15
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1064
Okunma

Yeni satın aldığım lacivert tişörtü çıkarıyorum dolaptan. On beş gündür askıda ama, yine de her yanı kırış kırış. Türkiye dönüşü, el valizime tıkış tıkış doldurduğum yazlık elbiselerim, üçüncü dünya harbinden güç bela kendini kurtarabilmiş ve varlığını kör topal devam ettirmeyi başarabilmiş, yorgun, bitkin, perişan, şaşkın yaratıklar gibi gözükmekte gözüme. Yatağımın üzerine serdim öylece sabahın köründe; o bana bakıyor, ben ona bakıyorum.
Dün Rusya’dan gelen boya ekibi de, tam zamanını buldu ürün test edecek. Bir yandan sıcak, diğer yandan rutubet, üstüne üstlük de işçilerimin bir moktan anlamamaları nedeni ile işin bana kalması ve sudan çıkmış sıçana dönmem asabi ile, yeni giydiğim elbiseler bir günde kullanılamaz hale geldi, kirli torbasının hafta sonuna kadar misafiri oldular ister istemez. Yıkayan, ütüleyen, arkamızdan toparlayan kimse yok tabi ki; mecburen iş başa düşüyor, elbiseleri hizaya çekmek bize kalıyor zahmetli de olsa.
Ev sahibine cebren aldırttığım yeni bir Braun marka ütüm var. Daha siftah yapmamışım. Düşünüyorum da, çok uzun senelerdir elime ütü almadığım geliyor aklıma. Bu kot pantolonları ve tişörtleri icat edenden Allah razı olsun. Yıkayıp asıyorum, kuruyunca da askıya alıyorum, idare ediyor artık iş ortamında, kimse yadırgamıyor öyle ufak tefek kırışıklıkları. Sonuçta yalnız yaşayan, saçı başı ağarmış insanlarız. O kadar noksanımız da olacak artık.
Tişörtü alıp, salona geçiyorum. Artık sizlerin de bildiğiniz gibi,başka oda da yok zaten evde. Yatak odasından salona, sonra da salona bitişik mutfağa uzanan küçük bir ev. Bir de beraber kullandığım banyo-tuvaleti var. Tek kişiye büyük bile bu kadarı. Laf aramızda, buralarda bayağı lüks sayılıyor.
Lafı uzatmayalım; bir elimde elbise, diğer elimde ütü, bakıp duruyorum öylece. Cesaret toplamaya çalışıyorum usuldan.
Ne yapsam şimdi? Nerede, nasıl ütüleyeceğiz? Büyük koltuğun üzerine karar kıldım. Şimdi masaya bir şeyler serip, onun üzerinde çalışmak zor geldi. Yav, hanım suluyordu bu elbiseleri galiba parlamasın flan diye. İyi ki aklıma geldi bu durum. Şöyle bir alıcı gözle inceledim ütüyü, meğer su deposu da varmış. Koştum doldurdum lavabodan biraz, sonra da elektriğini bağladım. Çabucak ısındı tabanı, buhar düğmesine basınca da, gerçekten çok hoş olaylar cereyan etmeye başladı. Bir müddet ütünün tabanındaki deliklerden, özgürlüğüne kavuşmuş mahkumlar misali canhıraş kendini dışarı atan ve havanın sonsuz enginliğinde, yakalanmak, tekrar içeri tıkılmak korkusundan olsa gerek aniden kayıplara karışan buhar dalgalarını seyrettim. Kendini yakmamayı becerebiliyorsan eğer, gerçekten hoş bir manzara bu durum. Ütü yapmayı sevmeyen, beceremeyen baylara tavsiye ederim.
Ufak bir iki hareketten sonra, elbisenin ön kısmındaki kırışıklıklar kayboluyor. Kollar ve arka taraf çok önemli değil. Öndeki ısıdan, arkası da nasibini almıştır diye düşünüyor, bu tehlikeli yaratığın can damarı olan kordonunu prizden çekiyorum.
Hımmm!... Fena olmadı. İdare eder artık.
Tam kafama geçiriyorken, sol etek kısmının arka tarafındaki küçük delik dikkatimi çekiyor. Parmağımla yokluyorum, yırtılmış bir yerlerde. Canımı sıkıyor bu durum. Sonuçta yeni almıştım ve tek bir sefer giymiştim. Nerede, nasıl açılmış bu delik hemencecik? Yazık olmuş yeni elbiseme.
Ufak bir düşünce fırtınasından sonra, elbisemi nerede yırtmış olabileceğimi tahmin edebiliyorum. Ütüden fışkıran buhar bulutlarının dudaklarıma taşıdığı tebessüm esintileri, yerlerini derin bir üzüntünün kasvetli sükutuna terk ediyor birden.
Gencecik, hayatının baharına doyamadan ölüp giden bir garip gelinin mezarına kürek sallarken...
