- 1970 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
CİNCİ HOCA
Bizi kagir bir evin alçak kapısında beklettiler. İçimde içeri girmemeye yönelik bir tereddüt vardı. Ya bu adam en mahrem duygu ve düşüncelerime muttali olup bunları ortaya sererse diye. Arkadaşıma tek başıma girmek istediği mi söyleseydim! Korkunun ecele faydası yoktu. Ya herrü ya merrü deyip girmeye karar verdim. İçerden bir bayan bir erkek ağır adımlarla, düşünceli bir şekilde çıktılar. Kadın “ Vallahi o olamaz!” deyip duruyordu. Artık İçeri girebileceğimizi söyleyen şeyhin karısı yolu gösterdi. Girdiğimiz şark usulü minderlerle döşenmiş odanın köşesinde altmış yaşlarında, şişman, suratsız bir adam battaniyeye sarınmış bizi bekliyordu. “Herhalde doğru yere geldik.” dedim içimden. Pis işleri suratsız adamlar yapmalı diye bir kaide varmış gibi genel bir kabul vardır. “Kardeşim hoş geldiniz.” dedi suratsız adam kalın ama cızırtılı sesiyle. Minderleri işaret edip oturmamızı söyledi. Karşısına denk gelecek şekilde büzülerek oturduk. Uzun bir müddet hareketsiz durup adamın bir şeyler söylemesini bekledik. Şeyhin memleketinden olan arkadaşım beni tanıtıp bir sıkıntım olduğunu belirtti. Adam, nüfus memuru gibi adımı ve ana adımı aldı. Sonrasında uzun bir sessizlik daha oldu. Bizden ses çıkmadığını görünce battaniyesini kafasına sarınıp “ıhım ıhım” benzeri seslerle yerini beğenmeyen bir kedi gibi döndü dolaştı ve birkaç saniye sonra doğuda bizim oraların horlama sesi olan “ ığğkh pışşş” sesleri çıkararak uykuya daldı. Bu adam nasıl bu kadar kısa sürede uyuyabiliyor, manasına gelen mimiklerle arkadaşıma kaş göz işareti yaptım. “Bilmiyorum.” manassında dudaklarını oynattı. Tıbbı bile kıskandıracak şekilde başı yastığa koyar koymaz uykuya dalmak şüphesiz şeyh hazretlerinin kerameti olmalıydı. Nuri Alço böyle bir adamın varlığını bilseydi uyutma dersleri almak için mutlaka müracaat ederdi. Ve uykusunda konuşmaya başladı:
— Şeyhim şeyh Abdülkerim, dedem şeyh Mustafa , babam şeyh Süleyman…. “Ğazale, Ğazale… nerde kaldın?
— Geldim geldim. Ne acelen var? Mısır’dan anca geldim.
— Ğazale, ben o aileye senin dediğini aynen söyledim. O altınları o kadının en yakınlarından kısa boylu, esmer, yürürken insana sekiyormuş gibi gelen orta yaşlı bir kadın aldı ve avlusunda derin kuyusu olan bir ahıra sakladı dedim.
— Evet, öyle oldu. Kadın aralarını bozmak için çaldı altınları. O kadın paraya ihtiyaç duyacak kadar fakir değil. Adama karşı yıllarca süren garezini böyle bir fırsat yakalayınca değerlendirdi.
— Ğazale, ben söylediklerini aynen ilettim. İnanmışlarsa elleriyle koymuş gibi bulurlar
…
Adam, geçmiş dersin tekrarını yaparak derse başlayan bir öğretmen ya da bir dizi filmin geçmiş bölümün özetini vererek başlayan televizyon kanalı gibiydi. Ancak onun muttali olabileceği ulvi alemden gelen sesleri bizim fani kulaklar işitemeyeceği için, o sesleri iletmek için hoparlör görevi görüyor ya da anında simültane tercüme ediyordu. Sonra içimi bir tedirginlik kapladı. Galiba benden bahsediyordu.
— Ğazale, buraya gelen genç kardeşimizi görüyorsun. Bu gariban, neye el atsa başarısız oluyor. Çok zeki ve gayretli, ama eline aldığı yaş dalları bile kurutuyor. Bir şeyi yapmaya niyetleniyor ama daha başlar başlamaz engellerle karşılaşıyor. Bir yola girmeye hazırlanıyor, tam gideceği vakit ani bir sorun yolunu kesiyor. Bir türlü umutlarını gerçekleştiremiyor ve melül, mahzun bir şekilde yerinde kalakalıyor. Bunun sebebi nedir?”
