3
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1038
Okunma

Sinema tarihinin en iyi filmleri denildiğinde kriter nedir sorusu karşımıza çıkacaktır. Klasik listelerle, günümüzün popüler listelerinin sunulan isimler etrafında yer yer farklılık arz ettiği söylenebilir. Senaryo, yönetmen, sinema tekniklerinin etkin biçimde kullanımı, film müziği, oyuncuların performansı gibi ögeler bir filmin yerini, değerini, önemini belirleyici unsurlar olarak ilk anda akla gelebilir. Ne var ki, bu hususlar dönemlere göre objektif zeminde anlamına varılabilecek ve teyit edilebilecek hususlardır.
Oysa sinema terimleri ve terminolojisinin haricinde değer atfedilecek unsurlardan da söz edilebilir. Sözgelimi nesille birlikte beğeni de değişebilmekte. Öyle ki, bir devirde öne çıkan bir konunun bir başka dönemde ilgiyi katlamadığı düşünülebilir de. Subjektif gibi görünen bir unsur objektif bir öge halini alabilmektedir hani.
Mesela belirli tarihi devirlerde insanlığın karşılaştığı buhranlar, bunalımlar ve bu hususların travmatik sonuçları, birey ve kitle psikolojisi üzerinde meydana getirdiği derin bir umutsuzluk halinin sinemaya yansıması da genel izleyiciyi bir başka dönemde aşka davet etmeyebilir.
Metafizik ögeler temelinde içerdiği tartışmalar ve uygarlık tarihine yaptığı göndermelerle birlikte entelektüel bir zemine oturan bu tarz bir yapım da ünlü İsveçli yönetmen İngmar Bergman’ın “Yedinci Mühür” adlı filmi olmalıdır. Kameranın objektifinin gökyüzüne doğru çevrilmesi bağlamında dikey sinema anlayışı güdülmesinin yanı sıra müzikleriyle birlikte gerçek bir şölene dönüşen 1957 yapımı filmin başrol oyuncuları ise Bibi Andersson, Nils Poppe, Bengt Ekerot, Max Von Sydow olmaktadır. Filmde ölümü canlandıran Bengt Ekerot için “sinema tarihinin en karizmatik afişlerinden birinde kolunu yana açıp siyah pelerinini salan adam.” şeklindeki ekşi sözlük notu da ilgi çekici olmalıdır. Max Von Sydow Haçlı seferlerinden yorgun argın ülkesine dönen şövalyeyi, güzeller güzeli Bibi Andersson ile Nils Poppe ise gezici sirkin akrobatlarını canlandırmaktadır.
Bugün artık sinema tarihinin en büyük yönetmenleri arasında anılan İngmar Bergman’ın bir rahibin oğlu olduğunu özellikle vurgulamalıyız. Bu bağlamda çocukluk yılları ve aile ortamının ruhunda bıraktığı izleri 20’inci asrın ilk yarısının sahnelediği dünya savaşları, büyük ekonomik kriz ve geliştirdiği totaliter rejimler kanalıyla besleyip etkin bir sorgulamaya dönüştürdüğü söylenebilir.
Filmin konusunu ele alırsak; “Yedinci Mühür", İncil’e göre kıyamet’in yedi habercisinin sonuncusudur. Teolojik harcı bu husus dairesinde filizlenen filmde, mekân orta çağ Avrupası olmaktadır. Haçlı seferleri döneminde savaştan usanmış bir şövalye yanında bayraktarı olmak üzere ülkesi İsveç’e dönmektedir. Filmin başında ikili, dalgaların dövdüğü kıyıda dinlenir ve atlarını sularken görülmektedir. O esnada simsiyah giysileriyle bir adam şövalyenin yanı başında belirir. Kim olduğunu soran şövalyeye, ben ölümüm der. Ölüm meleğinin hazır mısın sorusuna şövalyenin verdiği cevapta ilginçtir. “Ben değil ama bedenim korkuyor” diyen şövalye ölüme satranç oynamayı önerir. Hamlelerini karşıladığım sürece bana dokunmayacaksın ve eğer kazanırsam peşimi bırakacaksın diyen şövalye ile ölüm satranç tahtasının başına geçerler.
Bu girizgâhtan sonra yoluna devam eden iki atlı, vebanın kol gezdiği diyarlardan geçerler. Yolda rastladıkları ve ne zaman öldüğü meçhul birinin artık gözlerinin yerini kanlı bir boşluğun aldığı ve iskelet halini almış cesedi adeta devrin özellikleri hususunda yolcularımızla birlikte izleyiciye çok şeyler söyler.
