütopyanın ütopyası oldu işçi sınıfının iktidarı. Geriye üç beş kişinin alanlarda ölümüne mücadelesi ve dağınık öfke patlamasından başka bir şey kalmadı ve izleyen diğer haklılar yığını. Susmakla kurtulacağını sananlara gelmişti sıra. Köleleştirmeye, yoksullaştırmaya, yok etmeye, öldürmeye çalışan muktedire karşı tek silah olan genel grev kararı verilmediği sürece emekçinin yenilgiler seremonisi devam edecektir. Burası dünya yahu, burası bu kadar işte demişti Onur Ünlü. Evet, burası dünya. Ama burası bu kadar değil. Hem Gülcan da var şimdi.
*
“İnsanın kelimelerini emanet edebileceği bir yüzü vardı” Gülcan’ın. Mutluluk parodisiydi gülüşü. Çocukluğunu çantasında taşıyordu sanki. Arada çıkarıp yüzüne sürüyordu. Yüzünde ışık taşıyan yürüyüşçüler dolaşıyordu… Gelirken bana ait olan üç kitabı da getirmişti yanında. Onun için imzalamamı istedi. “Hiç değişmemişsin” dedi ve devam etti: Hiç pes etmiyorsun, delilik bu. Dünya kurtarılacak bir yer değil, hatta kurtarılmayı beklemiyor bile. Kurtarılmak umurunda değil dünyanın.
Gülcan da insanları yutan bu tutulmalar çarkına karşıydı ve öfke doluydu. Ama sanırım o da pes etmiş ve her şeyi oluruna veya başkalarının mücadelesine bırakanlardandı. Nasılsa birileri bizim yerimize plastik mermiler-günü geldiğinde gerçek mermiler yiyordu. Nasıl olsa konuşurken sözcüklere kalbini ekleyenler kirpiklerini fırça gibi kullana kullana geleceklerdir karanlığı ışığa boyamak için. Karanlığı ışığa boyamak için vurula vurula dizileceklerdir anımsamalar takvimine. İşte bu yüzden onunla farklı düşünüyorduk. Kitaplığımdaki kavgayı anlattım. Cezalandırılmış bilgiyi. Zeytin ağaçlarının öyküsünü. Ağaçlara düşman olanlar tüm insanlığa düşmandır. Toprağın kokularını nasıl hissettiğimi anlattım. Toprak çığlıklarını bu kokularla gönderir insanlara. Onun getirip aramıza koyduğu tebessümün yanına uykusuzluğun hafızasını koydum. Birden aklıma gelmişti; çelik çomak oynarken yanağını kanattığım için ilk defa özür diledim ondan. O da babasının beni kovalarken alnındaki yaranın acısını unutarak nasıl gülmekten yerlere yattığını söyledi. Küçük düşler kumbarasını koydum önüne. Hadi daldır elini ve içinden bir düş çıkar dedim… Düşün içine girip Yıkıklar Ülkesinin sembolü olan Gelincik Köprüsü’nden geçtik. Yukarı doğru tırmandık. Papatyalar patikasından olasılıklar tepesine çıktık. Sözcükleri uçurumdan atıp sessizce henüz içine girilmemiş bir anlama yanaştık. Bulaşıcı boşluğun kollarında saatlerce kurtarılacak olanın o muhteşem sanatını izledik yukarıdan.
(7 Haziran 2017)
(insanın kelimelerini emanet edebileceği bir yüzün var senin-Murathan Mungan)