7
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1050
Okunma

Bu gün biraz uzun olacak yazı..
Değerli Okuyucuların hoşgörülerine sığınarak...
------------------------------------------------------------------------------------
Musa Dağında Kırk Gün adlı kitapta ne vardı ki Cumhuriyet Türkiyesin’de adeta kıyametler koparmış, resmen uluslar arası bir kriz çıkmıştı bir kitaptan?
Ermeni Meselesi ile ilgili bu yazı dizisine başladığımda sık sık karşıma çıkan şeylerden birisi de ’ Musa Dağında Kırk gün adlı kitap yasaklandı ’ İfadesiydi. Ben Ermeni Meselesi ile ilgili bilgi ve belge ararken sık sık bu kitabın yasaklandığı ile ilgili yazılar çıkıyordu karşıma.
Kitabı bir yerlerde bulup da okudum dersem yalan olur elbette. Okumadım ama okuyan bir yazarın kaleminden hem kitap hakkında, hem de bu kitaba bizim Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak verdiğimiz tepkiler hakkında bilgi sahibi oldum.
Halen hayatta olan ve yazılar yazmaya devam eden ( Taraf Gazetesindeydi, Şimdi Radikalde ..) Gazeteci-Yazar Ayşe Hür anlatmış bu kitabın öyküsünü ve daha sonraki gelişmeleri. Bu arada hemen belirteyim Ayşe Hür Türklerin 1915te yaptığı şeyin soykırım tabirine aynen uyduğu kanaatinde... Nitekim aynen şöyle diyor bu kitapla ilgili bilgileri vermeden önce : ’ Ben 1915’te yaşananların 1948 Soykırım Sözleşmesi’nde tanımlanan soykırım suçuna uyduğunu düşündüğüm halde...’ ( Bu ifade sadece Ermenilere bir soykırım uygulandığını mı ifade ediyor yoksa ’Türkler de soykırıma uğramıştır’ anlamını da taşıyor mu çok da net değil ama yine de sanki sadece Ermenilerin bir soykırıma uğradığını söylemiş gibi... - ki ben öyle algıladım -
Evet...Gelelim kitaba.
Prag doğumlu bir Yahudi olan Franz Werfel, ileride karısı olacak ünlü besteci Gustave Mahler’in Dul eşi - Alma Mahler ile birlikte 1929 yılında Suriye’ye bir geziye gidiyor. Burada, Şam’da bir halı atelyesini gezerlerken halı dokuyan ama kesinlikle Araplara benzemeyen Yunan tipli çocuklar görüyor ve Alma’ya “Yunan tipi çehreler ve büyümüş koyu renk gözbebekleri... Ne garip çocuklar bunlar!...” Diyor. Atelyenin sahibi de ’ “Bu garip yaratıklar mı? Türkler tarafından öldürülen Ermenilerin çocukları... Onları sokaklardan topladım, eğer barınacak yer ve iş vermeseydim açlıktan ölürledi. Kimse onlarla ilgilenmiyor...” diye cevap veriyor. ’ Alma Mahler “Oradan ayrıldığımızda artık hiçbir şey bize önemli ya da güzel görünmüyordu” diye anlatmış çiftin o anki duygularını daha sonraları...
Franz Werfel bundan sonra bu konuyu araştırıp kitap yazmaya karar veriyor. Onu bir soykırım üzerine kitap yazmaya zorlayan bir başka sebep ise elbette ki Almanya ve İtalya’da hızla yükselmekte olan Nazizm ve Faşizm tehlikesidir. Nitekim kitabının içinde sık sık Yahudiler için yaklaşmakta olan bir soykırıma da dikkat çekiyor.
Neyse...Dönüşlerinde Werfel, Fransa Dışişleri Bakanlığı’na başvurarak konu ile ilgili tüm belgeleri istemişti. Osmanlı belgeleri hariç, birincil ve ikincil kaynaklara dair uzun okumalardan ve Musa Dağı direnişine katılan Pater Tomas’ı dinledikten sonra 1929da yazmaya başladığı kitabını 1933 yılında tamamladı. Kitabın orijinal adı :’ Die Vierzig Tage des Musa Dagh (Musa Dağ’da Kırk Gün) idi.
Bu kitabın anlattıkları ile Türklerin anlattıları arasında benzerlikler olduğu gibi farklar da var ancak bizler ’ Ermeniler gemilere binip gittiler ’ deyip olayı orada noktalarken Warfel ’Gemilere bindiler gittiler’ den sonrasını da yazmış ki zaten kitabı önemli kılan asıl bu anlatımlar.
