3
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
867
Okunma
Bu denemeyi Sayın Sami Biberoğulları’nın ‘’TOSBİK’’DEN SAMİ’YE BİR DOĞUM VE İSİM HİKAYESİ adlı yazısından ihamla yazdım.
Çoğunlukla kendimizi tanımladığımız özellikleri biz seçmeyiz. Erkek ya da kadın olmak elimizde değildir. Uzun boylu ve yakışıklı olmak da öyle. Saç ve göz renklerimize, en azından hayatımızın ilk yıllarında, kendimiz karar vermeyiz. Doğanın yanı sıra insanların dünyası da bize özelliklerimizi dayatma konusunda geri kalmamakta. Daha sonra uğruna öleceğimiz milliyetimiz bize çocukken yapıştırılan bir kavram. Keza hayat boyu inanmayı ya da inanmamayı seçeceğimiz dinimiz de öyle. Ama bütün bunlardan daha önemlisi sürekli kullanacağımız, belki de yazdığımız ilk kelime olan adımızı seçme hakkımız olmaması.
Belki bu seçme hakkının yoksunluğundan ötürü internet ortamıyla hayatıma giren mahlas/rümuz/username kavramını önemsiyorum. İlk defa birisi bana “Adının ne olmasını istersin?” diye soruyor. Ben de söylüyorum. Bu noktada dizginler yine elimden kaçıyor: “Bu isim alınmış. Başka bir tane bul da gel”. Bu sefer ikinci tercihini yapıyorum. Gerekirse üçüncüsünü...
Edebiyat Defteri’ne üye olurken bir başka engel daha araya giriyor: Başvurunuza yanıt alamayabiliyorsunuz. Eğer bir önceki başvurum kabul edilseydi Defter sakinleri beni “Kötü Kız Aslı” diye bileceklerdi. Ama onun yerine şairlerden ödünç aldığım İlhan ve yazarların hediyesi olan Kemal’le tanınıyorum bu sitede. Fena da olmuyor; İlhan Kemal kulağa Kötü Kız Aslı’dan daha oturaklı geliyor. Lakin her ikisi de annemin bana verdiği isim değil.
Annemin bana verdiği ismin bir özelliği yok. Bu yüzden de onu anmayacağım. Ama ileride benim seçeceğim ismin şimdiden bir hikayesi var.
Aslında daha önceden ismimi değiştirmek aklımda yoktu. Gayet güzel idare ediyordum. Hatta adım kitap kapaklarında da fena durmuyordu (Doktora tezimin ve editörlüğünü yaptığım kitabın kapaklarında) Ama bir gün her şey değişti.
Her şeyi değiştiren kişi eşimin kız kardeşi oldu. Uzun betimlemelerden uzak duracağım ve kendisini kısaca “Tanrı’nın yeryüzündeki gazabı” diye tanımlayacağım. O annesinin ‘nalet’, babasının ‘psikopat’ diye adlandırdığı kişiydi. Durum böyle olunca kendimi onunla ister istemez sonu gelmez bir itişme, takışma, laf sokma, dalaşma ortamında buldum.
Gün geldi, kendisinin yeni bir erkek arkadaşı oldu. Her ne kadar içimden “Colin Firth’i anımsatan bu Fransız’ın zoru ne ki?” diye geçirdiysem de, bunu yüksek sesle söylemedim. İlişkileri zamanla gelişti. O güne kadar Bursa’da yaşayan Tanrı’nın Gazabı bir yolunu bulup önce İsviçre’ye taşındı. Sonra başka bir iş fırsatı yakalayıp erkek arkadaşının yanına, Brüksel’e geçti. Beraber yaşamaya başladılar. Bu da onu daha seyrek gören veya duyan herkes için iyi oldu.
Zamanla her genç kadının rüyası fikri ona da sirayet etti. Ama evlenmek sevgili Fransız’ın aklının ucundan bile geçmiyordu. Kendi ağabeyi de evli değildi ama ‘eşi’yle , ortak aldıkları evlerinde yıllardır gayet güzel yaşıyordu; hatta bir çocuk bile yapmışlardı. Gözünün önünde böyle çalışan bir örnek olunca haliyle bizim Colin Firth’ten bozma damat da evlenmeye yanaşmıyor, “Beraber yaşamak neyimize yetmiyor?” felsefesini uyguluyordu. Başlarda “Madame Laporte (Damadın soyadı)” hitap ettiğim sevgili baldızıma evlenme söz konusu olmayınca “Madame Olamadı-Laporte” demeye başlamıştım. Her söyleyişimde ona bir şeyler batıyordu, bunu hissediyordum. Derken bir gün aklıma dahiyane bir fikir geldi.
