11
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1591
Okunma

Erzurum İlinin Pasinler ilçesinde Nef’i İlkokulunu bitirdikten sonra tekrar İstanbul’a dönüyorduk. Yani dört yıllık bir ayrılıktan sonra damdan dama atlarken havada donup kalan, ancak yazın buzu çözüldüğünde tekrar yere inen ve canlanan kedilerin diyarından ayrılıp tekrar martılarına simit atacağımız yedi tepeli şehre dönüyorduk.
Geride kalanlar tabii ki sadece donmuş kediler değildi. Camışlarla ( manda ) birlikte girdiğimiz herkese açık çermikler, ( kaplıca) kova kova evimize taşıdığımız acı su, ( doğal maden suyu )samanın içine pislemesin diye kıçına teneke kutu tuttuğumuz öküzlerle döğen sürdüğümüz harmanlar, o karda kışta eksi bilmem kaç derecede insanları meydanlara toplayan cirit müsabakaları, yağlı pehlivan güreşleri, koyunların aşık kemiği ile oynadığımız aşık oyunları, dam kürümek, sık sık buzda kayıp ayak kemiğimi çatlatmalarım, hızek( kızak) kayma, evlerin duvarına – kurumaları için- yapıştırılmış tezekler, tandır eppeği, ( ekmek), gaz lambasının şişesi içinde taktakurusu çıtlatmalar,kış gecelerinde okuduğumuz Kerem ile aslı hikayeleri eşliğinde yediğimiz kavurga, pestil, köme, kartol( patates), sımışka, ( ay çekirdeği) bütün ailesi Ermeniler tarafından katledildiği için daha beş altı yaşında bir çocukken deliren ve o yüzden ‘’ Deli Yusuf’’ diye anılan o yaşlı veli… Hepsi geride kalıyordu artık. Ama hepsinden önemlisi ‘’Sami sen öğretmen olmalısın’’ Diyerek bana öğretmenliği aşılayan ilkokul öğretmenim Remzi Bey de geride kalıyordu.
Bütün bunları geride bırakarak dört sene önce ayrıldığımız İstanbul’a dönüyorduk tekrar.
İşin doğrusu ben İstanbul’a dönerken yine ‘’ Papaz, papaz g.tünü ykamaz ‘’ diye kızdırdığımız Patrikhane’nin Ortodoks din adamlarına ve bize gerek kendi bayramları olan paskalyada gerek bizim bayramlarımız olan Ramazan ve Kurban bayramlarında para ve hediyeler veren Rum komşularımız Paraşko Amca ve Evniki Teyzeye kavuşacağımızı sanıyordum. Özellikle Evniki Teyze’nin gözyaşları içinde bizi Haydarpaşa’dan uğurlayışı hiç gözümün önünden ayrılmıyordu. Çok özlemiştim onları...
Sonunda İstanbul’a gelmiştik. Lakin Fener’den bayağı uzak bir yerdeydik ve bu semte Beykoz diyorlardı.
Beykoz tek kelimeyle bir cennetti. ( Halen de öyledir )
Paraşko Amca ve Evniki teyzeye kavuşamamıştık ama burada da Ermeni Agavni Teyzemiz, Rum Eleftria Teyzemiz vardı. Ayrıca çok fazla sayıda Karadenizli vardı. Yani Trabzonlu olan annemin hemşerileri... Hiç de yabancılık çekmeyecektik. ( Çekmedik de zaten )
Her neyse…Artık bir orta okul öğrencisiydim. Koruya yakın olan Beykoz Ortaokulunun bir öğrencisi oldum ve yukarıdaki başlıkta belirttiğim hazin sonumun başlangıç noktası işte burasıydı.
Efendim aslında hiç de parlak bir öğrenci değildim, hatta bırakın parlak olmayı bayağı bayağı gazı tükenmiş bir gaz lambası gibiydim. İlle velakin yine de Türkçe dersim fena sayılmazdı. Zayıf not almadığım nadir derslerden biriydi Türkçe…Taa ki Mustafa Bey’le tanışana kadar.