Uzatmadan kısaca bu kitapta anlatılanları özetleyelim:
Musa Dağ eteklerindeki Vakıf (bugün Vakıflı), Yoğunoluk, Eriklikuyu (bugün Hacı Habip), Bitias (bugün Batıayaz), Kebusiye (bugün Kapısuyu), Damlacık ve Zeytun’da (bugün Süleymanlı) oturan Ermeniler, tehcir emrini duyunca yataklarını, yorganlarını, tavuklarını, zahirelerini yüklenip Musa Dağ’a sığınmışlardı.[ Türklere göre önce direniş başlamış, tehcir kararı daha sonra gelmişti ] Ancak, Osmanlı Devleti’nin 41. Fırka’dan iki alay ve bir dağ topçu takımını bölgeye sevk etmesiyle birlikte işler tersine dönecek, erzakları tükenen Musa Dağ direnişçileri bölgeyi terk etmek zorunda kalacaklardı. Yıllar sonra ortaya çıkan belgelere göre tam 4.088 Musa Dağlıyı bölgeden Fransız gemileri uzaklaştırdı.
Mülteciler önce Kıbrıs’ın Limasol limanına getirildiler, ancak Kıbrıslı Türkler ve Rumlar, Ermenilerin bölgeye yerleştirilmesine şiddetle karşı çıkmaları üzerine Mısır’ın Port Said limanına götürüldüler. Ancak burada da gemiden çıkış izni alamadılar, çünkü ’’ Mısır’daki Britanya Siyasi Komiseri “Niçin Fransız sömürgeleri değil de İngiliz sömürgeleri? Ermenileri başka yere yerleştirsinler” demişti. Uzun pazarlıklardan sonra gemidekiler liman civarındaki bir askerî tesise “geçici” kaydıyla indirildiler, ancak kampın 360 bin franka yaklaşan masraflarını ödemek istemeyen İngilizler, Fransızlara bir an önce Ermenilerin ülkeden çıkarılmasını kesin dille tebliğ ettiler.
Mültecilerin Tunus, Fas veya Cezayir’e götürülmelerine Tunus Valisi ve Fas’ın güçlü adamı Fransız Mareşali Louis Lyautay, Müslüman halkın tepkisini ileri sürerek karşı çıktı ve Ermenilerin Korsika’ya ve Güney Fransa’ya gönderilmelerini önerdi. Cezayir Valisi ise Ege’deki Mondros Limanı’nda yükleme ve boşaltma işlerinde çalıştırılmalarını uygun buluyordu. Sonunda “Ermeniler arasında eli silah tutanların bir kampta toplanarak askerî eğitime tabi tutulmaları” teklif edildi. Musa Dağ Ermenilerinin cemaat liderleri “geride kalan Ermenilerin başını belaya sokarız” diye itiraz etse de kendilerini kabul edecek bir ülke bulma konusunda umutları iyice azalan mülteciler, bu teklife çaresiz “evet” dediler.
1916 yılın son aylarında 500 kadar genç Kıbrıs’ta, Magusa’nın (bugün Gazi Magosa) kuzeyindeki Monarga’da (bugün Boğaztepe) kurulan Ermeni Lejyonu’na katıldı. Başka katılımlarla büyüyen Lejyon, Fransızlarla birlikte Kilikya’ya (Adana havalisi) çıktı ve bazı intikam saldırılarında yer aldı. Ancak yine Fransızlar tarafından 28 Nisan 1919’da Mersin’de silahlarını teslim etmeye zorlanan lejyon, Fransa ile Türkiye arasında 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Anlaşması ile de tamamen kapatıldı.
Bundan sonrası da var ama Bu kısım Warfel’in kitabında yok tabii ki. Çünkü daha önce de söylediğim gibi bu kitap 1933 te çıktı piyasaya.Bu tarihten sonra ( 20 Ekim 1921 Ankara Antlaşması ) Musa Dağı Ermenileri o tarihte Fransız Mandası olan Sancak’a (bugün Hatay) geri döndüler. Bugünkü Vakıflı Köyü’ne yerleştiler. 1939’da Sancak’ın Türkiye sınırları içine alınması üzerine, birkaç aile dışındakiler önce Lübnan’da, Beyrut yakınlarındaki Ayncar’a (Andjar) gittiler. “Ayncar” Arapçada “testi gözü” demekti ancak, ıssız ve susuz bir ovaydı. Sol eğilimliler, 1946’da büyük umutlarla Ermenistan’a göçtü. Bunların bir kısmı Mıgırdıç Margosyan’ın deyimiyle “tespih taneleri gibi” dünyanın dört bir yanına dağıldı. Ermenistan’da kalanların bir bölümü 1988 Erivan Depremi’nde öldü. Geriye, Musa Dağı’nın efsaneleri kaldı.’
