18
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1398
Okunma


Öfkeli denizden kurtarılabilen birkaç kilo balık, zor coğrafyanın bahşettiğince tütün, tarla kenarlarında yetiştirilmeye çalışılan bir tutam sebze ve ekime müsait olmayan dik yamaçlara serpiştirilen bodur fındık ağaçları...
Bu küçük sahil köyünün sahip olduğu zenginliklerin tümüydü bu saydıklarımız. Yaşamak ve nesillerinin devamını sağlayabilmek için sahip oldukları yegane servetleri... Atalarının emaneti, çocuklarına bırakabilecekleri mirasları... Her geçen yıl biraz daha eriyen, biraz daha azalan,biraz daha kaybolup giden nimetleri...
Günlerden Salı idi. Ağustos ayının sakin bir Salı sabahı. Ne doğu istikametindeki Kaçkar Dağlarının doruklarında, ne de batı yönünü sarıp sarmalayan Yoroz burnu semalarında, tek bir parça bulut gözükmüyordu. Gökyüzü, alabildiğine mavi, alabildiğine bakir, alabildiğine özgürdü o gün.
Karadeniz’in lacivert suları, alışılagelmiş öfkeli çalkantılarından uzak, çarşaf misali pürüzsüz ve şaşırtıcı ölçüde sakin bir görünümde idi. Sahildeki kayalarla her daim kavga etmeye alışık olan dalgalar, bu gün bir başka şirinlikle, bir başka uysallıkla, bir başka sevimlilikle oynaşıp durmakta idiler. Günün bu saatlerinde balıktan dönen balıkçıların, ağlarını temizlenmesi sonucunda, ekonomik değeri olmayan ve gerisin geri denize saldıkları canlılardan nasiplerini almayı alışkanlık haline getiren martılar dahi,’Hemidiye Kayasına’ tünememişler; aç kalmaya rıza gösterip, gözden uzak, bilinmeyen bir bölgeye sığınmışlardı.
Köyü sarıp sarmalayan zeytin, karaağaç ve fındık dallarına tüneyen serçeler,o sabah her zamanki neşelerinde uzak, alışagelinmemiş bir suskunluk içinde idiler.İşin garibi, yalıya inmek için yola düşmüş köylülere sataşan köpeklerin, Yeni Köy sırtlarından kopup gelen havlamaları bile duyulmuyordu. Hatta ve hatta, Samsun-Trabzon devlet yolundan geçen araç sayısında dahi inanılmayacak bir miktarda azalma yaşanıyordu.
Çocuklarına sabah kahvaltısı hazırlamakla meşgul olan genç kadın, işine öyle kaptırmıştı ki kendini, doğanın dengesinde meydana gelen bu değişikliklerin hiç birini fark edemedi. Doğup büyüdüğü bu güzel köydeki tatillerinin son üç günüydü ve Sakarya’ya, evlerine dönmeden önce, çocuklarının, denizden ve doğanın kendilerine sunduğu tüm güzelliklerden tam manası ile nasiplenmelerini istiyordu.
Güzel bir kahvaltı, ardından da fındık bahçesindeki hoş bir gezinti ile başlayacaktır gün. Sağa sola serpiştirilmiş incir ağaçlarının doruk noktalarına tırmanıp, tap taze ve birbirinden lezzetli patlıcan incirlerini mideye indirmek, karaağaçlara tırmanmış kokulu üzümlerin de tadına bakmak güzel olacaktır.
Ardından da deniz faslı gelecektir tabi ki. Kıyıya yirmi metre kadar uzakta yer alan ve köyün en güzel yüzme bölgesi olan Hemidiye Kayası’ndan martılar kovulacak, caminin minaresinden öğlen ezanı duyuluncaya dek, Karadeniz’in az tuzlu sularında yıkanmanın, derinlerine dalıp çıkmanın tadına varılacak.
Bir taraftan işi ile uğraşıyor, bir taraftan da yanı başındaki pencerenin dışında uzanıp giden, dik yamaçları sarıp sarmalayan mucize yeşilin, gözlerine sunduğu o emsalsiz güzelliği hayranlıkla seyrediyordu genç kadın. Adapazarı da güzeldi, yeşildi ama, memleketi bir başkaydı işte. Havası başka, suyu başka, insanı başka, rüzgarı-denizi başkaydı.