Orta üçücü sınıfta dersimize Mustafa Bey girdi. Nasıl biriydi, huyu nasıldı, suyu nasıldı bilmediğimiz için sevinsek mi üzülsek mi pek anlayamadık.
Derken efendim tabii ki bir iki aylık bir Mustafa Bey eğitim öğretiminden sonra yazılı sınav günü geldi çattı ve Mustafa Bey o malum cümleyi söyledi ‘’ Çıkarın kağıtlarınızı yazılı yoklama yapacağım’’ Her ne kadar ‘’Sınav günü geldi çattı’’ Desem de o günlerde öyle sınav gününü on beş gün önceden haber verme diye bir olay yoktu tabii ki. Öğretmen evde hanımıyla / ya da kocasıyla kavga eder, ertesi gün tüm öfkesini öğrenciden çıkarmak için ‘’ Çıkarın kağıtları yazılı yapacağım’’diyebilirdi. Ya da canı ders işlemek istemez, yazılı sınav yapabilirdi.
Kağıtları çıkardık. Sorular tabii ki şimdiki gibi basılı gelmiyor. Dersin neredeyse yarısını soruları yazarak geçiriyoruz zira öğretmen sınıfı üç gruba ayırıp her gruba ayrı soru soruyor. Maksat birbirimizden kopya çekmeyelim. Bir sırada üç kişi oturduğumuz için de sınıf üç gruba ayrılıyor.
Sorular gelmeye başladı. Aman Allahım. Bunlar fındık fıstık benim için. Hani kolay soru olur da ancak bu kadar olur.
Mustafa Bey’in tüm soruları yazdırıp ‘’İmtihan başladı. ‘’ Hocam istediğimiz dorudan başlayabilirmiyiz’’ şeklindeki o saçma soruyu sormamanız için hemen baştan söyleyeyim. İstediğiniz sorudan başlayabilirsiniz.’’ Demesi üzerine her sınavda ‘’ Hocam istediğimiz sorudan başlayabilir miyiz?’’ diye soran fakat ne hikmetse hiç bir sorudan başlayamayıp boş kağıt veren Celal’in hevesi kursağında kalsa da başaladım hemen cevapları yazmaya. Onbeş dakika ya sürdü ya sürmedi cevapların tamamını yazmam. Kesin olarak 100 üzerinden yüz puan ( nota dönüşmüş haliyle 10 ) bekliyorum.
Kalktım, kağıdı Mustafa Bey’e uzattım. Niyetim sınıftan çıkıp bahçede yeni doğmuş oğlak gibi sıçramak.
Mustafa Bey kağıda baktı şöyle bir ve sordu:
-Senin adın Sami mi yoksa Samiiiii mi?
Şaşırmıştım.
-Sami Hocam.
Mustafa Bey sanki cinayet işlemişim gibi bakıyor suratıma.
-Madem adın Sami, o halde niçin Samiiii diye yazıyorsun?
Allah Allah…Yahu bayağı Sami diye yazmışım. Şimdi nereden çıkardı bu ‘’Samiiii’’yi ?
-Hocam ben Sami yazdım.
Birden gözümde şimşekler çaktı. Resmen yıldızları sayıyorum. Hemen peşinden bir daha…Her iki yanağıma da öylesine iki felaket sille indi ki anlatmak mümkün değil.
İki sillenin acısıyla gözlerimden yaşlar boşalırken yazılı kağıdımı burnumun dibine soktu Mustafa Bey.
-Bak..Burada Sami’nin i harfinin noktasını inceltme işareti gibi yapmışsın.
Baktım evet i nin noktası inceltme işareti gibi olmuş.
-Hocam…Haklısınız da bu mudur yani? Şu kadarcık bir şey için mi beni dövdünüz?
