11
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2843
Okunma

Aşağıda okuyacağınız Mustafa’nın hikayesinin tek bir satırı bile kurgu değildir.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Eski Türk filmlerinin vazgeçilmez konularından birisiydi kanlı çarşaf olayı. Şimdi bir filmden bir sahne ile önce bu olay neydi hatırlayalım daha sonra da yaşanmış trajikomik bir olayı anlatayım sizlere.
Filmin adı Sultan Gelin’di. Başrolde de Türkan Şoray oynuyordu.
Sultan oldukça genç ve güzel bir kız. Lakin ailesi fakir. Buna bir Ağa kendi oğlu için talip oluyor, beş bin gayme başlık parası karşılığı alıp muhteşem bir düğünle marazlı oğlu ile evlendiriyor. Yalnız oğlu olacak hastalıklı tip zifaf gecesinde iyice hastalanıyor. İlle velakin dışarıda düğün dernek yapan aile de beklemede. Neyi bekliyorlar? Zifaf odasından dışarı atılacak olan kanlı çarşafı.
Mutlaka tüm okuyanlar anlamıştır. O kanlı çarşaf iki çok çok önemli konunun delili olacak. 1- Oğulları evelAllah sapına kadar erkek. 2- Oğullarına satın aldıkları kız evelAllah kız oğlan kız. Yani aslan oğulları bu dişi aslanın kızlığına son vermiş ve onu artık kadın, daha doğrusu onların tabiriyle garı sınıfına terfi ettirmiştir. Bu terfinin yatay ya da dikey geçişle olması dışarıda bekleyen aileyi hiç mi hiç ilgilendirmiyor. İşin pozisyon kısmı kesinlikle önem arz etmiyor. Önemli olan o kızlık zarı denilen şeyin yırtılması ve bir kaç dakika önce kız olan bir dişi mahlukun kanının akarak çarşafa bulaşması.
Ancak…Filmde işler sarpa sarar. Marazlı evlat cim’a denilen bu hadisede dişi mahlukun bikrine duhul eyleyemez. Geberip gitmek üzeredir zaten ve son sözleri ne olur bilir misiniz? ‘’ Aman gözünü seveyim bir şeyler yap Sultan…Ali Ağanın oğlu ş’aapamadı diye adım çıkmasın. Arkamdan kimse Ağanın oğlunun kuşu ötmüyormuş demesin’’ olur ve Kelime-i şahadet bile getiremeden fani alemden, baki aleme oldukça yatay bir şekilde geçiş yapar.
İlle velakin aslanın (!) ailesi dışarıda sabırsızlıkla kanlı çarşafı beklemektedirler. Hatta kaynanası olacak cadaloz ‘’ Ulan bu oğlanın babası zamanında zifaf odasına girer girmez Dakka bir gol bir yapmıştı, bu oğlan üç saattir ne halt eder ki acep?’’ diye gelini namına telaş etmektedir. Oğlu olacak aslan parçası bu kadar süre içinde zavallı kızın haşadını çıkarmış olmalıdır mutlaka. ‘’Vah ki vah zavallı kıza, tam bir aygırın eline düştü’’ diye üzülür gelinine.
Zifaf odasında ise başka bir kıyamet kopmaktadır. Hani derler ya insanın ölümü küçük kıyamettir diye..İşte aynen o durum. Ağanın oğlu nalları tavana doğru dikmiş vaziyettedir. Geberip gitmiş de olsa Sultan, kocası için ‘’ Maalesef kuşu ötmedi’’ dedirtecek değildir elbette. Ne yapsın? Hemen bir bıçak bulur ve kolunu keser biraz. Sonra o malum çarşafı alıp kolundan akan kana bular bir güzel ve dışarıda bekleşen başta kaynanası olmak üzere kadın taifesine verir kapı aralığından.