Arife günüydü. Bir tatlı telaştır alıp başını gitmişti bizim evde. Bir taraftan, vukuatsız bir oruç ayının daha tamamlanmasının ve Ramazan Bayramına erişmemizin sevinci; bir taraftan da, hem benim, hem de büyük kızımın üst üste çakışan güzel tatillerimizin nihayetine varmak üzere oluşumuzun hüzünlü atmosferi...
Öyle oturmuş sohbet ediyoruz akşam saatlerinde evin balkonunda. Uzunca bir aradan sonra, tekrar beraber, bir arada olabilmenin verdiği tadı yudumluyoruz ailece. Kuzeybatı yönünden hoş bir esintiyi alıp getiriyor hava, sıcak ve rutubetten bunalan vücudumuza inanılmaz güzellikte bir serinlik koklatarak güneydoğuya, dağların yükseklerine doğru aheste aheste akıp gidiyor.
’İnsanın ailesi ile olması ne güzel şey.’ diye düşünürken, kızımın telefonu çaldı birden. Onu kim arar ki bu saatte? Konya’da ki eşi olmalı herhalde. Pek oralı olmuyoruz, aramızdaki hoş sohbete devam ediyoruz oğlumla. Dereden-tepeden, dünden-yarından, siyasetten-spordan açılan konular, kaldıkları yerden hararetle tartışılmaya devam ediyor. Oğlan, iki yıldır babasından uzak, özlemiş erkek erkeğe sohbet etmeyi. Ağzından bal damlıyor yaramazın. Soluksuz konuşuyor.
Biz, kendi halimizde, güle oynaya sohbete devam ederken, kızımın ani feryadı ile yerimizden sıçrıyoruz.
-Ne diyorsun amca? Nasıl yani? İnanamıyorum!...Hem konuşuyor, hem de iki gözü iki çeşme ağlıyor garibim.
Hepimiz başına toplanıyoruz hemen.
-Ne oldu kızım? Kimdir arayan? Kime, ne oldu? Eşine mi, aileden birine mi bir şeyler oldu? Hıçkırıkları, bizi duymasına engel oluyor. Telefonun öteki ucundaki hazin atmosfer, konuştuğu kişi ile birlikte, onu da bu alemden kopararak, başka bir ortama taşımış gibi.
-Amca, babam burada. Ona veriyorum...Kadir amcam, Şebinkarahisar’dan... Lale ölmüş baba!...Ölmüş!...
Telefonun öbür ucunda, uzun yıllar boyunca hayatın meşakkatlerine beraber göğüs gerdiğimiz, iyi günümüzde sevincimizi paylaştığımız, kötü günde birbirimize destek olduğumuz en yakın arkadaşım... Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmemiş, beraber ağlamışız yeri geldiğinde, beraber gülmüşüz. Çocuklarımız beraber büyümüş, beraber okullara gitmişler, beraber evlenmişler...
1999 Marmara Depreminde, her iki ayağım da tarumar olmuş bir vaziyette, bir hastane bahçesindeki küçük bir akasya ağacının altına iliştirilmiş bir yatakta, yalnız ve çaresiz bir şekilde kaderin hayatıma çizdiği yolun akıbetini beklerken; o, bir yerlerden çıkmış gelmiş,çoluk çocuğunu o hengamede yalnız bırakmak bahasına da olsa, alıp beni Ankara’ya, hastaneye yetiştirerek, en azından o andan sonraki hayatımda yeniden yürüyebilmemi sağlamıştı. Öyle bir dost işte...Sıradan değil...
-Kadir!... Ne oldu? Nesi var Lale’nin?
-Kızım öldü!... Trafik kazası geçirdiler. Kocası da ağır yaralı.
O anı ifade etmek mümkün değil. Bir babanın tükenişinin resmiydi karşımdaki. Allah, kimseye evlat acısı yaşatmasın diyorum. Durumu nasıl anlattı, ben nasıl dinledim, neler konuştuk hatırlayamıyorum şimdi. Bu gibi durumlarda insan dengesini, düşünme yeteneğini kaybediyor. Duygularınız her biri bağımsızlığını ilan ediyor bir yerlerde sanki. Hiç birini kontrol altında tutamıyorsunuz. Göz yaşı oluyorlar, akıp gidiyorlar gözlerinizden özgürlüklerine.
Gencecik kız çocuğu. Daha 27 yaşında, iki yıllık evli ve iki aylık da hamile. Siz düşünün artık durumun vahametini. Üstüne üstük, yıllar önce, beş yaşındaki başka bir kızını daha kaybetmiş elim bir kaza sonucu. Bu ikinci evlat acısı. Dağarcığınızdaki kelimeleriniz tükenir ya, işte tam öyle bir durum. Duygularınızı ifade etme yeteneğinizi kaybediyorsunuz. Dünya ve zaman anlamını yitiriyor, sizi sarıp sarmalayan her hey bir anında olduğu yere çakılıyor.