Ermeni Soykırım Müzesinde Musa Dağına sığınan Ermenilere ait resimlere baktığımızda bunların hepsinin yoksul, perişan ve tek bir silahları bile olmayan zavallı insanlar olduğunu görürüz. İlginç değil midir peki hiç bir silahı olmayan zavallıcıkların(!) tam 53 gün profesyonel bir orduya ( Topları ile oraya gelmiş olan bir dağ taburuna ) karşı direnebilmesi? Bizim Albay Galip Bey’in Musa Dağında tek bir Ermeni cesedi bulamaması ( 200 Türk askeri şehit verildiği halde ) Ne kadar ilginç ise Hiç bir silahı olmayan, yicek içecekleri de olmayan zavallı (!) Ermenilerin 53 gün, gözü dönmüş (!) Türk ordusuna karşı direniş gösterebilmesi de bir o kadar ilginçtir.
Kitaba dönelim tekrar. ’ Musa Dağındsa Kırk Gün ’ adlı kitap yazıldı, yayınlandı, Avrupa’da büyük ilgi gördü. Hepsi bu kadar mı? Hayır. Kelimenin tam anlamıyla kızılca kıyametleri kopardı bu kitap .
Ayşe Hür Kitabın 1933 te piyasaya çıkmasından sonraki gelişleleri de şöyle anlatmış:
Franz Werfel’in bu olayı anlatan romanı 1933 yılı mart ayında Viyana’da yayımlandığında büyük yankı uyandırmıştı. Kitabı ABD’de yayımlayacak olan The Viking Press “büyük edebiyat ile kahramanca bir hikâyenin muhteşem bileşimi” derken, New York Times’ın kitap editörü “eğer Hollywood bunu mahvetmezse, muhteşem bir film” olur kehanetinde bulunuyordu. Nitekim Hollywood’un devleri romanın yayın haklarını almak için yarışa girdiler. Sonuçta Viyanalı yayımcısı, Werfel’i 20.000 dolar karşılığında kitabın film haklarını dönemin devlerinden Metro Goldwyn-Mayer’e (MGM) satmaya ikna etti.
Ancak birkaç hafta sonra, MGM’in bağlı olduğu Loew şirketinin yöneticisi J. Robert Rubin, Mayer’i konunun “hassasiyeti” hakkında uyararak “en azından Türkleri rahatsız etmeyecek şekilde temkinli biçimde ele almaya” davet etti. Uyarıyı dikkate alan Mayer’in damadı ve MGM prodüktörlerinden David O. Selznick, bir milleti toptan kusurlu ilan etmektense sadece bir Türk’ün cani olarak gösterileceği bir senaryo ile tepkileri önleyebileceğini düşündü. Bununla da yetinmeyerek Amerikan film endüstrisinin bir çeşit sansür kuruluşu olan MPPDA’in (The Motion Picture Producers and Distributors of America) Başkanı Will Hays’den Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Ahmet Münir Ertegün’ün rızasını almasını rica etti. Bu iyi niyetli adım bile Türkiye’nin MGM şirketine karşı büyük bir savaş açmasının başlangıcı oldu. Hatırlatalım, o yıllarda henüz “Ermeni diasporası” veya “diasporanın soykırım iddiaları” ortada yoktu.
25 Aralık 1934’te hükümetin resmî yayın organı sayılan Hakimiyet-i Milliye gazetesinde Falih Rıfkı (Atay) imzalı bir yazıda, Alman makamları kitaba karşı uyarılırken, 27-28 aralıkta aynı gazetede Burhan Asaf (Belge) Werfel’i “pek çok Ermeni kahvesi içtiği kitabın hem gelişinden hem gidişinden belli” diye iğneledikten sonra “Hıristiyan ahlakiyatının çoktan aşınarak düzleşmiş zemini üzerinde Ermeni atını, Faustkâri bir kükreyiş ile şaha kaldırmak istemektedir” diye suçluyordu.
Tepkiler kısa sürede sonuç verdi ve Almanya’daki Nazi hükümetinin Propaganda Bakanı Goebbels “Türkiye’ye duydukları dostluğun nişanesi olarak” kitabın yasaklandığını ilan etti. Ancak geç kalınmıştı, çünkü kitap Alman Yahudilerinin başucu kitabı olmuştu bile.
