5
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
560
Okunma

Son dönemin öne çıkan konu başlıklarından biri de “BOP” olmaktadır. Kimi zaman Büyük Ortadoğu Projesi bazen de Büyük Osmanlı Projesi bahsi şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Biri öbürünün kılıfı olabilir mi? Kuşkusuz serinkanlılıkla irdelenmeye muhtaç bir durumdur. BOP hop! Derken karşınızda Amerika’lı komedyen Bob Hope’u anlamaya meyyal bir zümre mi var bilinmez.
Peki, konunun özü nedir? Nedir bu BOP? Vikipedi kaynaklı bir tanımlama şu şekilde yapılmaktadır. “Büyük Ortadoğu adıyla duyurulan; en batıda Fas’ın Atlantik kıyılarından, en doğuda Pakistan’ın kuzeyindeki Karakurum yaylalarına, kuzeyde Türkiye’nin Karadeniz kıyılarından güneyde Aden ve Yemen’e kadar uzanan bölgede, Müslüman ülkelere demokrasi ihracını ve bu ülkelerin pazarlarının açılmasını amaçladığını iddia eden politik kuram”
Hiç kuşkusuz kavramın Amerika, İsrail, İngiltere, Rusya tarafından türlü biçimlerde yorumlanıp empoze edilmesi bizim tarafımızdanda formüle edilmesine engel değildir. Demem odur ki; her BOP geçen yerde hoplayıp zıplamakta uygun düşmeyecektir. Bilakis transa geçmek ve transit geçmenin ötesine de geçebilmeli, dönüştürücü olabilmeliyiz değil mi? Şu kadar ki, BOP’un Büyük Ortadoğu Projesi bağlamında değerlendirilmesi ve sorgulanması ile Neo-Osmanlıcılık anlayışına yöneltilen tenkitlerin zaman zaman siyasi nedenlerle arap saçına dönüştürülmesi noktasında dikkatli ve hassas olabilmeliyiz.
Büyük düşünmekten söz ediyorum evet. Dünya bizim üzerimizden büyük düşünüyor. Biz de bu hususun anlamına varabilmeliyiz. Amerikan eski dışişleri bakanlarından Henry Kissinger’in bir sohbette “Ortadoğu’da barış yapmanın en iyi yolu, tümünü Türklere geri vermek” Demesi şakayla karışık manidar değil midir?
Tam da bu noktada dışişlerini bir iç siyaset kavramına indirgemek yanıltıcı olacaktır. Diğer bakanlıkların görev alanlarının aksine dışişleri bir devlet politikasıdır.
Peki, büyük düşünmenin söylemi nedir? Yolu yordamı nasıl olmalıdır? Sözgelimi, günümüzün Neo-Osmanlıcılık söylemlerini nasıl karşılamalıdır? Neo Osmanlıcılık hayrola mı demelidir. Elbette bu şekil fevri bir tepki geliştirmek değil de anlamına varmak gerekir. Kavramı, eski Osmanlı coğrafyası üzerinde politika geliştirmek ve hâkimiyet vizyonuna sahip olmak şeklinde algılamak mümkündür. Filistin, Bosna, Doğu Türkistan, Musul, Kerkük gibi bölgelerde tarihsel sorumluluğumuzdan söz ettiğimiz her durum bir nevi Osmanlıcılık değil midir? Hatta Atatürk döneminde inşa edilen Balkan ve Sadabad Paktı gibi oluşumlar da eski Osmanlı coğrafyası üzerinde sorumluluk duyduğumuz anlamına gelmez mi acep?
Ne var ki, bu siyasetin öz bağlamında kavranmasıyla şekil üzerinden algılanması arasındaki çizgiyi de belirlemek gerektiğini düşünüyorum. Günümüzün daha ziyade ironik bağlamda anlaşılabilecek Osmanlı Cumhuriyeti tabiriyle de kendisini gösteren Neo-Osmanlıcılık akımını bu anlamda şöven bir yapılanma içerisinde görüyorum. Çünkü tarihle “Anakronik” bir bağ kurmaktadır.
Yine, Vikipedi kaynaklı bir tanımlamada “Anakronizm, herhangi bir olay ya da varlığın içinde bulunduğu zaman dilimi (dönem) ile kronolojik açıdan uyumsuz olması. Özellikle edebiyat ve sanatta genellikle eserin geçtiği tarihi döneme ait olmayan varlıkları ve uygulamaları belirtmek için kullanılır.” Şeklinde ele alınmaktadır. Sözgelimi, geçtiğimiz yıllarda bir siyasi tarafından sayın cumhurbaşkanımız hakkında başbakan benim atamdır şeklinde sarf edilen bir cümlenin bu niteliği taşıdığı söylenebilir. Hiç şüphesiz burada sorun bir siyaset veya devlet adamına duyulan bağlılık değildir. Üzerinden yüzyıllar veya nesiller geçmemiş hâlihazırda hayatta ve görevde olan bir insanın bugünden ata olarak nitelendirilmesi nasıl mümkün olabilir ki?
