16
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1347
Okunma


Kaç hayat yaşayınca yoruIur insan? Kaç seneden sonra yaşIı kaç hezimetten sonra bezgin kaç sevdadan sonra kaIpsiz kaç keIimeden sonra IâI oIur kişi?
İnsanoğlu yaşadığı bir ömre; yapmak söylemek yaşamak ve yazmak istediği şeyleri sığdırmayı başarabilir mi?
Oysa insanoğlu hayatın renklerini keşfe çıktığında ve henüz bir rengin tonlarını algılamaya çalışırken bile hayat sürekli yeni yeni renkler üretmeyi sürdürmüyor mu sonsuz aleminde?
Cahit Sıtkı Tarancı “Yaş otuz beş yolun yarısı eder” derken. Cemal Süreya elli dokuz yıllık bir yaşanmışlığı kendine yeterli bulmuş olmalı ki “Üstü Kalsın” notunu düşmüş alacaklı olduğu hayata.
Bazen insan kendi sıradan hayatını yaşarken ansızın bambaşka hayatların içinde buluyor kendini.
Kimileri üstün körü şöyle bir bakıp ve hatta belki üstüne basıp geçerken bazıları ruhlarını besleyip iç dünyalarını zenginleştirmenin yolculuğuna çıktıklarını fark edebiliyorlar.
Ancak asıl önemlisi yaşanan bu hayatlara insanın kendini de dahil edebilmesidir sanırım. En ince ayrıntısına kadar gözden kaçırmadan belleğine ve ruhuna nakşedebilmesidir. Bunu başarabilmek de öyle kolay bir iş olmasa gerek. Bunun öyle bilgi kültür donanım ve alınan eğitim-öğrenimle de yakın ilişkisi olduğunu düşünmüyorum ben. İnsanın içindeki o insan yanıyla ilintilidir daha çok bana kalırsa. Görebilmek hissedebilmek ve anlayabilmektir ta derinlere inerek.
Bazı insanlar hayata bir sıfır önde başlarlar. lQ su yüksek önemli yeteneklere sahip ve mükemmel bir ailenin içinde buluverirler kendilerini. Hal böyle olunca da hangisi kader hangileri bireyin kendi seçimi ve tercihidir diye sormak mı gerekir hayata daha ilk baştan?
Hani şu televizyon kanallarlının yıkıldığı ancak kime sorsanız izlediğini söylemenin entelektüel duruşlarına gölge düşüreceğini var sayıp izlediklerini sakladıkları dizilerden söz ediyorum. Üç yıl önce başladığını öğrendiğim KARAGÜL dizisini ben bu yıl keşfettim ve tabii kendimi de yeni baştan.
Öncelikle senaristlerinden en küçüğünden en büyüğüne kadar tüm oyuncularına ve emek veren arka plandaki gizli kahramanlarına sonsuz teşekkürler ediyorum ben kendi adıma. Başta tiyatro olmak üzere sinema ve dizi oyunculuğu yapan genç kuşak sanatçılarının dünya starlarıyla boy ölçülecek seviyede olduklarına yürekten inanıyorum. Yıllarca süren ve adına “Pembe Dizi” denilen dizilerin onca yıl sürmesi ve sevilerek izlenmesi müthiş güzellikteki başarılı “seslendirme” çalışmalarından kaynaklanmıyor muydu daha çok. Ayrıca yeri gelmişken “Sezar’ın hakkı Sezar’a” deyip Defterde Nobel Ödülünü hak eden çok değerli Kalemlerin olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.
Evet. Karagül deki karakterlerin her biri başlı başına koca bir hayat. Araştırılması irdelenmesi ve okullarda okutulmayan çok özel derslerin alınıp bunların hayata geçirilmesini gerektiriyordu.
Benim burada hepsini bir bir anlatmama yüreğimde yer eden ve kendimi sorgulamama dahi yol açan unutamayacağım sahnelerden söz etmem elbette ki olanaksız. Bu nedenlerledir ki ben bir insanın mesleki ve sahip olduğu yeteneklerinin sağladığı başarılarından çok her fırsatta insanların ruhlarına süzülüp oralarda kendi kendileriyle yüzleşmelerini seviyor ve övgüye değer buluyorum.
Baştan beri içimi ısıtan Asım karakteri olmuştu daha çok. Asım ana karakterlerden uzak sade sıradan ve hatta silik bile diyebileceğimiz bir karakterdi görünürde.
Engelli oluşu onu baskın karakterlerden biraz daha uzağa atmış gibiydi dahası. Oysa o dizinin başrol kahramanıydı aslında. O koskocaman bir devi barındırıyordu sevgi dolu insan yüreğinde sessiz ve suskun.
Asım küçücük yaşında babasının dedesini öldürdüğünü görmüş ve bu sırrı yıllarca yalnızca kendine saklamayı başarmıştı.Ve hayatın daha ne çok renklerine yolculuk yapmıştı tek başına.
Ne diyordu final gecesi kendisine bir kez bile “Oğlum!” demeyen diyemeyen canından çok sevdiği babasının yürekler acısı bedenini bir anne bir baba şefkatiyle sarıp sarmalar ve yemeğini yedirmeye çalışırken.