Bu sözleri işitince kendime, sakat dilencilere hissettiğim duyguya benzer bir acımam tuttu. Zeki ve gayretli olmak pek işe yaramıyordu insanın kollarını ve bacaklarını kesmişlerse. Öncelikle bir insanın yüzüne söylenebilecek en onur kırıcı ifade olan “gariban” kelimesi benim için kullanılmıştı. Evet, çok umudum, arzularım ve bunlar nispetinde hayal kırıklıkları vardı. İşinin en iyisi olmak, meşhur bir yazar olmak, mutlu olmak gibi. Buna benzer şeyleri herkesin hissettiğini de bilmiyor değilim. Ama gerçekten görünmez bir engel, bir büyü olmalıydı. Yoksa benim Tolstoy’dan, Bill Gates’ten, Abraham Lincoln’den, o kadar uzağa gitmeyelim, Aydemir Akbaş değil de Nuri Sesigüzel’ den ya da ROK’ tan ne eksiğim vardı? Suratsız şeyh, ardından bizimle kendi lisanıyla konuşmaya tenezzül etmeyen manevi varlığın adına konuşmaya başladı:
— Söyle ona iki kadın var, biri yaşlı biri genç. Birisinde gebelik var, çok yakınlarından biri. Allanıp pullanıp masaların üstüne çıkıp dans ediyor. Sonra evlerindeki karanlık bir odada bulunan çuvalın içine adamın adının yazılı olduğu bir kağıt sakladılar. Bu kağıdı bulup yok etmezse hayatta hep başarısız olacak. Onu mutlaka bulup yakması lazım ki büyü bozulsun.
— Tamam Ğazale. Şeyhim şeyh Abdülkerim, dedem şeyh Mustafa ve babam şeyh Süleyman’ın ellerinden öperim.
Adam “ıhım ıhmm” sesleri eşliğinde uyanıp suratsız yüzünü battaniye altından çıkardı.
— Kardeşim, siz de duydunuz. Sana kötü bir büyü yapılmış. O masanın üstüne çıkıp dans eden kadının sakladığı kağıdı bulmalısın. Evinizde karanlık bir oda var değil mi? ( Her evde bir tane olduğu gibi vardı tabii, evimizin odaları bir bir aklımda sıralandı. Hangisinin olabileceğine dair aklımda fikirler yürütmeye başladım. Yine kesin bir yanıt veremiyordum.) Evinize sürekli girip çıkan, size çok yakın bir kadın bu. Sana karşı düşmanlığı olan biri var mı ? Düşün.( Yine aynı durum. Evime girip çıkan insanların sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. Hepsi de beni severdi. Kim kendi halinde olan bana kötülük yapmak istesin ki? Aklıma komşumuz ve eşimin akrabası bir Aysel Abla geldi. Üstelik hamileydi. Dans ile arası yoktu gerçi. Bunun dışında kaynanamdan şüphelendim, eşimden de şüphelendim. Ama doğuştan dansa kabiliyetleri olmakla birlikte ikisi de son derece dindar insanlardı. Kaynanam birkaç günde bir gelip ev işlerinde kızına yardım etmek için uğrardı. Bir de komşumuz olan evde kalmış olan Fadime de vardı. Yakışıklılığıma hayran olabileceği mümkündü ama hiç bizim eve uğradığını görmedim. Zaten Pazar bulmacası çözmek için gazete almak dışında kendi evlerinden de pek dışarıya çıkmazdı. Şimdi hatırladım zaten bu kız gebe olamazdı. Kafamı sağa sola sallayıp “Böyle birisi herhalde yok.” dedim.
— Kardeşim, en kötü insanlar en sinsi olanlardır. Senin yüzüne gülümser, saygıda kusur etmezler ama arkandan türlü işler çevirir, insanların saflığından yararlanırlar. Sıkıntılarının geçmesini istiyorsun değil mi? Bir çuvalın içine sakladılar unutma! Aramazsan bulamazsın.
İçime koca bir şüphe düşmüştü kadın olup evimize giren herkese karşı. Bunlara eşim de dahildi. Çünkü eşim de gebeydi. Kimdi acaba o lanet kağıdı evime koyan? Birden geliş amacımı hatırlayarak bütün bu şüphelerden arınmam gerektiği aklıma geldi.
— Surat… yani Şeyhim bir soru sorabilir miyim?
— Tabii kardeşim. Sor bakalım.
