14
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1631
Okunma


1969 yılıydı. İlk okul üçüncü sınıftan terk bir baba ve okuma yazma bilmeyen bir annenin beş evladından ikincisi olarak, ayak çıplak baş kabak, ağabeyimle birlikte orta okul birinci sınıfa gidiyor, sözüm ona okumaya çalışıyorduk.
Anamız-babamız fakir ve cahil insanlar. İlk okul dördüncü sınıfta yakaladığım ağabeyim ile birlikte ilk okulu bitirdiğimizde yaşadıkları sevinci burada tarif etmem gerçekten imkansız. Eeee...Bizim eve de diploma girmişti sonunda.Hem de iki tane birden, kolay iş mi bu? Ya da sevinilmeyecek, kutlanılmayacak bir olay mı?
Mükafat olarak babam bizlere bir şeyler aldı mı, hatırlamıyorum şimdi ama, en azından mütevazi soframıza bir hoş güzellik yapmıştı muhakkak. En çok sevdiği şeydi zira pek alıp yiyemediğimiz pahalı yiyecekleri arada bir de olsa, tadımlık da olsa alıp, kalabalık soframızı süslemek; aynı bakır kaba, tahta kaşıklarla, yarış eder misali kaçık sallayan çocuklarını izlemek ve onların dudaklarımızda beliren tebessümlerden mutluluğun sihirli hazzını derlemek.
Ne benim, ne de ağabeyimin pek öyle derslerle flan alakamız yoktu sözün doğrusu. Sadece babamız ve annemiz istiyor diye orta okula kayıt olmuştuk; sabah git, akşam gel yaparak zaman öldürmekteydik. Kimsenin sorup aradığı da yoktu zaten bu çocuklar ne yapıyorlar diye. Sabah gidiyor, akşam geliyorduk işte öylesine okula. Hoş bir eğlence mekanıydı bizim için okul sadece.
Sömestri tatiline girmiştik. Türkçe öğretmeni, tatil ödevi olarak her birimizin bir roman özeti yazıp getirmemizi istemişti. Bu işe gerçekten canımız çok sıkıldı. Zira, o güne kadar adam gibi bir kitap okuduğum hiç olmamıştı. ’Nereden çıktı şimdi bu?’ diye düşündüm kendi kendime.’Nereden bulup, nereden yazacağım? Üstelik güzel tatil günlerimi de bir moktan iş yüzünden heba edeceğim.’
Fakirdi, basit bir odacıydı, yedi nüfusu geçindirmeye uğraşıyordu ama, bütün bu maddi sıkıntılarına rağmen, hatta ve hatta sadece ilk okul üçüncü sınıfa kadar tahsil yapmasına rağmen, hiç aksatmadan günlük gazete alır ve televizyonların olmadığı, tek eğlencenin radyo olduğu o günlerde, küçük ve sıcacık mutfağımızda saatlerce, en ince noktasına kadar okurdu babam. Vakit kalırsa, ya da ondan fırsat bulabilirsek, biz de sağına soluna göz gezdirirdik. Biz çocuklar için gazetenin en gözde bölümü, şüphesiz ikinci sayfanın sağ üst köşesinde günlük olarak yayınlanan, rahmetli Sezgin Burak’ın Tarkan’ıydı. Bir de spor sayfaları tabi ki. O zamanlar Trabzonspor daha iki yaşında, yeni emeklemekte olan küçük bir çocuktu ve biz, babamızın koyu Beşiktaşlı olmasına rağmen komple Fenerliydik. Kolay değil; o Fenerdi ve dünyayı yenerdi. Böyle şike-mike işlerine bulaşmamıştı o devirlere.Bizi kızdırmak isteyen Galatasaraylı arkadaşlarımız, bu güzel övünç cümlesinin arkasına, ’Galataya gelince, fıs diye söner.’ tekerlemesini eklerler, ardından da hoş bir kavganın başlamasına vesile olurlardı. Aradan kırk sene geçmiş, hala ezbere sayarım Fener’in kadrosunu inanın. Öylesine bir aşktı Fener bizim için.
Tatilin ilk günleri, kara kara roman özeti konusunu nasıl halledeceğimi düşünüyorum. Yani mahallede doğru dürüst tahsil yapan, kitap okuyan biri de yok ki, gitsek, kapısını çalsak. Öğretmenlerden mi yardım istesek diye düşünürken, bir de baktım gazetede tefrika halinde bir roman yayınlanmaya başladı. Nasıl sevindim anlatamam. Koştum, bir tutam çizgili dosya kağıdı ile, o sıralar yeni piyasaya çıkan ve çok revaçta olan bir tükenmez kalem aldım hemen, küçük odamızın iki küçük penceresi önüne iliştirilmiş iptidai sedirin baş köşesine kuruldum. Yaşı kemale erenler bilirler, o zamanlar dikdörtgen şeklinde zeytin sandıkları vardı. Onlardan bir tanesini üstten değil de, yan taraftan açmış ve kendime bir çalışma masası imal etmiştim. Hem kitaplarımı içinde barındırıyor, hem de üzerinde ders yapıyorum. Ya da yapıyor görünüyorum, gariban anne ve babamı sevindiriyorum aklım sıra.
Artık her gün sabırsızlıkla babamın gazeteyi okuyup bitirmesini bekliyor, ardından da yayınlanan romanı satır satır, bıkıp usanmadan yazıyorum. Ne kadar sürdü bilemiyorum ama, yazma işi bittiğinde, en az otuz-kırk çift taraflı yazılmış dosya kağıdından meydana gelen bir roman özetine sahip olmuştum.(Belki de daha fazlaydı.) Pardon! Romana sahip olmuştum diye yazmam gerekirdi. Çünkü, özetini değil de, romanı yazmıştım başından sonuna kadar.
Öğretmenimiz, bu çalışmayı nasıl karşıladı o zamanlar hatırlamıyorum. Benim gibi tembel bir öğrenciden böyle bir şey beklemiyordu herhalde. Çok şaşırmış olduğu kesin. Bir de, çok ünlü bir yazarımızın, henüz yayınlanmamış bir romanını okuma fırsatını yakaladığı için sevinmiştir herhalde. Gerçi, benim karga bucak yazımı okumayı pek becerebilmesi mümkün görülmüyordu ya...Neyse...(Şimdi hala öyledir.)
İşte efendim, hayatımda ilk okuduğum roman o ödevim olmuştur. Yaşar Kemal’in Ağrı Dağı Efsanesi.
Bu gün, aramızdan ayrılan bu büyük sanat adamımıza, Allah’tan rahmet diliyorum. Mekanı Cennet olsun.
Bir Tutam hayat-01.03.2015-Trabzon