8
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
1483
Okunma

Meslek icabı en çok ele aldığımız konulardan biridir laiklik. Çok anlatmışızdır, çok dinlemişizdir. Konu ile ilgili seminerler, konferanslar vermişizdir. Hatta öyle ki 1980 İhtilalinden hemen sonra ceza evindeki mahkumlara bile laikliği anlatmışızdır.
Bu gün okuma yazması olan ya da hatta olmayan birine sorsanız ‘’Laiklik nedir’’ Diye alacağınız cevap ‘’ Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması’’ Olacaktır. Evet, laiklik hep ‘’Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması’’ Olarak anlatılır ama bu tanım aslında yanlıştır. Yanlıştır zira laikliği Türkiye’ye getiren Atatürk laikliğin ne olup ne olmadığını izah ederken aynen şöyle der: ‘’ Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü de demektir. 1930’’
Atatürk’ün belirttiği tanımdan da anlaşılacağı üzere laiklik din ve devlet işlerinin değil, din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Yani vatandaş olarak dini, dünya hayatımızla ilgili işlere karıştırmayacağız.
Şöyle bir örnek verebiliriz burada: Din, vicdan ve ibadet özgürlüğüne sahip vatandaşlar olarak kendi çatımız altında veya ibadethanemizde ‘’ Faiz haramdır. Kur’anın Bakara Suresinin 275. Ayetiyle yasaklanmıştır’’ Diyeceğiz ama dine ait bu hükmü dünya hayatımızla ilgili işlerimize karıştırmayacak faiz almaya da vermeye devam edeceğiz. Dinin dünyevi hayata ilişkin hükümleri sadece ibadethanelerle sınırlı olacak, ibadethaneler veya kendi yaşam alanımız olan evlerimiz dışında -eğer devlet yasaklayıcı bir hüküm koymamışsa- sallamayacağız Kur’anın bu hükmünü.
Camide hoca efendi ‘’ Bakara suresinin 282. Ayetine göre iki kadının şahitliği bir erkeğin şahitliğine eşittir.’’ Dediğinde ‘’ Madem ki kutsal kitabımız öyle diyor o halde doğrudur’’ Diyeceğiz ama camiden çıkar çıkmaz ‘’ Hadi canım sen de, olur mu öyle saçmalık? Hangi çağda yaşıyoruz’’ Diyeceğiz. ( Aslında bu gün yaptığımız şey de bundan farklı değildir.)
Laiklik her ne kadar Türkiye Cunhuriyeti Anayasasına 1937 yılında -Diğer Atatürk İlkeleriyle birlikte - girmişse de aslında yukarıda da görüldüğü gibi tanımlaması daha eski senelere dayanmaktadır ve öyle pat diye değil aşama aşama gelmiştir.
Laik bir devlet düzenine geçişte ilk aşama elbette ki saltanatın kaldırılmasıdır.( 1 Kasım 1922) Saltanatın kaldırılması her ne kadar siyasi alanda yapılan inkılaplardan biri olarak anlatılsa da aynı zamanda toplumsal yaşayışa şekil veren inkılaplardan birisidir de. Çünkü padişah aynı zamanda halifeydi. Saltanatın kaldırılmasıyla öncelikle padişahın elindeki siyasi güç elinden alındığı gibi bir sonraki aşama olan halifeliğin kaldırılmasının da önü açılmış oldu.
3 Mart 1924 de Halifelik de kaldırıldı. Ancak 3 Mart 1924 tarihinde sadece halifelik kaldırılmadı. Aynı gün laik düzene geçişle ilgili olarak çok önemli gelişmeler yaşandı: Mesela Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim öğretim kurumları Maarif Vekaletine ( Milli Eğitim Bakanlığı ) bağlandı ve eğitim öğretimin laikleşmesi sağlandı.
Yine aynı gün Evkaf Vekaleti ( Vakıflar Bakanlığı ) Kapatıldı.
Yine aynı gün yapılan önemli bir şey de Şer’iyye Vekaletinin kaldırılmasıdır. Yani 3 Mart 1924 Tarihine kadar TBMM den çıkan kanunların dine uygunluğunu denetleyen, bir yerde Osmanlı Devletindeki Şeyhülislamlık makamının devamı olan bir bakanlık kaldırılmış oldu.
Henüz kimse tam olarak anlamasa da laiklik kavramı dillerde dolaşmaya başlamıştı.
Nitekim İlk mecliste bir oturum sırasında üyelerden biri laikliğin ne manaya geldiğini anlamadığını söyleyince Atatürk çok sinirlenmiş ve elini kürsüye vurarak bir din bilgini olan üyeye cevap vermişti: "Adam olmak demektir hocam, adam olmak!"
Yani laiklik 1922 de veya 1924 de dile getirilmiş bir kavram değildi. Sadece dillerde dolaşmakla birlikte henüz anayasaya girmemişti.
