2
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1030
Okunma

Çocukluk çağlarımda yaz tatilinde evimize çok yakın Camii’nin kuran kursunda 8-9 Yaşları arasında Kuran’ı kerim ile olan filli tanışmam ilk gençlik çağlarıma kadar sürmüştür.
Elif, lam, mim, diyerek devam eden Arap harflerinden oluşmuş Kuran alfabesiyle başlayan Kuran’ı kerimi öğrenme serüvenim ilerleyen yıllardaki okul tatilleri boyunca da sürmüştü 12 yaşlarımda artık kuranı hatim etmiş ve ezberciliğe dayalı okuyordum. Hatta bizlere kuranı öğreten caminin müezzini olan eğitmenimize yardımcı olmak için Kuran’ı yeni öğrenecek bizlerden daha küçük çocuklara kuran alfabesini ezberci öğretim sisteminden öğrendiğim şekliyle öğretiyordum bir nevi hocalık yapıyordum. Pardon! Fotokopi makinesi görevi görüyordum. Ta ki camiye yeni atanan asık suratlı imamdan suçum olmadığı halde yediğim sağlam bir tokada kadar. Yediğim tokatla kuran ve din eğitimi maceram son bulmuştu.
Yediğim o tokatın benim için özel bir anlamı vardı. Çünkü ülke ortalamasına göre aile bireylerimin tahsil seviyesi eğitim ve kültür düzeyi iyi sayılacak memur ailesinin en küçük çocuğuydum ve ailemden hiç şiddet görmemiştim. Yediğim o tokat, iki boyutuyla hayatımda bir ilk olma özelliği taşıyordu.
1.İnsan suratına bir darp aldığında gözünün etrafında yıldızların uçuşmasının çizgi filmlere özgü bir durum olduğunu sanıyordum. Meğer gerçekten oluyormuş
2. hayatımda yediğim o tokat ilk kez gördüğüm şiddet olmasının yanında devlet memurundan gördüğüm ilk şiddet olma özelliğine de sahipti.
O tokat sonrasında 15 yaşlarımda ortaokulda yanımda oturan sıra arkadaşıma ait porno kitabını sıramın altında bulunduğu için benim sanan sosyalciden yediğim dayak olmuştu. Bu dayağın özelliği de adeta daha sonra yiyeceğim dayakların önünü açmış olmasıydı.
Arkadaşımın gurbetçi bir akrabasının Almanya’dan getirdiği kitap kuşe kâğıda basılmış az yazılı bol resimli idi. Kitaba bakan elinden bırakmak istemiyordu. Kitabın sayfalarını çevirdikçe parlak ve renkli resimler heyecan verici haliyle âdete insanı olayların içine çekiyordu.
Bana dayak attıktan sonra kitabı alan sosyalcide muhtemelen kendisiyle yalnız kaldığı ortamlarda aynı heyecanla kitabın sayfalarını çevirmiş soluk soluğa baktığı kitabı sıkı tutup elinden düşürmemiştir.
Okulun koridorlarında sopayla gezen, derse sopayla giren bir öğretmen, gelişmiş ülkelerde görevden el çektirilip öğretmenlikten uzaklaştırılırken hatta acil! Psikolojik tedavi altına alınırken o yıllarda ülkemizde bu türden saldırgan ruhlu rahatsız insanlar öğretmenlik yapabiliyordu. -( öğretmenler nitelik olarak bu günde saldırgan ruh halinde midir? bilmiyorum.)-
Gelişim çağında biyolojik olarak hassas evrelerden geçen delikanlı adayı bir genci sınıfta arkadaşlarının önünde rencide ederek dayak atan pedagojik eğitim almamış öğretmenin yerini ilerleyen yıllarda demokratik eylemlerden dolayı psikolojik eğitim almamış polisten gördüğüm şiddet almıştı. Daha ileri evrelerde ise hiçbir eğitim almamış çok ciddi ahlaki erozyona uğramış darbeci askerlerden siyasi kitaplar yüzünden gördüğüm şiddet de eklenmişti.
Velhasıl daha sonrada, Sokakta, trafikte, adliyede, hastanede, vs bu şiddet sarmalı yaşamımın her alanında sürüp gitmişti. Ülkemizde yaşanan bu süreç üç aşağı beş yukarı bütün İslam ülkelerinde ve toplumlarında da yaşanıyordu. Nedeni ezberci, baskıcı eğitim ve yönetim şeklerine sahip olmalarıydı.
İtiraf etmeliyim ki din bir döneme kadar yaşantımda çok öncelikli bir kavram olarak yer almıyordu. O dönemde değerli hocam merhum Şahabettin Korkmaz beyle tanışana kadardı. Korkmaz hocamla komşu olarak aynı sitede yaşıyormuşuz ancak tanışmamız uzun yıllar sonra nasip oldu. Fiilen tanışmamızın öncesinde hocamı uzaktan gözlememe neden olan ilgimi çeken şey yaşam tarzı olmuştu.
Örneğin; sayfiye yeri olması itibariyle ilerlemiş yaşına rağmen şortunu giyer tişörtü ve spor ayakkabılarıyla bisikletine biner gezinti yapardı. arabasının arka koltuk panelinde duran kuranı alır. Bisikletinin ön sepetine koyar hep yanında taşırdı.
Bazen camide namazını eda eder sonrada balkonunda oturup ağaç dallarından harika küçük biblolar yaptığı ahşap oyma işleriyle uğraşırdı.
Torununu götürdüğü çocuk Parkında bir banka oturur kuranını okur sonrada plaj terliklerini giyer güneş gözlükleri gözüne takar havlusunu elinde denize inerdi. Sahildeki Zodyak şişme botuyla kıyı gezintisi yapar denize dalıp midye istiridye falan çıkartırdı. Kısacası hem dindar hem de modern ve aktif birisiydi.
Eşi Türkan Hanım da ayni şekilde dindardı ve alışılmışın dışında bir yaşam aktivitesine sahipti. Edebiyatla okuyucu olarak ilgilenen yağlı boya resim çalışmaları olan, ressam özelliğinin yanında müzisyen yönüyle de enstrüman olarak ut ve keman çalan, çok donanımlı sanatçı ruhlu modern, bakımlı, sade ve şık giyinen bir hanım efendiydi.
Şehabettin bey ve eşi Türkan Hanım efendinin hac vazifelerini yerine getirmiş hacı olma şerefine nail olmuş insanlar olduğunu öğrendiğimde bu enteresan insanlarla tanışmalıyım diye karar aldım iyi ki de böyle bir karar almışım. Çünkü değerli hocamın ilginç özellikleri buz dağının görünen kısmıydı.
Devam edecek.
Serhat BİNGÖL 19.07.2014