Kaynana ve kadınlar heyeti kanlı çarşafla evin balkonuna çıkarlar ve gösterirler aşağıda halay çekenlere. Bir anda sevinç çığlıkları dolar düğün meydanına. Davullar , zurnalar daha bir coşkuyla çalmaya başlar. Tabancalar, tüfekler ateşlenir. Sanırsınız o zifaf odası çarşafındaki kan basit bir kızlık zarı kanı değil de Niğbolu Meydan savaşında kellelerini uçurduğumuz Haçlı gavurlarının kanı. Öylesine bir zafer kutlaması oluyor.
Neyse…Filmin geri kalan kısmını anlatmama sanırım gerek yok.
Gelelim bu filmle bizim hikayemizin kahramanı Mustafa’nın hikayesi arasındaki ilişkiye.
Mustafa aslen Doğuluydu. Doğuluydu ama hayatının büyük bir kısmı İstanbul’da geçmişti. Dolayısıyla da ona köy çocuğu denemezdi. Lakin okuması yazması bile olmayan bir anne, doğulu gelenek ve göreneklerinden kopamamış bir baba tarafından yetiştiriliyordu. Ayrıca İstanbul’un öyle Kadıköy, Bakırköy, Şişli, Levent gibi sosyete kesimlerinde değil, daha ziyade gecekonduları ile maruf semtlerinde yaşadıkları için hayatı sanki doğuda bir köyde geçiyor gibiydi.
Mesela Mustafa’nın yaşadığı evde doğum günü kutlamak, doğum günü hediyesi diye bir olay olmamıştı hiç. Babasının zaman zaman ‘’Senin ananı avradını sin-kaf ederim’’ küfrü dışında cinsellikle ilgili her hangi bir konu konuşulmazdı o evde. Mustafa’nın babası mahallenin horozu misali üzerine çıkmadığı hatun bırakmamış olsa da o mahallede, Mustafa ve diğer kardeşleri için bir kıza laf atmak o akşam babasının kapı arkasında hep hazır vaziyette tuttuğu ‘’Haydar ‘’ adlı sopayla bir güzel kemiklerinin kırılması ile cezalandırılırdı. Yanlış anlaşılmasın. Mustafa’nın babası aslan(!) oğullarının da kendisi gibi çapkın olmasından gurur duyardı ama bunu gizli gizli yapmaları, eve şikayet getirmemeleri gerekiyordu. Bu sebepten de Mustafa ‘’ Aman ya ne Şam’ın şekeri, Ne Arab’ın gözü’’ diyerek kadın-kız taifesinden hep uzak durmuştu. Diğer erkek kardeşleri de öyle.
Unuttum söylemeyi. Mustafa aynı zamanda sakat bir gençti. Bilmem seyrettiniz mi. Mahsun Kırmızıgül’ün Mucize adlı filmindeki Aziz karakteri gibi değildi sakatlığı ama yine de sakattı işte. Bir taraftan ana baba terbiyesi, bir taraftan mahalle baskısı, öte taraftan sakatlığı sebebiyle değil bir kız arkadaşı olmak, kız arkadaş kavramından bile uzak duruyordu. Gerçi okulunda yakışıklı delikanlıların piliç gibi kızlarla nasıl fingirdeştiğini gördüğünde içi yanmıyor değildi ama olsundu. O yakışıklı delikanlılar ve fingirdek kızlar cehennemde çatır çatır yanarken kendisi cennette sülün gibi hurilerle keyif çatacak ve onlara ‘’Nasılmış, işte adama böyle korlar’’ diyerek dalga geçecekti. Ya da kendisine hiç pas ve yüz vermeyen o haspalar öteki alemde ‘’ ne olur beni de haremine al da şu cehennemden kurtulayım ‘’ diye yalvardıklarında onlara ‘’ Hastir lan fahişe...Dünyada yüzümüze bile bakmıyordun di mi’’ diyerek tüm intikamını alacaktı.