Bayramın birinci günü, öğle namazında defnedilecek yavrucuk. Ölen kardeşinin yanı başında yatsın istemiş annesi-babası. Eşinin ailesi de uygun görmüşler, hemen ana yolun kenarındaki mezarlıkta yeri hazırlanıvermiş garibimin.
O gece hiç uyumadık desem yeridir. Sabah erken kalktık, sabah ve bayram namazlarını kılar kılmaz da yola çıktık eşim, ben ve büyük kızım.
Daha önceki yazılarımda da konusu geçmişti sanırım. Eğer imkan bulursanız, Giresun-Şebinkarahisar yolundan bir geçin derim ben. Hatta, yol bir yerde ikiye ayrılıyor. Siz, Kümbet Yaylası yolunu seçin. Hem 20km kısalıyor, hem yol da az virajlı, hem de o yaylanın güzelliğini de görmüş olursunuz. Lezzetli ve soğuk sularını içer, oralarda üretilen birbirinden güzel yiyecekleri tadarsınız.
Can dostumun o ilçede yaşadığını bildiğimiz için, KPSS sınavını kazanan kızımın okul seçiminde, Şebinkarahisar’ı da yazmıştık ilk sıralarda. Allah’ın sevimli kulu olsa gerek ki, oraya yapıldı ataması.Öğrenince sevinçten deliye dönmüştü. Böylece öğretmenliğinin ilk yıllarını amcasının gözetiminde, oldukça rahat bir şekilde geçirdi. Bu nedenle, onun hüznü bizlerden çok daha fazla idi. Evlenerek, güzel anılarla ayrıldığı bu güzel ilçeye, beklenmedik bir anda kaybettiği çocukluk arkadaşını ebediyete uğurlamak vazifesi ile dönüyor olması, şüphesiz acısını katmerlemişti onun da.
Yolculuk uzun sürmedi. Üç saat kadar vardık cenaze evine. Yeşiller içinde bir vadi, mütevazi ve oldukça sevimli bir köy evi. Giriş kısmındaki harman alanında bir çok araç, bahçedeki ceviz ve armut ağaçlarının altın serilen minderlerde oturan insanlar. Aracımı gören arkadaşım, kollarını iki yana açmış, hem ağlıyor, hem haykırıyor, hem de koşarak geliyor.
Allah’ım, ben şimdi ne yapacağım? Ne söyleyeyim? Neyi anlatayım? Nasıl davranayım?
Bende bir ümit var da, uzaklardan, çok uzaklardan onu almış getirmişim sanki. Öyle koşmakta ki; bana dokunduğunda bir sihir olacak,bir şeyler aniden değişecek, eski güzel günler anından geri dönecek misali bir ümit koşusu bu. Öylece kucaklaştık. O bir yandan ağlar, ben bir yandan ağlarım. Bizi seyreden insanlar başka tarafta ağlaşırlar. Sustur susturabilirsen.Ne demeli? Berbat bir durum işte...
Eren, kalan tek evladı da geldi sarıldı. Biraz da onunla ağlaştık. Daha dün ikisi de elime doğmuşlardı. O, babasına göre biraz daha soğukkanlı, metanetliydi. Hep öyle olmuştu zaten çocukluğundan beri. İçine atardı her şeyi, başını eğer giderdi üzüldüğünde. Gayretli, çalışkan ve başarılı bir insandı ama, boynu bükük yaratmıştı işte Yüce Mevla’m da onu.
Zaman yoktu, güneş Şebinkarahisar kalesinin surları ile öpüşmüş, saat öğleye gelmişti. Araçlara doluştuk, önde cenaze arabası, arkada hüzünlü bir insan seli, namaz kılınacağı camiye yollandık. İnanılmaz bir insan ve araç kalabalığı vardı. Cenazenin defin sırasında, Şebinkarahisar’ı Giresun ve Alucra’ya bağlayan yol tamamen kilitlendi. Genç ölenlerin cenazesi kalabalık mı oluyor, nedir?
Mezarlığa ulaşmakta, aracı park edecek bir yer bulmakta güçlük çektim biraz. Sonuçta, koşar adım defin bölgesine gittim. Ben vardığımda ağabeyi, kardeşini ebedi istirahatgahına yatırmış, kabir tahtalarının dizilişini nihayetlendirmek üzere idi. Hala metanetli duruşunu kaybetmemişti geç adam. Ta ki, kardeşinin mezarın üzerine kürekle ilk toprağı atana kadar. Bir kaç kürek toprak attıktan sonra, inanılmaz bir feryat ile ağlamaya başladı. İşte tam o anda, mezara yuvarlanmaması için hamla yapmış, onu yakalamış ve elindeki küreği almıştım. Bu ani hareketim sırasında elbisem, hemen diğer kardeşinin mezarı başındaki gülün dikenine takılmış ve tanımadığım bir el tarafından kurtarılmıştı.
İşte, elbisemdeki küçük yırtık, bu acı olayın anısıydı.
Allah rahmet etsin, mekanı Cennet olsun diyorum.
Bir Tutam Hayat-13.08.2014-Azerbaycan