Bir diğer sahnede ise şövalye ile ölüm meleğinin dialoğu dikkat çekmektedir. Bu esnada şövalye “Tanrı da yoksa dünyada huzur ve mutluluk da yoksa asıl gerçek olan nedir? Eğer Tanrı yoksa dünyadaki ontolojik gerçeğimiz, bu gerçeğin nesnesi neyle açıklanabilir? Eğer Tanrı varsa, bu dünyaya gelişimizin de bir mantığı olmalıdır. Peki, ama mutluluk ve huzuru, anlam ve mantığı Tanrısal dizgeye bağlamak neden? Tanrı düşüncesi olmadan da bunlar kavranamaz mı? Tanrı, “iyilik”, “mutluluk” ve “sevgi”nin ta kendisi olamaz mı? İyilik, mutluluk ve sevgi… Eğer bunlar da yoksa tek gerçek ölüm ise Tanrı da yok demektir…” sözleriyle yaşam tecrübesine koşut biçimde duyduğu olumsuzluğu dillendirmektedir. Ne var ki, bu bölümde ölüm duyarsızdır. Kim bilir, belki de modunda sözlerle karşılarken adeta ben ölümüm görevimi yaparım demektedir.
Devamında bir köy atmosferi yönetmenin dünya görüşüyle bunalım çağlarının arasındaki zıddiyeti ortaya koyan ögeler düzleminde salınım yapmaktadır. Önce bir gezici sirk ve ahaliyi eğlendirmeleri görüntüye gelir ki, müzik ve folklorik ögelerle biçimlenen gösteri gerçektende hayli zevklidir. Açıkçası böyle yoğun felsefi dokusu olan bir filmi izlerken dinlendirici bir ara bölüm misalidir.
Ne ki, gösteri tam hız almışken negatif bir yüklemeyle beraber yine izleyici filmin esasına odaklanır. Birdenbire köye giren engizisyon ekibi ve bunların kamçıladığı ruhunu şeytana satmış insanlarla birlikte değişen müziğin de oluşturduğu atmosfer bir anda insanların halet-i ruhiyesini değiştirmektedir. Bu bağnaz zümrenin başı köylüye birde görkemli bir nutuk çeker. Azarlayıcı ve ağlamaklılıkla, he he he! Gülmek arasında gidip gelen ses tonuyla “Tanrı bize ceza veriyor, hepimiz öleceğiz, kara veba yüzünden” şeklinde bir girişten sonra köylüye birebir yaklaşım dairesinde “Ya sen koca burunlu salakca sırıtan herif enkazınla dünyayı kirletmen için bir yılın daha mı var? Ve sen kadın hayata iştahla ve şehvetle sarılmışsın, şafağa kalmadan betin benzin atıp devrilecek misin?” tarzı sözlerle kitleyi epeyce çitilemektedir.
Kilise görevlilerinin dağılmasıyla birlikte yine felsefi bir dialog dairesinde bu kez şövalyemizin bayraktarı sazı eline alır ve “O saçma kıyamet lafları, modern bir insan inanır mı? Onları ciddiye alacağımızı mı sanıyor? İnsanların anlattığı hikâyelerin çoğunu ya okudum, ya dinledim, ya da bizzat yaşadım ben” der. Burada geçen modern kelimesinin kullanımı yanıltıcı olabilir de. Öyle ki, orta çağ üzerinden modern zamanlara karşı sorgulama yapılmasının bir nişanesi gibi durmaktadır sanki.
İngmar Bergman metafiziğe duyduğu ilgiyi sanat anlayışı temelinde de “Hep Eugene O’Neill’in ünlü sözünü anıyorum: ‘İnsanın Tanrı ile olan ilişkisini ele almayan tüm dramatik yapıtlar önemsizdir.’” şeklinde ortaya koymaktadır. Şu kadar ki, çağlar boyunca sanat ve tanrı kavramı arasında güçlü bir bağ yok mudur? Tüm medeniyetlerde en büyük sanatsal yapıtlar o kültürün tanımladığı yüce bir varlığa adanmaktadır. İnsanoğlu sunaklar, tapınaklar inşa eder Tanrısına. Bu bağlamda da ünlü İsveçli yönetmenin görüşü ayrıca dikkat çekmektedir.
Sözün özü, bir yedinci sanat şaheseri olarak “Yedinci Mühür” tarihsel dekor ve müzikleriyle, oyuncuların çizdiği kompozisyonlarla, izlediği sinema tekniğiyle ve hepsini de aşan ve bütünlüğe kavuşturan yönetmeninin sanat anlayışıyla birlikte özgün bir klasik eser olarak karşımızda durmaktadır. Hani derim ki, izlemediyseniz kaçırılmaması gereken bir sinema şaheseri sizleri beklemektedir.
L.T.