Mustafaların o tek göz evlerinde cinsellik namına bir de anne ve babasının ‘’ Di yatın la ‘’ diye bağırmaları, lambayı söndürdükten sonra da yorgan altında hararetli hararetli bir uğraşa girmeleri, ertesi sabah da ‘’Çıkın dışarı bakalım. Banyo yapacaaz’’ demeleri dışında önemli bir olay yaşanmazdı. Konuşulmazdı.
Mustafa babasının annesine ‘’ Seni seviyorum’’ dediğini hiç duymamıştı. Bırakın ‘’Seni seviyorum’u’’ bir kez olsun annesine ‘’Karıcığım’’ diye hitap ettiğini de duymamıştı. Babası için annesi ‘’Garı’’, annesi için babası ‘’Herif’’ ti hepsi o. Öyle saç okşamakmış, eve bir buket çiçekle gelmekmiş Mustafa’nın babasının nazarında ‘’Allah yazdıysa bozsun’’ kabilinden olaylardı.
Mustafa lise yıllarında arkadaşlarının kerhane diye bahsettikleri ve Karaköy’de olduğunu söyledikleri bir kavramı öğrendi ama hiç merak edip de gitmedi. Bırakın kerhaneyi neredeyse her gün uzaktan uzağa gördüğü Galata Kulesine bile ömrü hayatında hiç gitmedi yakından görmek için. O bakımdan da Galata Kulesi onun nazarında hep bir cami minaresi gibi bir şey olarak kalmıştı.
Uzatmayalım…Mustafa bin güçlükle liseyi, ardından Üniversiteyi bitirdi. Artık babası onun için kız bakmaya başlamıştı. Şöyle halis muhlis, temiz ve pastörize süt içmiş bir ehl-i namus kız arıyordu. Aramasına arıyordu ama öyle ehl-i namus kızlar ‘’ Ben almıyım’’ diyorlardı Mustafa’nın sakat olduğunu görünce.
Mustafa’nın bir yerlerinde bir takım kımıldanmalar çoktan başlamıştı ama bu kımıldanmaların dermanı olacak ilaca ulaşılamıyordu bir türlü. Gerçi çok çok günah, hatta ebedi cehennem olduğunu bilse bile o da zaman zaman o puşt arkadaşlarından öğrenmiş olduğu el arabası olayına müracaat ediyordu ara sıra ama dediğim gibi bu çok ama çok büyük günahtı. Mustafa’nın bir an önce bu meseleyi normal ve doğal yollardan halletmesi gerekiyordu.
Devlet memuru oldu sonunda Mustafa. Bu arada babası ona bir kız istemişti ki o kız Mustafa gibi bir sakatın bile midesini bulandıran mahallede ise ismi ‘’Sümüklü Fatma’’ya çıkmış yarım akıllı bir kızdı. Lakin o bile ‘’ Ben senin sakat oğluna varmam’’ demişti Mustafa’nın babasına.
Neyse…Sonunda Mustafa Güney illerimizden birine gitti memur olarak. Bir müddet sonra konu komşu, yakın arkadaşlar olaya el koydular. Mustafa’yı çok sevmişlerdi ve mutlaka evlendireceklerdi. En sonunda o ilçeye hayli uzak olan bir başka ilçenin bir köyünde bir kız bulduklarını söylediler Mustafa’ya. Kızın tek kusuru vardı: Okuma yazması yoktu. Mustafa can havliyle ‘’Yemişim okuma yazmasını. Ulan kimseler yüzümüze bakmıyor. Yeter ki he desin , okumasının da yazmasının da canı cehenneme’’ deyiverdi.
Derken efendim o köye gidildi ve kız görüldü. Mustafa kızı görünce aynı Mucize filmindeki Aziz gibi düşüp bayıldı. Çünkü kız o güne kadar gördüğü en güzel yaratıktı. İşin ilginci yine aynen Mucize filminde olduğu gibi kız da Mustafa’yı sevmişti görür görmez. Bir mucize de o ilçede yaşanıyordu.