Aralık 1934’te ABD’de piyasaya çıkan kitap iki hafta içinde 35 bin kopya satarak o yılın rekorunu kırınca Türkiye’nin tavrı sertleşti. Tehcirin sembolik başlangıcının 20. yıldönümü olan 24 Nisan 1935 yaklaşırken, MGM’in projeden hâlâ vazgeçmediğini gören Türkiye, eğer film çekilirse, MGM’in filmlerinin Türkiye’ye girmesini yasaklayabileceği tehdidinde bulundu. MGM’in Türkiye temsilcisi Fahir İpekçi de filmin çekilmesi halinde şirkete büyük zararlar geleceğini söyleyince MGM senaryoda bazı değişiklikler yapma sözü verdi ancak bu da Türk tarafını tatmin etmedi.
5 Eylül 1935 günlü Akşam Postası’nda “Yahudi müesseseler dikkat ediniz! Bir filmin kazancı yüzünden ırkınıza karşı şimdiye kadar düşmanlık etmeyen Türkleri kızdırmayın!” yazıyordu. “Milli dava”ya destek çıkan Ulus, Hürriyet ve Cumhuriyet gazeteleri birinci sayfadan protesto kampanyalarına başlamışlardı bile. Savunma tanıdıktı: “Ermeni meselesi halledilmiş ve unutulmuştur! Yoksa halen Meclis’te Ermeni üyenin olması nasıl açıklanabilir? MGM, durup dururken kapanmış bir konuyu gündeme getirirken neyi amaçlamaktadır?”
Kastedilen kişi, 1935 seçimlerinde Meclis’e Afyon Milletvekili olarak girmiş olan Ermeni Berç Keresteciyan-Türker’di. (Türker soyadını Atatürk vermişti.) Makalelerde hem Werfel’in Yahudi olduğu, hem de MGM’in “bir Yahudi Şirketi” olduğu vurgulanıyor, olayın “Ermeni-Yahudi Komplosu” olduğu ima ediliyordu. Örneğin Ulus’tan Burhan Belge “bu bir Ermeni masalıdır. Fakat bir Yahudi tarafından yazılmıştır” diyordu.)
Aynı günlerde, İstanbul’da adeta rehine olarak tutulan Ermeni Cemaati Cismani Meclis’i toplanıp olayı kınadığını açıklamaya zorlandı. Cumhuriyet’ten Abidin Daver “Türk düşmanı Yahudilere ilk hücumu siz Musevi vatandaşlarımız yapmalısınız. Bu sizin içinde yaşadığınız memlekete ve millete karşı borcunuz ve vazifenizdir” diyor, Yunus Nadi Werfel’i “Yahuda rolü oynayan Yahudi yazıcı”, “Yahudi serseri” diye aşağılıyordu. Mesajı alan Ermeni Cismani Meclisi, 15 Aralık 1935’te filmi protesto eden bir açıklama yayımladı. Ardından bir grup Ermeni, Pangaltı Ermeni Kilisesi bahçesinde Werfel’in kitaplarını yaktılar/ yakmak zorunda kaldılar. Tören “Kahrolsun Türklüğe dil uzatanlar!” haykırışlarıyla bitti.
Bunlar olurken koroya Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya ve Yunanistan da katılmış ve MGM’i çekilecek filmin bu ülkelerde oynatılmayacağı konusunda uyarmıştı. (Yunanistan’ın tavrı bugünden bakınca şaşırtıcı görünebilir ama Yunanistan ve Türkiye 1934’te imzaladıkları Balkan Antandı ile ikinci baharlarını yaşıyorlardı. Bunun nişanesi olarak bir yıl önce Venizelos, Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermişti.) Son darbeyi 1936’da Türkiye’nin ricası üzerine Fransa vurdu. Fransa eğer film çekilirse, tüm MGM filmlerine yasak koyacağı tehdidini savurdu. Bunun üzerine MGM’in Başkanı J. Robert Rubin havluyu attı ve “Musa Dağ’ın filmcilik açısından muhteşem olanaklar sağlamasına rağmen” bir başka stüdyo tarafından çekilmesine razı olacağını açıkladı. Ardından MGM’in diğer yöneticilerinin açıklamaları geldi. Böylece hem sinema dünyasının devlerinden MGM, hem de ABD’nin ünlü özgürlükler ilkesi, T.C. Devleti tarafından yenilgiye uğratılmış oldu. ’
’Musa Dağında Kırk Gün’ün Ayşe Hür tarafından kaleme alınmış hikayesi bu.Gerek kitap, gerekse bu kitabın filme alınması yönündeki çalışmalar sırasında yaşananları bu şekilde bizlerle paylaşmış yazar.