Evet...Din ve Dünya işleri ( Devlet işleri değil dünya işleri ) Birbirinden ayrılıyordu ama ortada garip bir durum vardı: 1924 de Şer’iyye Vekaleti kaldırılmıştı ama yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştu. Hani din ve devlet, ya da din ile dünya işleri birbirinden ayrılıyordu? Öte taraftan Diyanet İşleri Başkanlığı sadece ve sadece Sünni İslamı temsil eden bir kurumdu. Oysa memlekette bir hayli gayri müslim olduğu gibi ülkenin neredeyse yarısı Aleviydi ve Diyanet İşleri Başkanlığı asla bunları temsil etmiyordu ( Hâla da etmez.) ‘’ Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu bir durum vardı ortada ama dahası da var: Asla uzun ömürlü olmamakla beraber ilk imam-hatip mektepleri de bu tarihte açıldı.
1921 de yapılan ve 29.10 1923 de değişikliği ile ‘’ Türkiye Devletinin dini, Dini İslâmdır. Resmî lisanı Türkçedir’’ Maddesi 20 Nisan 1924 anayasasında da aynen varlığını korumuştur. Yani bir taraftan din ve devlet işlerini ya da din ve dünya işlerini birbirinden ayırıyorsunuz ama öte taraftan anayasanızda ‘’ Devletin dini islamdır.’’ Diye bir madde varlığını koruyor bir müddet daha.
30 Kasım 1925 Tarihinde tekke, türbe , zaviyeleri kapatıyorsunuz ama Diyanet <İşleri Başkanlığı varlığını aynen sürdürürken anayasada ‘’Devletin dini islamdır’’ Maddesi de varlığını aynen devam ettiriyor.
1926 Yılında İsviçre Medeni kanununu alıp Türk Milletine uygun hale getiriyor ve mesela kadına da erkeği boşama hakkı, mirastan eşit pay alma hakkı, bir erkeğin ancak bir kadınla evlenebilmesi, kadınların şahitliğinin erkeğin şahitliğine eşit olması gibi tamamen devrim niteliğinde kanunlar yapıyorsunuz ama anayasanızda hâla ‘’ Devletin dini islam’’ Diye bir madde var. Hani din işleri ile devlet işleri ayrılıyordu? ( Ya da din ile dünya işleri? )
Sonunda bu çelişkili durum düzeltiliyor.
1928 yılına gelindiğinde Anayasadan ‘’ Devletin dini islamdır’’ Maddesi kaldırıldığı gibi milletvekillerinin yemininde yer alan ‘’ Vallahi ve billahi ‘’ İfadesi kaldırılarak ‘’ Namusum ve şerefim üzerine söz veririm’’ İfadesi getiriliyor.
Evet...Artık devlet laikleşmeye başlamıştır ama bu laik devlette hâla sadece Sünni İslamı temsil eden Diyanet İşleri Başkanlığı varlığını sürdürmektedir.
1932 de din ve devlet işlerini birbirinden ayırmaya kararlı olan ( ! ) Olan devlet direk dine dalış yapıyor ve halkının çoğunluğu Müslüman olan hiç bir devlette olmayan bir uygulama ile ezanı ve Kur’anı Türkçeleştirme faaliyetine girişiyor. Artık camilerden ezanlar ‘’ Allahu ekber ‘’ Yerine ‘’Tanrı Uludur’’ Diye okunmaya başlıyor. Oysa Laikliğin beşiği olan Fransa’da insanları ibadete çağıran çan sesi yerine daha anlaşılır ve daha milli bir bir çağırma ifadesi diye bir şey hiç kimsenin aklına gelmemiştir.
Kur’an artık camilerde Türkçe okunmaya başlıyor. Böylece dinimizin kitabının bize ne dediğini anlamaya başlıyoruz. İlle velakin ‘’ Bak ne güzel artık kitabımızı anlıyoruz’’ Diyenlerle dolup taşmıyor camilerimiz. ‘’ Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur’’ Diyenler camilere koşmuyorlar. Dahası madem ki din ve dünya işleri birbirinden ayrıdır ve madem ki 1928 yılında Meclisin görevleri arasında yer alan “ahkam-ı şer’iye’nin tenfizi” (dinsel hükümlerin yerine getirilmesi) hususu da anayasadan çıkarılmıştır o halde laik bir düzen kurmaya çalışan devletin görevi midir ‘’ Ahkam-ı şer’iyeyi’’ tenfiz etmek? ( Dini hükümleri düzenlemek.)
Dahası şer’iyenin tenfizi anlamına gelen böyle bir uygulama zamanın gazetelerinde ‘’ Dini bir inkılap: Türkçe Kur’an’’ Diye diye halka duyurulurken namazda yanlışlıkla Türkçe tekbir getiren bir hoca hakkındaki şikayet Dahiliye Vekaletine kadar ulaştırılıyor.