Ya da, tarihsel bir dönemi konu edinen bir romanın o dönemin özellikleriyle bağdaşmayan bir anlatımı benimsemesi olarakta düşünebiliriz. Mesela, Fatih Sultan Mehmet dönemini konu edinen bir romanın o dönemde yönetime karşı dağa çıkan eşkıyaları hakkını arayan gruplar olarak resmetmesi realiteye ne kadar uyar acep? Öyle ya, devrin adaleti tatbik eden bir yönetim anlayışıyla bu tarz bir tasvirin bağdaşması mümkün mü? Şöyle bir itiraz akla gelebilir. Modern Türkiye’de bir yazar Osmanlıcı anlayışı eleştiriyor olamaz mı? Ne var ki, eleştiri ve ideoloji kadar konu ve dönem de önem arz eder. Roman konusu duraklama, gerileme veya çöküş dönemi üzerinden seçilebilir dahası seçilmeli de. Örneğin, Patrona Halil ya da Kabakçı Mustafa isyanı, Çeşme ve Navarin olayı veya Kırım harbi üzerinden pek ala gidilebilir. Demem odur ki, eleştiri kadar jargon da önem kazanmaktadır.
İşte günümüzün Neo Osmanlıcılık anlayışı da böyle bir tuzak içermektedir. Tarihi hatalı bir düşünsel yapıyla yermekle övmek arasında ne fark vardır ki?
Bakıyorsunuz, bir araştırmacı yazar Sultan 2’inci Abdülhamid merhum dönemi aydınlarını eleştirmekte. Şüphesiz eleştirir de, yaklaşım biçimi hatalı benim abim. Diyor ki, o dönem aydınları devlet başkanına saygısızlık yaptılar. Efendim, kim o dönem aydınları dediğin? Devrin Türkçü, Batıcı ve İslamcı yazar ve edebiyatçılarının hemen tamamı. O zaman bunun o devirden bakıldığında bir anlamı olmalıdır. Tarihi dönem yaşanırken olayların algılanışı ile bugünden bakıldığında görülenler demek ki farklılık arz ediyor.
Bilindiği üzere Sultan Hamid 1909’da tahttan indirilir. Ardından üst üste harpler ve bozgunlar gelecektir. Meydan Larousse ansiklopedisinin 2’inci Abdülhamid maddesinde; Balkan ve Cihan harbi ile birlikte Osmanlı aydınları arasında Sultan Hamid dönemine karşı genel bir saygı uyanmaktadır denir. Demek ki, o neslinde yaşayarak öğrendikleri var. Bunu bugünden bakarak net bir şekilde ölçmek meseledir. Günümüzün bir fikir adamı, araştırmacısı 1909 öncesi Osmanlı münevverini kaba bulduğunu asla affetmediğini söyleyebiliyor. İyi de bu popülist bir tavır değil midir benim hocam? Sen de o devirde yaşamış münevverandan biri olsaydın kuvvetle muhtemel 1909 öncesinde Sultana karşı olacak 1914 sonrasında ise meğer ne kadar hatalı düşünmüşüz demeyecek miydin? O devrin islami, muhafazakâr yazarlarının durumu da bu değil midir? Örnekleri veripte satır aralarını okuma güçlüğü “Okur âlim tutmaz zalim” Sözünü ister istemez bir kez daha akla getirecektir.
Bu açıdan aldığımda Osmanlının son döneminin siyasi akımlarından Yeni Osmanlılar hareketine baktığım gibi günümüzün yeni Osmanlıcılık anlayışını ölçtüğümü söyleyemem. Evet, o devrin Yeni Osmanlı grubu da reformcu bir görüş açısına sahip olmakla beraber Âli Osman’a bağlıdırlar. Son kertede reformcu olmaları bile hanedanı ve Devlet-i Âliyyeyi sevdikleri içindir. Oysa günümüzün yeni Osmanlı anlayışı Cumhuriyetin ilk döneminin zıddiyetinden beslenir. Şunu düşünmez, düşünemez ya da düşünmek istemez. 1923 ve takip eden yıllarda yeni bir devletin kurulması esnasında eskiyi temsil eden insanlar hayatta, kurumlar ise ayaktadır. Bu ister istemez bir eski yeni karşıtlığı peyda eder. Bugün, o devrin ülke ve dünya konjonktürünü göz önüne almadan ne Cumhuriyet ne de Osmanlı karşıtı olunabilir. Beri yandan Harb-i Umumi ve sonrasında imzalanan Mondros ve Sevr göz ardı edilerek Cumhuriyeti kuranlar Osmanlıyı yıktı demekte amiyane tabirle abesle iştigal değil midir?
Nihayet şairin “Ne harabi ne harabatiyim, kökü mazi de olan âtiyim” Dizeleri misali popülist bir siyasi anlayıştan uzak ve kültürel bir eğilim dairesinde tarih, bugün ve gelecek arasında bağ kurmak gerekmektedir.
L.T.