8
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1505
Okunma

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin başına ilk defa halkın seçtiği bir cumhurbaşkanı gelecekti. Zirveyi ele geçirmek, her kesim için önemliydi şüphesiz. Hatta dünya için de büyük önem arz ediyordu. Öyle ya, haritaların bozulup yeniden yazılmaya çalışıldığı, o uğurda akan kanların ve yapılan haksızlıkların hiç önemli olmadığı bir zaman dilimindeydik. Mağdur pozisyonunda olanlar nedense hep Türk veya İslâm ülkeleriydi. Oysa Türkiye bu iki hedef kesimin en güçlü temsilcisiydi ve çevrilen bütün dolaplara, kurulan bütün tuzaklara rağmen dimdik ayaktaydı. Şer cepheleri açısından bunun da tek suçlusu vardı: tavizsiz, akılcı, atılımcı, yenilikçi, hak ve hukuk yanlısı politikasıyla ülkesini şahlandıran, mazlumların hâmiliğini yapan lider; Recep Tayyip Erdoğan.
Ak Parti’nin azimli, gözüpek lideri, çevresinde kenetlenen dava arkadaşlarıyla birlikte, 12 yıl önce ülkeyi iflasın eşiğinden almış, ekonomisini son sürat düzelterek uluslararası itibarını arttırmış, rüşvetle, çetelerle, illegal örgüt ve yapılanmalarla mücadele ederek toplumsal huzuru sağlamış, yaptığı hizmetlerle ve zalimlere karşı olan yürekli duruşuyla milletin sevgisini, saygısını ve güvenini kazanmıştı. Müslüman ülkelerdeki halklar da ona hayrandı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Başbakanının şahsında, onlara el uzatıp sahip çıkıyor, var gücüyle haklarını savunuyordu.
Bu durum, kendi çıkarlarına ve acımasız hedeflerine göre dünyaya şekil ve nizam vermeye çalışan, o uğurda her türlü melâneti kendilerinde hak gören süper güçlerin ve onların içimizdeki uzantılarının hiç mi hiç hoşlarına gitmiyordu.
Hükümet olmayı -halkına karşı güttüğü kinci ve istismarcı, sahtekâr, güvenilmez tutumu ve geçmişte sergilediği kötü yönetim yüzünden- bir türlü beceremeyen muhalefet, yapılan icraatlara en büyük sekteyi vuracak ve rüzgârları kendi lehine çevirecek olan cumhurbaşkanlığı makamını mutlaka ele geçirmeliydi. Bunun için, uşaklığını yaptığı iç ve dış şer güçler ile işbirliği arayışına girdi. Aylarca yapılan gizli görüşmeler neticesinde, bu millete ve İslâm dünyasına gerçekçi ve yararlı tek hizmeti olmamış, ülke değerlerine yabancı, halkın nabzını tutmaktan uzak, onun sorunlarından zerre kadar anlamayan, şahsiyeti de millete meçhul bir ismi aday olarak ortaya attılar: Ekmeleddin İhsanoğlu.
10 Ağustos 2014 tarihinde yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimi için, iktidar partisi aday olarak kendi liderini gösterdi. Eli kanlı PKK örgütünün siyasî kanadı olan Halkların Demokratik Partisi’nin adayı da eşbaşkan Selahattin Demirtaş oldu. Öyleyse, iki büyük muhalefet partisi (CHP ve MHP) kendi liderlerini aday göstermek yerine, neden adı pek bilinmeyen, kendisi de bu millete yabancılık çeken bir ismi adayları olarak lanse ettiler?
Hatırlarsanız, cumhurbaşkanlığına adaylığını ilân ettikten sonra Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakanlıktan istifa etmesi gerektiğini iddia edip ona baskı yapmışlar ve dava açmışlardı. Bu tutmadı. Başbakan, seçim çalışmalarını görevi başında iken sürdürdü. Oysaki muhalefet, umutlarını; darbe teşebbüsleriyle, kaotik eylemlerle, ekonomik baskılarla bir türlü başbakanlıktan indiremediğini bu yöntemle alaşağı edip, cumhurbaşkanı olmasını da engelleyerek, devleti tekrar ele geçirmeye bağlamışlardı. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ve MHP lideri Devlet Bahçeli, yaptıkları plana göre kendilerini aday gösterselerdi, partilerindeki görevlerinden istifa etmeleri gerekiyordu. Hem seçilebileceklerine inanmadıklarından hem de partilerindeki görevlerine geri dönmeleri imkânsızlaşacağından, buna yanaşmadılar.
Seçtikleri adayın ismini bile doğru telâffuz edemiyorlardı. Geçmişte birlikte iş yaptıklarına, siyasî ve hususî dostlukları olduğuna dair bir belge gösteremiyorlardı. Adayları ise son derece pasif, millî ve manevî değerlerimiz üzerine gaf üstüne gaf yapan biri çıkmıştı. Baltayı taşa vurduklarını anlayınca, başarılı olması için doğru düzgün bir çaba bile göstermediler, ona maddî ve manevî destek olmadılar. Yardımcı olsalardı dahi kendi adayları, gafları, ülkeye cahillik seviyesinde yabancılığı, savunduğu fikirlerle ülke çıkarlarına ters düşmesiyle tam bir fiyaskoydu.
Türkiye, gerek siyasî, gerek ekonomik, gerekse demokratik açılardan büyük çöküşler sonra, AK Parti ve lideri sayesinde büyük bir şahlanış yaşamıştı. Eski günlere dönmek ve aynı acıları, sıkıntıları tekrar yaşamak istemiyordu. Seçimini bu doğrultuda yaptı ve oyunu Recep Tayyip Erdoğan’a verdi.
Dikkat ederseniz, bütün menfi kimliğine rağmen HDP adayına kimse çıkıp da “Sen neden aday oldun?” demedi, baskı yapmadı, hakaret etmedi. Demokratik hakkı olduğu düşünüldü. Saygı duyuldu. Buna karşın, CHP ve MHP’nin tabanları bile ortak adaydan ötürü kendi parti liderlerine tepki gösterdiler. Aday olmayışlarının altında yatan korkakça ve art niyetli duruşu gördüler. Bir kısmı, el mahkûm, “tıpış tıpış” giderek yönlendirildikleri adaya oy verdi; bir kısmıysa iktidar adayına oylarını vererek liderlerinden intikam aldı.
Seçim bitti. Artık Türkiye’nin yeni cumhurbaşkanı, Recep Tayyip Erdoğan’dır. İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığı ve başbakanlık yaptığı dönemlerde, milleti arasında görüş, inanış, ırk ve cins ayrımı yapmadan herkese eşit hizmet vermesiyle tarafsız ve kucaklayıcı duruşunu ispatlamıştır. Cumhurbaşkanlığı döneminde de bu değişmeyecektir.
İç ve dış güçlerin ne büyük bir hüsran yaşadıklarını çok iyi anlamakla beraber, bu durum hiç de umurumuzda olmamalı. Asıl umursamamız gereken, bir yandan Türkiye’nin istikrarı, gelişip büyümesi, dünya siyasî arenasındaki itibarının giderek yükselmesi, diğer yandan da Türkiye’ye umut bağlayan mazlum ülke halklarının hamiliğine devam edilmesidir.
Yeni Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı tebrik eder, vatanımız, milletimiz ve bütün İslam ülkelerine hayırlı, uğurlu olmasını dilerim.
Mücella Pakdemir
11.08.2014