“Gözlerini benden kaçırma. Ben senin oğlunum ne olur utanma babam. Herkes yanına niye geldiğimi anlamıyor. Onlar benim gözümle bakmıyorlar sana. Sen de kurbandın babam. Ben senin canın yandığı için can yaktığını biliyorum. Ben senin yüreğinin içinde atamadığın vicdan azabını gördüm. Bana bir bakışında vicdanındaki onulmaz yaraları gördüm. Ne demişti babaannem, hiç kimse sınanmadığı günahın masumu saymasın kendini. Bu kaşık da babaannem için”
Kendal. Yani asımın babası. Hem kendi öz babasının ve hem öz babası sandığı üvey babası dahil pek çok kişinin canına kıyan Kendal! Asım’ın "bu kaşıkta babaannem için" deyip babasının felçli ağzına uzattığı kaşığı Kendal’ın vahşi bir hayvan böğürtüsüyle içmeyi reddetmesi finalin en yürek acıtan hesaplaşma sahnesiydi bana göre.
Kadriye Hanım: Başta ailesi ve tanıyanların sevip saydığı bilge kişi bildiği evin direği Kadriye Anası.
Ancak ne yazık ki onun ne ailesine karşı yüreğinde biriktirdiği sevgisi ne yaşadığı onca acılar ne aileyi bir arada tutma pahasına katlandığı zorluklar verdiği emekler ve ne de ruhunun çok derinliklerinde çöreklenen vicdan azabı işlediği günahların bedelini karşılamaya yetmeyecekti.
Çünkü o çok ciddi hayati gerçekleri öncelikle bilmesi gerekenlerden saklamıştı yıllar yılı. Ve onun bu suskunluğu sevdiklerinin hayatını karartmakla kalmamış kimilerinin yaşamlarının sona ermesine neden olmuştu üstelik. Bunun en büyük payı da giderek bir canavara dönüşen oğlu Kendal’a düşmüştü. Çünkü Kendal ne annesinden ne öz babası bildiği adamdan göremediği sevginin hatta öfkenin nedenini bir türlü anlayamamıştı. Kendal Kadriye’nin ilk gençlik aşkının bir hatırasıydı ve bunu hem oğlundan hem gerçek babasından bile saklamıştı o.
İşte o gün oğlu Kendal ’ın torunu Asımın uzattığı kaşığı ağzından dışarı geri atması Annesi Kadriye’ye yıllardır farkında olmadan biriktirdiği öfkenin ve onun işlediği günahları sorgulamanın geç kalınmış bir dışa vurumuydu besbelli.
Emine: Asımın annesi Kendal’ın nikahlı ilk eşi. Oğlu Asım’ın doğumundan sonra kendisini oğluyla konağın işlerine adamış gözünden eksik olmayan yaş bulutlarını bala dönüştürüp yaptığı yemeklere karmış. Sakin suskun görünüşünün altında yatan direnişçi cesur ve kararlı kimliğini deşifre etmesi uzan zaman almış ne An bildiği Kadriye Hanımı ne oğlunun babası Kendal’ı af edebilmiştir.
Narin ve Ebru. Nasıl ki bir kadının bir çocuğu yalnızca karnında taşıması doğurup emzirmesi onun anne olmasına yeterli değilse, ona yalnızca yıllarca bakıp büyütmenin de anne olmaya yetmediğini Narin ve Ebru öğretti en çarpıcı en inanılmaz sahnelerle hepimize yine.
Baş karakterlerden biri ve dizinin olmazsa olmazlarından Baran beni fazlaca etkilemedi. Bunun yanı sıra Maya Ada ve küçük Rüzgar farklı rüzgar çeşitleriyle estiler yüreğimde dizi boyunca.
Aralarındaki ilişki çözülmesi zor bir bilmeceye dönüşen Sibel Ayşe Özlem ve Kasım’ın karmakarışık hayatları zaman içinde taşların yerine oturmasıyla yerini güven ve gerçek sevginin oluşturduğu mutlu sona bırakacaktır.
Ve Özleme’in yenemediği merakıyla oynadığı dedektiflik oyunu gerçeklerin ortaya çıkmasına da ön ayak olacaktı.
Komutan Oğuz’un Narin’ e olan kara sevdası her bölümde beni heyecanlara salmayı başarıyordu. Gerçek aşkın meslek hatta evlat sevgisinin önüne geçtiğine tanık olduk. Sevdiği kadını yitirdiğinde resmi üniforması içinde feryat eden bir adamın yürek yangınını seyrettim çaresizce.
Oğuz komutanla nikah masasına oturduğunda sevgisine karşılık bulamadığını anlayan ve nikah defterini imzalamaktan vazgeçen incecik ruhlu güzel insan Elif öğretmenin Oğuz’a veda sahnesi yüreğimi dağladı. Karşılıksız aşkların ne dayanılmaz bir şey olduğunu gözlerimle gördüm.
Usta oyuncu Şerif Sezer’ in hayat verdiği Kadriye karakterinin ise izleyenlerin hayatına bambaşka bir yön verdiği kanaatindeyim.
Muhteşem oyunculuğuyla belleklere kazıdığı Kendal karakterinin ölmesini çoğunluğun aksine ben hiç istemedim. Seni seviyorum usta oyuncu Mesut Akusta.
ESENLİKLER