Hiç unutmayacağım ve kendisinin de belirttiği gibi asla unutamayacağım cevabı verdi:
-O tokatlar işte bu günü asla unutma diye. Bu günü asla unutma ki Türkçe konuşurken ve yazarken daha dikkatli ol.
O günü gerçekten de hayatım boyunca unutmadım. Hele hele de yüz puan beklediğim o yazılı sınavdan sırf i nin noktasını inceltme işareti gibi yazdığım için kırk puan alışımı asla unutmadım.
*
Yıllar sonra ben de öğretmen oldum. Eeee Mustafa Bey’in öğrencisiydim ne de olsa..Bu sefer de ben başladım ‘’ Evladım bu i nin noktası niçin inceltme işareti gibi olmuş’’ Demeye ama tabii ki tokat yok, bu sebeple not kırma yok.( Hatayı tekrarlamadıkları müddetçe tabii ki.) Ama yine de illallah ettiriyordum öğrencilere.
Sonunda Milli Eğitim Bakanlığı ‘’ Ulan Sami yeter bee. Yeter ulan senin yüzünden velilerden gelen şikayetler. Hay sı.ayım senin noktana da inceltme işaretine de. Kaldırıyorum ulan inceltme işaretini.’’ Diyerekten inceltme işaretini tamamen kaldırdı. Yani evet..İtiraf ediyorum. İnceltme işaretinin kaldırılmasının müsebbibi benim. Hatta eskiden T.B.M.M yazardık yani her büyük harfin yanında bir nokta olurdu. İşte o noktaları da benim yüzümden kaldırdılar. Şimdi TBMM ya da TC diye yazıyoruz. Nokta yok.
Lakin…
Lakin mesele sadece inceltme işareti değil. Şu ‘’De, da ve ‘’ki ‘’ ekleri de var mesela…
Bağırıyorum, mâbâdımı yırtıyorum ‘’ Çocuklar, ‘’dahi’’ anlamındaki de, da lar ayrı yazılır’’ Diye.İllevelakin çocukların pek çoğunda dehadan eser olmadığı için bahsettiğim ‘’dahi’’ nin deha sahibi olan ‘’dahi’’ ile hiç bir ilgisi omadığını kavrayamıyorlar bir türlü.
Neyse..Neticede Edebiyat öğretmeni değilim. Ben de bıkıyor ve yeni meslektaşlarımın pek çoğunun - bizim daha ortaokul sıralarında öğrendiğimiz- bir dilekçeyi bile yazamadıklarını görünce öğrencileri sıkıştırmaktan vazgeçiyorum artık.
Veee sonunda emekliyim…Yani öğrenci milleti derin bir ‘’Ohhhh’’ Çekiyor.
Emekli adam ne yapar? Ya kahveye gider ya da işte böyle edebiyat sitelerinde anılarını yazarak son tayin yeri olacak olan Tahtalıköy’e gideceği günleri bekler. Ben de öyle yaptım. Öyle yapmasına yaptım ya eski hastalık burada da nüksetti. Başladım milletin yazılarına burnumu sokmaya..
-Arkadaşım..Orada ‘’da’’ eki ayrı olacak
-Bak arkadaşım! Burada ‘’ki’’ eki bitişik yazılır.
-Güzel kardeşim bak ! Burada ‘’Saçımı başımı yol asım gelir’’ demişsin. Hangi Asım bu gelen?
+Ha?
-Asım diyorum. Hangi Asım gelir?
+ Ula sen ne karişirsen. Sen bu sitenin prefesöri misen? Sen sanki çoh mi bilirsen?
Ya da…
+Hocam lütfen…Ben yüreğimden dökülenleri yazıyorum.
-Yahu yine yüreğinden dökülenleri yaz. Hem ben sana kıçından dökülenleri yazmışsın demiyorum. Sadece ‘’Daha kurallı yaz’’ diyorum.
+Ben kurala, kalıba sığmam hocam.