Evet işlem tamam gibiydi ama geleneksel Yeşilçam klasiklerinde olduğu gibi bu olayda da kötü insanlar araya girmişler ve işin bozulması için ellerinden geleni yapmaya başlamışlardı. Mustafa fena halde üzülüyordu. Tek çaresi kalmıştı kızı kaçırmak. Kız zaten kendisi demişti ‘’Beni kaçır’’ diye…
Bir mucize daha gerçekleşmiş ve Mustafa gibi bir sümsük resmen kız kaçırmıştı.
Mustafa kızı kendi yaşadığı ilçeye getirdi. Aylardan Ramazan ve Mustafa oruçlu olduğu için iftara kadar kıza dokunmadı. Gerçi öyle bir kız için altmış bir gün kefaret göze alınabilirdi ama Mustafa’nın gözü yemedi. Hem iftara şunun şurasında ne kalmıştı ki. Ayrıca ya aç ayı oymamazsa? Bir de o vardı tabii ki. Karnı doyurmak lazımdı ayının oynaması için. Gerçi kızı evine attığı anda ayı oynamaya başlamıştı ama sol taraftakinin ‘’Haydi oğlum saldır’’ diye kışkırtmalarına karşılık sağ taraftakinin ‘’ Oğlum etme eyleme, bu kadar sabretmişsin, iftarı bekle’’ tavsiyelerine uydu Mustafa.
Bu arada konu komşu duymuştu Mustafa’nın kız kaçırdığını. Ellerinde tepsi tepsi yemeklerle eve doldular. Onlar da bekliyorlardı iftar olsun hep beraber yemek yiyelim, Mustafa’nın sırtına vuralım diye.
Derken kandiller yandı. Müezzin efendi ‘’Allahu Ekber’’ dedi. Bu aslında Mustafa için ‘’ Haydi koçum göster Türk’ün gücünü’’ demekti ama komşular ‘’Gelin hanım hele şundan da ye, Mustafa hele balın tadına da bak oğlum’’ diyerekten ne getirmişlerse tıkıştırıyorlardı gelin ve damadın ağzına. Mustafa neredeyse ‘’ Ulan kalkın gidin de işimize gücümüze bakalım’’ diyecekti ama kimsenin kımıldamaya niyeti yoktu. Belli oldu ki teravih namazına kadar kimse kalkmayacaktı yerinden.
Bu arada bir de imam bulunarak nikah akdi gerçekleşti. Mustafa’nın da gelin kızın da gözü misafirlerde. ‘’Kalkıp gitseler de ş’aapsak artık.’’ diye.
Neyse kalktılar sonunda…Komşulardan bir ikisi ellerinde tüfekle evin etrafında nöbet tutmaya başladı. Hani olur da kızın ailesinden birileri gelip kızı geri götürmeye kalkarsa ölecekler, öldürecekler ama kızı asla geri vermeyeceklerdi.
Derken efendim yirmi rekat teravih, on rekat yatsı, üç rekat vitr-i vacib namazını müteakip Mustafa ve Gelin hanım iki rekat da zifaf namazı kıldılar ve toplamda otuz beş rekat namazdan sonra Mustafa ‘’Allah’ım yüzümü kara çıkarma’’ diye dua etti. Gelin Hanım da ‘’ Allah’ım inşallah bu birleşmeden doğacak çocuk bana benzer. Yok hani Mustafa da fena adam değil ama yine de bana benzesin. N’ooolur Allah’ım’’ diye dua etti ve artık lambaya püf deme zamanı geldi.
Lambaya püf dendi.
İşte o anda Mustafa ‘’ Lan oğlum bu iş nasıl yapılıyor ki’’ diye düşünmeye başladı. Çünkü bu hayatının ilk deneyimi olacaktı. Acaba o meşhur zarı yırtıp o meşhur kanı oluk oluk akıtabilecek miydi?
