5
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
681
Okunma

Sesin insan yaşamındaki önemi ve anlamı yadsınamaz kuşkusuz.
İnsan sesi ise büsbütün etkileyicidir ve belleklerde derinden yer eder bilindiği gibi.
Ses ve Koku;
İnsanı ele veren iki belirleyici unsur. Bu nedenle olsa gerek, suçlular seslerinden teşhis edilmeye çalışılır bu yöntemle gereğinde.
Koku ise, insan algısında birçok anlamda iz bırakan özel bir durumdur yine.
Ama ben insan sesinin önemini tatsız yönleriyle değil de. “Seslendirme” konusundaki yönüyle değerlendirmek niyetindeyim. Hele ki mekan Edebiyat Defteri ve dolayısı ile Sanat olursa eğer. Bu dokunuş daha da kaçınılmaz olmaz mı sizce de?
Bir zamanlar “Arkası Yarın” dediğimiz pembe diziler başta olmak üzere film ve dizilerin ülkede yıllarca bıkıp usanmadan ve hatta zevkle izlenmesi, çok değerli ve deneyimli Tiyatro Oyuncularının dünya çapındaki “seslendirme” başarıları nedeniyledir bence.
Sırası gelmişken bu konuda bir anımı paylaşmadan geçemeyeceğim.
Bir tarihte İstanbul’a yakın bir ilin küçük bir beldesinde görevli idi rahmetli babam. Hayli çağdaş ve gelişmiş olan bu şirin belde ikisi kışlık, ikisi yazlık bahçe sinemasına sahipti.
Aynı sinemada bazen arka arkaya iki film oynadığı olurdu. Birbirlerine rekabet olsun diye uzun yaz akşamlarında.
Anılarımın çoğu bu şirin beldeye aittir.
En önemlisi ise, annemin beni Sosyalist bir ruhla dünyaya getirmiş olduğunu anlamam oldu! Minnet ve rahmetle anıyorum canımın canını bir kez daha.
Bir başka kasabadan eşya yüklü kamyonun arkasına oturtulup o şiirin beldeye geldiğimizde dokuz-on yaşlarındaydım.
Midem alt üst olmuş durumdayken, beni kamyondan kucağına alıp havalara uçuran, sonra da usulca yere bırakan manevi baba saydığım, babamın meslektaşlarından canım Veli Amcamı da rahmet ve özlemle yad ediyorum.
Pırıl pırıl masmavi bir gök yüzünde ve yıldızların bulgur gibi kaynadığı o yaz akşamında, bahçe sinemalarının birinde Fattma GİRİK’in “Katır Tırnağı” adlı filmi oynamaktaydı.
Annelerimiz gündüzleri ev oturmalarına giderken. Babalarımız da akşam hangi filme gidileceğine karar verirlerdi kendi aralarında.
Akrabadan çok daha ileri olduğumuz tüm memur aileleri çoluk çocuk yerlerimizi almıştık o akşam da yine.
Üç kez arka arkaya çalan sarı madeni çanın ardından heyecanla beklediğimiz film yerini aldı bembeyaz duvarda.
Sinemada çıt! yoku. Çekirdek yenmezdi. Film öncesi ve “10 dakika ara” da frigo- gazoz satışı yapılırdı o kadar. Film başladı . Ardından 10 Dakika Ara’ya sıra geldi. Aa! o da ne? Sinemanın yarısından fazlası sessizce kalkıp gitmiş. Peki neden? Öğreniyoruz ki: Fatma Girik pek de sevimli ve seslendirmeye uygun olmayan kendi sesiyle seslendirmişti filmi!
Gelelim “Sesli Şiir “konusuna.
Ben şiirlerin seslendirilmelerinden yana değilim fazlaca.
Ünlü şairler bile şiirlerini seslendirmekten imtina ederlerken üstelik.
Şiir nasıl ki şairin kendi yürek sesinden, duygu ve iç dünyasından çıkıp, dizelere dökülüyorsa biçim biçim.
Okuyucu da okuduğu şiiri kendi iç dünyasının gönül gözü, hissedişleri ve hayal gücüyle renklendirip, yorumlamalıdır bana kalırsa. Yabancı bir ses şiirin bütünlüğünü ve esrarlı büyüsünü bozmamalı derim ben.
Şiiri yorumlayan gerek şiir sahibi olsun. Gerekse şiirini okumasına izin verdiği kişiler olsun.
Öncelikle ritm, ahenk, tonlama ve vurguları yerli yerine oturtabilmenin yanı sıra. Çok iyi bir ses rengine ve çok düzgün bir diksiyona sahip olmaları da gerekir.
Bu özel bilgi, beceri ve ustalık isteyen uğraş; bol bol şiir antrenmanı yapmakla kazanılmaz. Üstelik herkesin duygu ve algı dünyası birbirinden çok farklı iken.
Seyrek de olsa bazı sesli şiirlere rastlıyorum da. Hem şaire hem şiire üzülüyorum maalesef.