15
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1832
Okunma

Öğlen arası havalandırmaya doluşan askerler tazyikli su ile koğuş pencerelerinden içeriyi vahşice ıslattılar. Her şey ıslanmıştı, yatak örtüleri, yastıklar özel eşyalarımızı koyduğumuz ranza kenarlarında duran kumaş bavullar, yataklarımız her şey su içinde yüzüyordu. Ranza altlarına sığınan arkadaşlar da tazyikli suyun duvarlara çarpıp geri dönmesiyle ıslanıyordu. Dibine kadar ıslanmıştık ve sesimizin çıktığı kadar bağırıyorduk.
‘’Kahrolsun faşizm’.
Su ve ses birbirine çarparak yankılanıyordu diğer koğuşlara doğru. Onlar da bize destek olmak için slogan atıp duvarları yumrukluyorlardı. Sesler cezaevinin en arka koğuşlarına kadar gidiyordu.
Bütün bu hengâme içinde aklım Meryem’e takılmıştı. Islaklığıma aldırmadan onu aramaya başladım. O’nu bulduğumda ağlamamak için kendimi zor tuttum. Kafasını ranzanın altına sokmuş ayaklarını da diğer ranzaya doğru uzatmış öylece yatıyordu. Kendimi oraya attım. Meryem oldukça hassas biriydi. Geceleri onunla sessizce ağlardık. Başka ortak kederlerimiz vardı.
Zamanla çok iyi arkadaş olduk.
‘’ Ne yapıyorsun burada ranza komşum, çay ister misin.’ diye ona takıldım. Gülümsedi. Oysa ben onun ağladığını biliyordum. Islanmış yüzüne ellerimi götürdüm. ‘’ Ne tezatlık değil mi? İnsanın bu suları kovalara doldurası geliyor, tam üç gündür sularımız kesik banyo bile yapamıyoruz.’’ Ellerini karnına götürdü. ‘’ Korkma bebeğe bir şey olmayacak, onu koruyacağız.’’ Sarılıp ağlaştık, insan anne olunca daha bir duygusallaşıyor. Yarı ıslanmış yastığın kuru tarafını başının altına koydum.
‘’ Buradan çıkmamalısın’’ dedim.
Operasyon bitmişti. Sanki koğuşun çatısını rüzgâr uçurmuş ve bütün yağmur suları başımızdan aşağıya yağmıştı. Titriyorduk, iliklerimize kadar üşüyorduk ve bir o kadar da sessizleşmiştik.
Yemek yediğimiz salona toplandık. Masa ve sandalyeler ıpıslaktı.
‘’ Arkadaşlar’’ diye seslendim. ‘’ Bunun arkası var, kesinlikle bizi havalandırmaya çıkaracaklar, bunu yaparken her birimizi coplayacaklar, Meryem’i korumamız lazım, onu ortamıza almalıyız. Aslında bunları söylemem yersizdi. Bütün arkadaşlarım bunun böyle olması gerektiğini biliyordu. çünkü bu ilk değildi son da olmayacaktı.
Saat ikiye geliyordu. Kimsenin bir şeylerin ucundan tutacak hali kalmamıştı. Öylece soğuk ve ıslak zemine oturup bekledik. İnsanın böyle durumlarda en çok istediği şeyleri düşündüm. Bunu sesli dillendirdim.
‘’ Canım bir sigara istiyor’’ dedim.
‘’Sıcak bir banyo istiyorum.’’
‘’ Temiz bir yatak olmalı..’’
‘’ Güvercin olsaydım be.’’
‘’Onları s…mek istiyorum.’’
Bütün bu istekler periyodik olarak devam ederken demir kapının açıldığını fark ettim. İçeriye bir binbaşı, bir yüzbaşı, bir kadın gardiyan ve askerler doluşmuştu.
‘’ Sıraya girin’’ dedi binbaşı. Kimsenin sıraya girmeye niyeti yoktu. Emir işlemiyordu üçüncü koğuşta. Kenetlenmiştik. Askerler saçlarından yakaladıklarını coplayarak dışarıya atıyordu. Havalandırmaya giden merdivenlerde askerler vardı ve bir ikinci dayağı da onlardan yiyorduk. Meryem’e direnmemesini söyledik ama o da direniyordu.