Karşı köyden sahile uzanan dar patikadan, sırtlarında sepetleri ile sallana silkelene ilerleyen kadınlara takıldı bir ara gözü. ’Bu gün Salı. İlçenin pazarı. Ürün satmaya gidiyorlar herhalde.’ diye düşündü. Hafif bir tebessüm esintisi belirdi dudaklarında. Aklına, pazara giden babaannesinin dönüşünü sabırsızlıkla bekleyişleri geldi kardeşleri ile çocukken. Bir iki akide şekeri idi beklentileri. Bir tutam sevinçti işte.
Dalıp gittiği düşüncelerinden, dayısının kızının seslenişi ile uyandı.
-Emine hu!... Evde misin?
-Yavaş kız, çocukları uyandıracaksın. Hayrola? Pazara mı gidiyorsun?
-Evet. Biraz sebze ve meyve satacağım. Üç beş de noksan var, onları alıp döneceğim erkenden. İş çok bu gün.
-Kolay gelsin sana.
-Kız duydun mu, deprem olmuş akşam.
-Ne depremi? Nerede olmuş?
-Haberin yok mu? Her yer çalkalanıyor. Televizyona bakmadınız mı?
-Bakmadım. Nerede olmuş?
-Her yerde. İstanbul, İzmit, Sakarya, Yalova...
Sakarya’yı duyan genç kadının başından aşağıya soğuk sular döküldü birdenbire sanki. Ayaklarından derman kesildi, gözleri karardı, olduğu yere yığılıverdi. Bu halini gören dayı kızı, sırtındaki sepeti yere fırlattı, koşar adım eve daldı. Biraz su ile bayılan kuzenini ayılttı ve ahırda ineği ile meşgul olmakta olan halasına seslendi.
-Hala, hala!...Çabuk gel, Emine bayıldı!...
Ellerine, ayaklarına bulaşan kömreleri temizlemeye fırsat bulmadan, telaşla koştu geldi anneanne, olaya müdahil oldu. Bu hengamede, çocukların uyuyor olmaları düşünülemezdi tabi ki, onlar da uyandılar ve uykulu gözlerini ovuşturarak neler cereyan etmekte olduğunu anlamaya çalıştılar.
İlk şoku atlatıp, sakin kafa ile bir durum muhakemesi yaptıktan sonra, hiç vakit kaybetmediler, hemen televizyonun karşısına oturdular, sabırsızlıkla görüntünün gelmesini beklediler. Çok geçmeden, günün acı gerçeği ile karşı karşıyaydılar artık. Doğu Marmara Bölgesinin tümü, dolayısı ile evlerinin bulunduğu, babalarının yaşamakta olduğu şehir, o gece depremle yerle yeksan olmuştu. Tüm kanallarda, inanılması zor görüntüler sergileniyordu. Şehirler, mahşer yerine dönmüş gibiydi.
Biraz kendini toparlayınca, telefona sarıldı kadın, bir ümitle eşini aradı hemen. Çok gayret göstermesine rağmen, ulaşmak mümkün olmadı. Her defasında, sevimsiz bir metalik ses, ’Aradığınız numaraya ulaşılamıyor’ ikazı verdi. O gün, ülkenin o yöresindeki tüm telefon sistemi iflas etmişti. Ne haber almak, ne de haber iletmek mümkün değildi. Teknoloji, bir kez daha doğaya yenilmişti.
Eski bir televizyon seyrettikleri. Uzaktan kumandası flan da yok. Üzerindeki tuşlardan değiştirebiliyorsunuz ancak kanalları ki; onlar da topu topu sekiz adet zaten. Genç kadın, çocuklarını yanı başına aldı, uzanılabilecek mesafede, televizyonun karşısında yere oturdular. Gözleri televizyonda, elleri telefonda; rehberdeki tüm numaraları tek tek arıyorlar. Bazen çalıyor aradıkları numara, ümitle bir güzel haber duyabilmek için dikkat kesiliyorlar. Hep başka şehirlerde çıkıyor telefona cevap veren dostları. Ya Ankara’da, ya Samsun’da, ya güneyde... Hep deprem bölgesinden uzak bölgelerde yaşamaktaydı sanki tanıdıkları. Telefondan fayda olmayacağına kanaat getirince, olay mahalli ile tek bağlantıları olan televizyona, ekrandan akıp gelen yıkık şehir görüntülerine döndüler.