Bu yazıda aslında çok fazla ipuçları vardır. ( Tabii ki çok dikkatle okuyanlar için )
1- Türkiye sadece böyle krizler çıktığında Ermeni Meselesi ile ilgili konuşmakta ama krizler geçtiğinde kulağının üstüne yatmaktadır. ( Bu teşhis maalesef doğrudur )
2- Bir milleti kışkırtmaya gelince ellerinden geleni arklarına koymayanlar aynı milletin insanlarının perişanlığı karşısında gözlerini kapatabilmektedirler ’ Mısır’daki Britanya Siyasi Komiseri “Niçin Fransız sömürgeleri değil de İngiliz sömürgeleri? Ermenileri başka yere yerleştirsinler” demişti
3- Ayşe Hür’ün anlatımlarına göre Türkiye ’ Musa Dağında Kırk Gün ’ Adlı kitap dolayısıyla sadece Ermenileri değil yahudileri de tehdit etmiştir. ( “Yahudi müesseseler dikkat ediniz! Bir filmin kazancı yüzünden ırkınıza karşı şimdiye kadar düşmanlık etmeyen Türkleri kızdırmayın!” ) ERmeni cemaati ise zorlanmıştır bu kitaba karşı protestolar yapmaya ( ’Aynı günlerde, İstanbul’da adeta rehine olarak tutulan Ermeni Cemaati...’ sözü ile bunu vurgulamaya çalışıyor )
4-Devletler kendi politikaları ve zamanın şartlarına göre kaypaklık, döneklik yapabiliyor: Mesela bu gün ülkesinde bir ’ Ermeni Soykırım Heykeli’ olan Fransa’nın eğer film çekilirse, tüm MGM filmlerine yasak koyacağı tehdidinde bulunması, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya ve Yunanistan’ın, Türkiye’yi desteklemesi, Türkiye’ye karşı bu gün en düşmanca tutum içinde olan Almanya’nın o günlerde ’Türkiye’ye duydukları dostluğun nişanesi olarak” kitabı yasaklaması...vs.
5- Türkiye maalesef pek çok meseleyi yasaklar yoluyla halletmeye çalışmıştır. Nitekim Musa Dağında Kırk Gün’ adlı kitap ancak 1997 yılında Türkçeye çevrilebilmiştir Ragıp Zarakolu tarafından ve yine kendisi ve eşinin yayınevi olan Belge Yayınlarından çıkmıştır. ( İlginçtir ki Ragıp Zarakolu da 28 Ekim 2011 tarihinde KCK davası kapsamında tutuklanan ve 10 Nisan 2012’de tahliye edilen biridir.)
Gelelim yukarıdaki resime:
Bu gün yazdıklarımla çok da alakalı değil gibi görünüyor ama resmin hikayesini anlatınca anlayacaksınız.
Bu resim 1909 daki Adana İsyanına ait bir fotoğraf. Fotoğrafta viraneye dönmüş bir mahalle, yakılmış bir bina ve arka planda külahı uçmuş bir minare görüyoesunuz. Yani Ermeni saldırı neticesinde bu hale gelmiş o mahalle. Peki aynı resim Avrupa basınında nasıl yer almış : ’ Türkler işte bu caminin şerefesinden ateş açarak Ermenileri katlettiler ’
Başka söze gerek var mı bilmiyorum.
Not: Ben de dahil neredeyse hepimizin ayıla bayıla ve defalarca fişlmlerini seyrettimiz Sylvester Stallone ( Böyle yazınca tanıyamayabilirsiniz Rambo ya da Raki Balboa yahuuuu ) Bu kitabı 2006 Yılında filme almak istemiş ama bakın ne olmuş:
Stallone, 2006’da Avusturyalı yazar Franz Werfel’in 1933′te yazdığı ‘Musa Dağı’nda 40 Gün’ adlı romanını beyazperdeye aktarmak istediğini açıkladı.
ABD’de yayımlanan Denver Post gazetesine konuşan Stallone, “Amacım Ermenilerin toplu halde Türkler tarafından öldürülmesini ve bazılarının da Fransız gemilerince kurtarılmasını anlatan ‘Musa Dağı’nda 40 Gün’ adlı romanı sinemaya uyarlamak” demişti.
Sylvester Stallone, o günlerde verdiği demeçte projesinin önündeki siyasi zorluklara değinerek, “Türkler bu konuyu 85 yıldır engelliyor” diye konuşmuştu.
Peşin peşin ’ “Amacım, Ermenilerin toplu halde Türkler tarafından öldürülmesini ...’ Diyor. İşte Avrupa, Amerika ve daha pek çok yerde Ermeni meselesine bakış budur maalesef. Adam kafadan inanmış Türklerin Ermenileri toplu olarak katlettiğine...
Devam edecek.