— Ben bir şey merak ediyorum. Siz bu bilgileri cinlerden mi alıyorsunuz?
Adamın birden kıpkırmızı kesildiğini gördüm.
— Bu ne biçim soru? Ne cini? Şeyhlerle konuştuğumu duymadın mı? (arkadaşıma dönerek) Böyle adamları yanıma getirmeyim. Cinlerle konuşuyormuşum. Çıkın evimden.
— Tamam şeyhim, ne kızıyorsun? Sadece bir soruydu. Yani sen şimdi şeyhlerle mi konuştun?
— Evet, şeyhleri bir bir saydım ya. Hemen çıkın evimden, bir daha evime gelmeyin!
Kısa bir pazarlıktan sonra vereceğimiz ücrette anlaştık. Kırk lira verdim o düzenbaza. Dinen cinlerle konuşulabildiğini biliyordum, ama ölmüş olan şeyhlerle canlı bir şekilde konuşulduğunu ilk defa duyuyordum. Soruma tatmin edici cevap alamamış, üstelik içime şüphe de düşmüştü. Kovulduktan sonra arkadaşıma “ Bu şarlatan, kaç kişinin yuvasını dağıtmıştır kim bilir?” dedim. Gelenlerin içine şüphe ekerek paralarını alıp gönderiyordu. Şüphe çok pahalı bir şeydir. Bereket ki mantıklı bir aklım, sağlam bir inancım vardı. Eve dönünce hiç kimseye bir şey sormadım, araştırmadım. Kaynanama gebe olup olmadığını mı soracaktım? Ya da “Kim bu masanın üstüne çıkıp dans etmiş? Biraz yamulmuşta!” gibi saçma sapan soruları soramazdım. Daha belirgin özellikler, mesela bir isim veremez miydi suratsız adam? Boş vermek zorundaydım. Diğer gün sabah uyanınca aklıma “Ulan bu adam ya gerçekten haklıysa, niye bakmıyorum ki! Kimseye bir şey anlatmak da gerekmez. Araştırırım, bulamazsam en azından şüpheyi uzaklaştırırım.” dedim ve aramaya koyuldum. Evin kuzey ve batı taraflarındaki odaları didik didik ettim. Öteberiyi koyduğumuz kullanılamayan bir odamız vardı. Oradaki çuvalları boşaltıp diplerine baktım. Hiçbir şey yoktu. Sonra masaları kontrol ettim bu masalar dans eden bir kadını taşıyabilir mi diye. Katlanabilen bir masamız vardı. Üstüne çıkıp zıplamaya başladım. Lanet olası masa devrildi, sol kol bileğimi kırdım, alçıda üç hafta kaldı. Çok şükür, şimdi iyileşti. Ama ne zaman o loş odalardan birine girsem içimden bir ses başarısızlıklarımın sebebini o çuvallarda aramam gerektiğinde diretir. Ya dikkatlice bakmamışsam, diye düşünürüm; sonra sol kol bileğime bakarak vazgeçerim.
Acizliklerimizden faydalanıyorlar. Erkekler olarak romantik ya da en azından sevecen tarafımızı kaybedince karılarımız boşanmak ister. Ona büyü yapıldı der, psikologların çözemediği sorunları en yüksek makam olarak büyücüye, hocaya götürürüz. Polisin bile aciz kaldığı olaylarda yine onlara başvururuz. Şeyimizde, spermlerimizde sorun vardır, doktorlar çözemezse kadını onlara götürürüz. Her ne acizliğimiz varsa en son makam yeri onlardır. Sonra bizi öyle bir motive ederler ki eskisinden daha da canla başla uğraşırız. Daha istekli oluruz, çünkü sorun biz değildik, dışta olan bir şeydi. Zaten o engel büyücü, hoca tarafından bertaraf edilmiştir. Binde, on binde, yüz binde bir ihtimal varsa çözümü için en yüksek çaba sarf edilir, imkanlar zorlanır. Şayet sorunumuz çözülmüşse bu başarı onlarındır. Artık başvurduğunuz en yüksek makamın reklamını da yapmış olusunuz. “Filanca yerde bir hoca var, filanca sıkıntıyı gideriyormuş.” la başlayan sonra sizin hikayenizin abartılmış hali kısım sıkıntılı insanlar arasında yayılır. Herkesin üstesinden gelemediği bir acziyeti vardır ki cincinin, hocanın kapısında bekleyen insan sıraları olur. Acizliklerimizden faydalanıyorlar, yeterince çabalamadığımız acizliklerden.