Binbaşıya bağırdım.
‘’ Bakın dedim’’ arkadaşımız çocuğunu düşürürse sorumlusu siz olacaksınız. Binbaşı durakladı. Eliyle askerlere işaret etti. Kadın gardiyan eşliğinde Meryem havalandırmaya çıkarıldı.
‘’ Gördünüz değil mi? Biz o kadar kötü ve gaddar insanlar değiliz. Bizi siz zorluyorsunuz, koğuş aramasına izin vermiyorsunuz, uslu olsanız böyle şeyler olmayacak.’’ Bu sözlere neremle gülsem bilemedim. Slogan ve cop sesleri koğuşu savaş alanına çevirmişti.
Sonunda kendimi havalandırmada buldum. Gözünü sevdiğimin güneşi avluya öyle bir güzel düşüyordu ki üzerimdeki ağırlıkları çıkarıp güzelce sıktım. Duvara yaslanıp bir balık gibi kurumayı bekledim. Yüzüm kollarım ve baldırlarım cop izleriyle sızlıyordu. Saç diplerine masaj yaptım. Saçlarım elimde kaldı.
O akşam pek çok arkadaşımız hasta oldu. Uzanıp uyuyacağımız bir yer yoktu. Koğuşun penceresine çıkıp demir parmaklıklara tutunarak oturdum. Gökyüzüne baktım. Ne kadar güzeldi yıldızlar ve ne kadar kötüydü yeryüzünde bulunduğumuz bu yer. O kadar kötü ki kokuşmuş bir sistemin bolca yarattığı bu gri duvarlar, işkence haneler, idam sehpaları…
Herkesin bu duvarlar içinde bir hikâyesi vardı.
Benim hikâyemse bir sabah eşim ve bebeğimle kahvaltı yaparken başlamıştı. Bebeğimi emziriyordum. Arada da ninni söylüyordum ona. Oldukça tedirgindim. Eşim Ahmet gözlerimin içine bakıyordu. Askeri darbede pek çok insan yer altına saklanmıştı. İnsan neden yer altına sığınır ki? Kitapların yakıldığı, evlerin talan edildiği küçük çocukların yaşlarını büyütüp idam edildiği bir dönemden geçiyorduk. İçimde tarif edilmez bir sıkıntı vardı. Ahmet’in elini tuttum. Ayağa kalkıp kucaklayarak öptü beni. Her zaman espri yapmayı çok severdi. O gün nedense suskundu. Bebeğimi yatırmak için yatak odasına yöneldim. Koridordan geçerken kapının zili bir kere çaldı. Çocuğun uyanmasını istemiyordum. Kapıyı açmamla bir sürü polis içeriye hücum etti. Kendimi salonda polislerin arasında buldum. Ahmet kahvaltı masasından kalkarken ayağı sandalyeye takılıp kanepenin üzerine devrildi. Polisler bunun kendilerine saldırı olacağını düşünerek Ahmet’in üzerine kurşun yağdırdılar. Böyle söylediler hep. Oysa evde oyuncak bebeklerden başka bir şey yoktu.
Bebeğime sarıldım. Kuvvetlice ona sarıldım. Başıma masa örtüsünü geçirip beni evden çıkardılar.
Günler günleri kovaladı. Mahkeme ve koğuş arasında aylarca gidip geldim. Pek çok işkencelerden geçtim. İnsan direniyordu bir biçimde. Direnmenin yolu sözcükleri yutmak ve hafızayı sıfırlamaktan geçiyordu. Bildiğim bütün kelimeleri onların karşısında unutmuştum. Tek tesellim bebeğime annemin bakıyor olmasıydı.
Yeniden göğün derinliğine baktım.
Gecenin bu ıslak sessizliğine ninni söylemek istedim. Demir parmaklıklardan yıldızlara kadar sesimin gitmesini istiyordum.
‘’ Uyu yavrum yine sabah oluyor, uyumazsan güzel rengin soluyor
Babacığın gelmiş bize bakıyor, uyu yavrum yine sabah oluyor’’
Sesim biricik yavrum Yıldız’a gitmiş miydi acaba? Ve Ahmet’e..
lacivertiğnedenlik.