1934 yılında çıkan bir kanunla da din adamlarının ibadethaneler dışında dini kıyafet giymeleri yasaklanıyor.
Kısaca din ve dünya işleri birbirinden ayrılıyor ama devlet 1928 yılında yaptığı değişiklik ile ‘’ Ahkam-ı Şer’iyeyi tenfiz etmek’’ Hükmünü anayasadan çıkarsa da uygulamada ahkam-ı şer’iyeyi tenfiz etmekten geri durmuyor.
Kısacası Laiklik din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması manasına gelse de uygulamada bu asla böyle olmuyor.
Ve nihayet bilindiği gibi 1937 de yapılan bir değişiklikle diğer beş ilke ile birlikte laiklik de anayasımızda yer alıyor.
Bu gün eğer laikliği din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması olarak ele alacak olursak benim şahsi kanaatim Türkiye hiç bir zaman laik bir ülke olmamıştır. Ama Laikliği eğer ‘’Toplum ve devlet düzeninin akla ve bilime dayalı olmasıdır.’’ Diye tarif ediyorsak ( Ki bu tarifi de çok yapılır) yeni bir tartışma ortaya çıkar ki altından nasıl kalkılır bilemiyorum. O tartışmanın konusu da ‘’ ne yani din, akla, bilime aykırı mıdır?’’ Tartışması olur ki zaten var böyle bir tartışma.
Yazıma son vermeden önce bir hususun altını çizmek isterim: Meclis başkanının ‘’ Laiklik anayasadan çıkarılsın’’ Daha sonra da ‘’ Laikliğin tanımı yeniden yapılsın ‘’ Sözleri bence fevkalede yanlış olmuştur.
Ben meclis başkanımıza ya ‘’ Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasa’ya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim.’’ Diye yemin etmeyecektin ya da bu lafları hiç etmeyecektin diyorum. Kesinlikle ve kesinlikle yakışmadı.
Atatürk’ten bir anıyla noktalayalım:
Atatürk, Florya’dan Çekmece’ye doğru bir yaya yürüyüşünde, bir ağaç altında dinlenen ihtiyar bir adama rastladı. Adam hürmetle ayağa kalktı, Ata’yı selamladı. Atatürk sordu: "Beni tanır mısın?" , "Tanımaz olur muyum, Evimde resmin bile var!" Atatürk memnun olmuştu. Konuşmaya başladılar....
İhtiyar: "Bir işine aklım ermedi" dedi. "Cumhuriyetçiliği, İnkılâpçılığı, Milliyetçiliği, Halkçılığı hatta Devletçiliği anlıyorum ama, şu Laikliği pek kavrayamadım. Neden herşeyi birden bozdun?"
Atatürk: "Bunu sana bir hikaye ile anlatayım" dedi.
‘’Amr-İbnl-As, Mısır’ı fethettiği zaman, Halife Ömer’e bir mektup yazmış: "Burada birçok kütüphaneler, içlerinde de birçok kitaplar var. Bunları yakayım mı, yoksa bırakayım mı?.." Ömer cevap vermiş: "Kitapları tetkik et, eğer faydasız şeyler ise, yak! Yok, eğer faydalı şeyler ise yine yak! Çünkü halk o kitapları okudukça, onlara uymaktan vazgeçmeyecekler, eskiyi unutmayacaklar ve bize yani - yeniye ve yeniliğe - daima düşman olacaklardır!.."
Hikayeyi anlatan Atatürk, ihtiyara sordu: "Şimdi sana Laikliğin ne olduğunu izah edeyim mi?" İhtiyar derin bir sezgi ve sağduyu ile cevap verdi: "İstemez Paşam, hepsini anladım.
Umarım herkes anlamıştır.
RESİMLER:
1- Zamanın gazetesinde Türkçe kur’anın bir inkılap olarak duyurulması.
2- 24.1.1936 Tarihli yazı. Yazıda şöyle diyor:
Sayın Recep Peker.
C.H.P Genel Sekreteri.
Ek: 10.1.1936 Gün ve 3/14 Sayılı yazınız.
Kırşehir vilayetinin Kaman nahiyesinde Arapça tekbir alan müezzin Yusuf oğlu Hüseyin hakkında yapılan incelemede bilmeyerek tekbiri Arapça okuduğu anlaşılmış ve adliyeye teslim edilmiş olduğu vilayetin bildirisinden anlaşılmıştır.
Saygılarımla arz ederim.
Başvekalete, Reisicumhur Umumi Katipliğine de sunulmuştur.
Dahiliye Vekaleti Vekili...
3- Mevcut Meclis başkanımız ve konuşması