Kızın üzerine çıktı. Kız önce ‘’ Yavaş yavaşşş ayı ‘’ dediyse de Mustafa o anda kendisini Mohaç ovasındaki Akıncı Mihaloğlu Bâli Bey gibi görüyordu. Kızı duymadı bile. Tam ‘’Ya Allah, Bismillah, Allahuekber’’ demişti ki kız mahçup bir şekilde ‘’ Biliyorum çok isteklisin ama ben temiz değilim’’ demez mi? Dünya Mustafa’nın başına yıkıldı. Demek ki bu dünyalar güzeli kız bakire olmadığı için onun evlenme teklifine evet demişti. Tüm Türk filmlerinde ‘’Ben temiz değilim’’ demek ‘’ Ben bakire değilim ‘’ anlamına geliyordu ve Mustafa da maalesef hep o ‘’Yeşilçam filmlerinde olur ancak’’ zannettiği durumla karşı karşıyaydı.
Evet…Mustafa’nın başına dünyalar yıkılmıştı ama o anda da kıza duhul eylemek üzereydi. ‘’ Ulan namussuz, bu şimdi mi söylenir? Bari işi halletseydik ‘’ diye geçirdi içinden. Öte taraftan artık ok çoktan sadaktan da yaydan da çıkmıştı. Temiz ya da kirli fark etmezdi bu saatten sonra. Vucudunun tüm gücüyle kıza abanırken ‘’ Farketmez temiz ya da kirli olduğun. Bu saatten sonra benim karımsın. Bundan sonra temiz kalmaya bak ‘’ diyebildi ancak. Çoktan gözleri kaykılmaya başlamıştı çünkü.
Bir kaç dakika sonra işlem tamamdı. İşlem tamam olmasına tamamdı ama çarşaf hala bembeyazdı. Oysa bir kaç gün sonra Mustafa’nın babası gelecekti oraya. O kanlı çarşafı göremezse ne derdi. Vallahi kızı da Mustafa’yı da vururdu.
Kız yataktan doğruldu ‘’ Hepsi bu kadar mı?’’ diyerek. Elbette ki hepsi o kadar değildi ama Mustafa’nın iştahı kaçmıştı. Bitkin bir halde ‘’ Şimdilik hepsi bu. Sabah kaçmamız lazım İstanbul’a, seninkiler yarın buraları basarlar. Uyuyup dinlenelim az’’ dedi. Kıza da makul geldi bu fikir. ‘’ Banyon ne tarafta? Ben yıkanayım madem’’ dedi.
Mustafa kıza banyoyu gösterdikten sonra hemen mutfağa gitti. En keskin bıçaklardan birini alarak aynen Sultan Gelin filminde Türkan Şoray’ın yaptığı gibi kolunu kesti ve akan kanı çarşafa sürdü bolca. Babasına gösterecekti gururla ‘’Hallettim meseleyi’’ diye.
Bir kaç dakika sonra kız banyodan çıktı. Yatağın üzerindeki kanlı çarşafı görünce bir çığlık attı. ‘’ Ne oldu bu çarşafa, bir yerin mi kanadı yoksa?’’ Mustafa içinden ‘’Senin bir yerinin kanamsı gerekiyordu ama kanamayınca mecburen benim bir yerlerim kanadı ‘’ dese de kıza ‘’ Yok önemli bir şey..Eski bir yara’’ dedi. Sonra çarşafı kıza verdi ve ‘’Bunu kirlilerin arasına at’’ dedi. Kız ‘’ Çok fena kan olmuş. İstersen hemen yıkayayım. Yarın bir gün baban geldiğinde ne pis bir gelinim varmış demesin ‘’ deyince Mustafa şimşek gibi atıldı. Sakın ha…Sakın yıkayım filan demeyesin. Gece gece çamaşır yıkamak çok günahtır bilmiyor musun?’’ Dedi. Kız yedi yalanı tabii ki. Bir erkeğin bıçakla kesilmiş konundan akmış olsa da o kan artık bir kızlık zarı kanıydı ve Mustafa’nın babası mutlaka görmeliydi onu. ‘’Bir erkeğin kızlık zarı kanı ‘’ diye güldü Mustafa acı acı…
Ertesi gün kızı kolundan tuttuğu gibi ver elini İstanbul yaptı Mustafa… Annesi, oğlunu yanında dünyalar güzeli geliniyle görünce hindi gibi kabardı hemen. Artık üç göz olan evlerinin bir odasını derhal gelini ile aslan oğluna tahsis etti. Bir kez daha nikah kıyıldı Mustafa ile gelini arasında.