Bu fikri açıklamadan önce biraz kendimizden bahsetmeliyim. Eşimle beraber Amerika’da yaşıyoruz. Buraya yerleştik, kendimize iş bulduk, ev aldık. Eşimin Green Card’ı vardı, benimse çalışma ve oturma vizem. Bir gün farkettik ki eşimin Amerikan vatandaşı olmasına ramak kalmış. Eğer vatandaşlığa geçiyorsanız Amerika size isminizi değiştirme hakkını da tanıyor. Bunu da bürokrasiyle boğuşarak değil, vatandaşlığa başvuru formunda bir satırı doldurarak gerçekleştiriyorsunuz. Göçmen görevlisinin deyişiyle “İstediğiniz ismi seçebilirsiniz. İsterseniz Mickey Mouse bile olabilir.”
Kendimizi bu noktada bulunca aklıma şu geldi: Adımızı Laporte yapalım! Eşimin adı Marie-Françoise Laporte olsun, benimki de Gaston Laporte. Böylece koca ailede Laporte olmayan bir tek Tanrı’nın Yeryüzündeki Gazabı Hanım kalsın. Burada da durmadım, daha detaylı hayaller kurmaya başladım.
Biz Laporte olunca evimizin adını da Laporte Malikhanesi olarak değiştirebilirdik (Malikhanelik bir tarafı yok; sadece bahçeli bir ev). Hatta evimizin arkasındaki ormanı da Laporte Hatıra Ormanı yapabilirdik. Internetten biraz araştırınca Laporte ailesinin armasını taşıyan kahve fincanları, bebek tulumları ve bir de aile bayrağı buldum. Bu da önemli bir noktaydı çünkü şimdiki evimizi aldığımızda evin bir bayrak direği vardı ve ben daha önceden hiç bayrak direğine sahip olmadığımdan oraya ne çekeceğimi bilmiyordum. Artık ailemizin armasını taşıyan bayrağı orada dalgalandırmak mümkündü.
Eşimin “İyi de ben Marie-Françoise adını hatırlayamıyorum” şeklindeki itirazlarını kulak ardı edip gelecekte olması muhtemel çocuklarımıza Fransız isimleri bulmaya çalışıyordum.
Arkadaşım Pete ise isim değiştirmeme değil, seçtiğim isimlere itiraz ediyordu: “Amerika’dasın; niye kendine Fransız ismi seçiyorsun?” Yanıtım ise kendi kulaklarıma mantıklı geliyordu: “Amerikan isimleri de bana yabancı, Fransızlarınki de öyle. En azından Fransız’ın bir havası var. Asıl amacı da unutmamak lazım: Eşimin kardeşini gıcık etmeyi hedefliyorum.”
Aradan fazla zaman geçmeden yolumuz Brüksel’e düştü. Bir akşam damadın ağabeyi bizi yemeğe davet etti. Ağabeyin eliyle hazırladığı gurme yemekleri yer, Fransız şaraplarını de gövdeye indirirken, sohbet konusu bir şekilde benim “Laporte’laştıramadıklarımızdan mısınız?” projesine denk geldi. Ben herkese gayet güzel kafamdaki planı açıkladım. Örneğin ilk oğlumuzun adı Jean-Michel olacaktı, yani damatla ağabeyinin babasının adı. Böylece ilk günden babanın sevgisini kazanma konusunda iki oğlunun da önüne geçecektim (Damadımız çift isimleri sevmediği, ağabeyinin de oğlu olmadığı için bu ismi benden önce koymaları mümkün değildi). Ben anlatırken ağabeyin resmi nikahlı olmayan eşi yıllardır Laporte olmamasının verdiği bezginlikle dayanamayıp sordu:
“Peki ben ne olacağım?”
“Kusura bakmayın, herkesi kurtaramam.”
Ağabey beni epey eğlenerek dinledi. O zaman ‘niye’sini anlamamıştım ama sonradan öğrenme fırsatım oldu: Kendim için seçtiğim isim olan Gaston, Fransızca da bizim Şaban’ın karşılığına denk geliyordu. Bir anlığına kendinizi Fransız ağabeyin yerine koyun. Diyelim ki Kuzey Mançurya’dan bir adam geliyor ve ‘Ben Şaban olacağım’ diye tutturuyor. Sizi bilmem, benim aklıma Şabanoğlu Şaban’daki Şener Şen’in repliği gelirdi: “Sen Şaban’sın zaten”.
Hayallerime turp sıkan kişi eşim oldu. Amerikan vatandaşlığına kabul edilirken ismini değiştirmedi. “Zaten bir kere soyadı değiştirdim; bir kere daha uğraşamam” diye kestirip attı. Böylece hepimiz seçmediğimiz isimlerimizle kalakaldık.