Zaman, ağır aksak ilerledi, vakit öğleye yaklaştı. Durumu öğrenen tüm eş-dost koştu geldi, doluştular köydeki matem evine. Bir haber, bir küçük ümit kıvılcımı peşine düştü tüm insanlar. Herkes, kendi bildiğince, kendi imkanlarınca bir şeyler yapma gayretinde oldular. Tüm çabalara rağmen, sonuç maalesef hep aynı kapıya çıkıyor, Adapazarı’ndan tek bir cümlelik haber dahi alınamıyordu. Depremin üzerinden nerede ise dokuz-on saat geçmişti artık. Babaları nerede idi? Ölü müydü, sağ mıydı? Bir yıkıntının altında, kurtarılmayı bekliyordu belki de. Kim bilebilirdi?
-Böyle olmayacak bu iş. Dedi büyük kayın. En iyisi acilen yola çıkmak ve oraya varmak.
-Haklısın ağabey. Dedi küçüğü. Acilen gitmeliyiz, ağabeyimi bulmalıyız. Ölüsünü, ya da dirisini.
Vakit geçirmediler, araçlarına epeyce bir yiyecek, içecek depolayıp, üç kardeş yola koyuldular. Çok arzu etmesine rağmen, genç kadını çocuklarının başında kalmaya ikna ettiler. Araç, Doğu Karadeniz Bölgesinin dar ve virajlı yollarından, batı istikametine doğru, sürücüsünün usta manevraları eşliğinde son sürat uzaklaşıp gitti. Arkalarından ümitle, yaşlı gözlerle baktı kadın. Eteklerine sarılan ve hiç ağlamaları kesilmeyen kızları ile birlikte eve döndüler, televizyonun karşısındaki yerlerine tekrar oturdular.
’Ya eşim öldüyse?’ diye düşündü.’Nasıl büyüteceğim kızlarımı yalnız? Nasıl besleyeceğim, nasıl okutacağım, nasıl evlendireceğim?’ Derin derin soluklandı, gözlerinden süzülen göz yaşlarını sildi elinin tersi ile. Kızlarının başını okşadı, kendisinden çare dileyen bakışlarını seyretti uzunca bir süre.
Zaman, inanılmaz bir işkence eşliğinde akıp gidiyordu hayatlarından. Bir belirsizliğin, yüreklerini yakıp kavuran ateşi eşliğinde, kaderin kendilerine biçtiği acı gömleği giymeye hazırlanıyorlardı ki; büyük kızının kopardığı çığlık ile irkildiler.
-Gördüm!...
Annesinin dizi dibine, yorgun, mahzun, çaresiz bir kedi yavrusu gibi kıvrılmış, muhtemelen kaybettiği babasının ardından usul usul gözyaşı dökmekte ve bir taraftan da ümitsizce televizyondaki görüntüleri izlemekte olan küçük kız, aniden yerinden fırlamış; helikopter çekimlerinden yansıyan ve ekrandan akıp giden görüntüyü yakalamak ve yerinde sabit tutmak istercesine her iki avucunu da parlak cama yapıştırmıştı.
-Gördüm diyorum size!...
Herkes bu duruma çok şaşırmıştı. Çocuğun üzerine çullandılar, televizyondan uzaklaştırmaya uğraştılar. Ama, hiç birinin gücü, o küçük bedeni televizyondan koparmaya yetmedi.
-Ne gördün kızım? diye sordu annesi heyecanla.
Tüm odadaki sesler kesildi bir anda. Etrafın inanılmaz bir sükut kapladı. Bekledikleri, olmasını diledikleri, çaresizliklerine son verecek mucize gerçekleşiyor muydu yoksa?
-Ne gördün kızım, söylesene? diye tekrar etti annesi.
Hala küçük parmakları ile ekranın tümünü avuçlarının içine almaya çalışan küçük kız, annesinin sorusunu duyunca başını geriye çevirdi usulca ve yaşlı gözleri ile odada bulunanları alel acele süzdükten sonra;
-Okulumu gördüm anne. Yıkılmamıştı. Arkasında da bizim ev vardı. O da yıkılmamıştı anne. Benim babam sağ anne, o ölmedi! Ölmedi!... Benim babam ölmedi diyorum size!...Diye haykırdı.(Devam edecek)
17 Ağustos 1999 depreminde kaybettiklerimizin hepsine Allah’tan rahmet diliyorum.
O günleri unutmamalı ve unutturmamalıyız.
Bir tutam hayat-17.08.2014-Azerbaycan