Akşam olduğunda Mustafa ile kız tekrar yatağa girdiler. Kız ‘’ Artık bitir şu işi ‘’ dedi. Mustafa Hayretle sordu: ‘’ Hangi işi?’’ Kız’’ Herhalde evlilik hayatım boyunca bakire kalmamı istemiyorsun değil mi?’’ deyince Mustafa’nın başından aşağı bir kez daha kaynar sular döküldü. Heyecanla sordu: ‘’ Sen bakire misin yani?’’ Kız güldü ‘’ Elbette bakireyim. İlçede bir halt edemedin ki. Kıyısında köşesinde dolandırdın durdun.’’ Oysa Mustafa oldukça emindi yaptığı işten.
‘’ Vay be, demek ki tam duhul edememişim’’ dedi kendi kendine. Sonra başladı gülmeye ‘’Ulan ben kolumu şimdi haybeye mi kestim?’’ dedi. Kız anlamadı tabii ki.Gerçi Mustafa o anda o kadar mutlu olmuştu ki değil kolunu, kafasını bile kesmiş olsaydı o andaki sevinciyle bunun acısını çoktan unutmuş olacaktı.
Daha sonra öfkeyle sordu.’’Ya kızım manyak mısın sen? Madem bakiresin niçin bana ben temiz değilim’’ dedin zifaf gecemizde? Kız dişlerinin bütün beyazlığıyla inciler gibi güldü. ‘’ Günlerdir banyo yapmamıştım. Teke gibi kokuyordum. Sana onu anlatmak istemiştim ama sen öyle kudurmuştun ki benim kokumu bile fark etmedin. O değil de onca istekli olmana rağmen işi halledememene şaştım.’’ Mustafa anlattı bir sürü şarkılar türküler çığırmak üzere hazır ve nazır olan kuşun niçin birden bire bir suskunluğa büründüğünü ve sonrasında yaşanan kanlı çarşafın hikayesini. Birlikte katıla katıla güldüler.
Mustafa o zaman anlamıştı ki ‘’Tahsil cehaleti alır, eşeklik bâki kalır.’’ Ne kadar tahsilli olursa olsun insan bazı konuların cahili kalabiliyor. Yine o zaman anladı hep alay ettiği, ‘’okullarda seks dersleri mi verilecekmiş yani ?’’ diye makaraya aldığı cinsel eğitimin ne kadar önemli olduğunu.
Evet...Kız ‘’ Evlilik hayatım boyunca hep bakire mi kalacağım?’’ demeseydi belki gerçekten de hep bakire kalacak, Mustafa ‘’ Benim niçin çocuğum olmuyor’’ diye üzülecek ve bekarken bindiği el arabasına(!) bağlayacaktı olayı. Tabii Mustafa’nın anne ve babasının nazarında gelin de kısır gelin olacaktı. Gelin nazarında ise Mustafa ‘’ Kuşu ötmez, işi bilmez bir mıymıntı ‘’ olarak kalacaktı.
Kanlı çarşaf mı?
İstanbul’daki ikinci zifaf gecesinde çarşaf kana doymuştu bol bol.Yok be yahu..Öyle abartıldığı gibi değil..Bir kaç damla kirli kan hepsi o.Yani o kol boşuna kesilmiş. Koldan akan kan gibi değil rengi… Hatta bazı durumlarda hiç gelmezmiş bile o kan. Mustafa tüm bunları yıllar sonra öğrendi.