Bir nokta yerine inceltme işreti koyduğum için yediğim tokada, bir şu hiç bir kalıba sığmayanlara bakıyorum…Neyse…Boşverin…
Sonunda sadece nazımın geçtiği insanlara ‘’ Şurada şöyle olacak, burada böyle olacak’’ demeye başladım.
İşte bu nazımın geçtiği insanlardan birisi de bu siteden tanıdığım ‘’ Nurefşan ‘’ Mahlaslı arkadaşımdır. Yıllara dayanan bu arkadaşlık ve dostluk en sonunda şahsen tanışmaya da vesile oldu. Ben ona ‘’Kızçem’’ derim o da bana ‘’Babacuğum.’’
Nurefşan’ı sık sık uyarırım ‘’ Kızçem orada ‘’de’’ eki bitişik olacak, ‘’ki’’ eki ayrı olacak’’ Diye…Sağolsun hiç kızmaz, alınmaz, gücenmez. Akıllı telefonu ile yazdığı için istemeden klavye hatası yaptığını yedirmeye çalışır kibarca. Ben de yemiş numarasına yatar ‘’Ah bu akıllı diye geçinen cahil cep telefonları ahh.’’ Diyerek tüm suçu cep telefonuna yüklerim güya.
Pardon…Bu yazıyı nereden mi yazıyorum?
Anlatayım efendim.
En son yazdığı bir şiirde yine bu eklerle ilgili ‘’ Şurası yanlış olmuş’’ Uyarımdan sonra kızçem ‘’ Babacuğum. Çok teşekkürler. Bu iyiliklerinin karşılığı olarak seninle şöyle bir piknik yapalım. Hem böylece temiz havada beynine az oksijen gider’’ deyince sevinçle ‘’Tamam’’ dedim.
Hani uyanık geçinirim ya ‘’ Kızçem, bu havada ne pikniği’’ Diye sormak hiç mi hiç aklıma gelmiyor.
Aslında kolumdan tutup havaalanına getirdiğinde bu işte bir bit yeniği var diye düşünmeliydim. Öyle ya pikniğe uçakla mı gidilirdi? Ama öte taraftan hayatımda ilk kez uçağa bineceğim. O bakımdan üzerinde durmadım pek. Zaten uçakta söylüyor Güney Yarımkürede oldukça pikniğe uygun bir yerlere gideceğimizi.
Neyse Efendim… Uçak, oldukça uzun bir yolculuktan sonra Avustralya’ya indi. Sonra bir baktım piknik diye beni getirdiği yer bir yamyam kabilesinin tam ortası.
Yamyam reisine beni gösterip ‘’Eti senin. Kemiği de senin. Hatta işine yararsa tırnakları, dişleri, kafa derisi de senin.’’ Dedi. Hemen atıldım. ‘’ Öğretmen olan benim. Bana demen lazım ‘’Eti senin kemiği benim’’ diye… Bak yine kural hatası yaptın. Demek bunları eğiteceğim ha?’’ Deyince yüzünde o güne kadar görmediğim hain bir tebessüm gördüm. Kısaca beni yamyamlarla başbaşa bırakıp gitti.
Efendim..Yamyamlar oldukça nazik insanlar. Onlara okuma yazma, imla kuralları, güzel konuşma filan öğretmeye başladım. Bu arada internet üzerinden Nurefşan’a da halen ‘’ De ayrı olacak’’ ‘’ Ki bitişik olacak’’ demeye devam ediyordum tabii ki.
Sonunda dün Nurefşan’dan bir mesaj geldi. Gayet kısa: ‘’ Eh..Günah benden gitti.’’ Hemen akabinde yamyam reisinin hanımına da bir mesaj geldi. Anladığım kadarıyla ona da patatesli Sami tarifi veriyordu. Ondan sonra kendimi -altında ateş yanan- bu kazanın içinde buldum.
Sonrası mı?
Sonrasını resim yeterince anlatmıyor mu?
Ne yani yamyam kazanına düştük diye öğretmenliğimizi unutacak mıyız? Öğretmen her yerde öğretmendir. Yamyam kazanında olsa bile…