19
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1481
Okunma

Hürriyetine kavuşan İsmail Bey, bir süre amaçsızca, ne yapacağını, nereye gideceğini, kimlere sığınacağını bilmeden, büyük bir karmaşa içindeki Almanya’nın güney batı bölgesinde gezindi durdu. Amerikan ordusunun, kendilerinin boşalttığı kamplara Alman askerlerini toplamalarına, hatta, bazılarının anında infaz edilmelerine şahit oldu. ABD yönetiminin, sadece askerleri değil, tüm Alman halkını açlık ile terbiye etme kararı alması nedeni ile, İsmail Bey için de Almanya topraklarında barınmak, karnını doyurmak oldukça zor hale geldi.
Kendi memleketine, ailesinin yanına dönmesi de asla mümkün değildi. Onun kaderine, ölünceye kadar ailesinden, çocuklarından ayrı yaşamak, belki de yabancı memleketlerde, başka bir kimlikle hayata gözlerini yummak yazılı idi.Bu garip, sevimsiz ve insanın içini burkan durumu açıklayabilmek için, tekrara savaş yıllarına dönmemiz, Türkler açısından bu vahim olaya bir kez daha göz gezdirmemiz gerekiyor.
Almanya, SSCB’ne savaş açtığında Stalin, yönetimi altındaki Türk milletlerinden iki milyon civarında asker toplamış; aslında askerlikle hiç bir ilgisi olmayan bu insanları, iki hafta gibi kısa bir zaman zarfında eğitime tabi tutmuş, sonra da Kızıl Ordunun önünde, adeta kalkan vazifesi görsünler diye cepheye sürmüştür. Savaş başladığında, Kızıl Ordunun pek hazırlıklı olmadığını daha önce belirtmiştik. Bu nedenle, ilk Alman saldırılarında bozguna uğramış, geri çekilmek mecburiyetinde kalmıştır. İşte bu geri çekilme gerçekleşirken, ön saflarda yer alan Türklere, bulundukları mevzileri asla terk etmemeleri emredilmiş, emre itaat etmeyenlerin kurşunlanacağı bildirilmiştir.Türkler, böylece İki ateş arasında kalmış; yıllardır zulüm altında yaşadıkları Sovyet yönetimi için öleceğine, Alman ordusuna teslim olmayı yeğlemişlerdir. Almanlar, savaşın bu ilk hamlelerinde, bir milyon civarında Türkü esir almışlardır.
Bu esirlerin bir kısmı, götürüldükleri esir kamplarında Yahudi sanılarak öldürülmüş, bir kısmından ise daha sonra Sovyet ordularına karşı savaşmak üzere Lejyoner birlikleri oluşturulmuştur. Türkler, Sovyet istilası altındaki memleketlerini bu sayede boyunduruktan kurtarabileceklerini, bağımsızlıklarını kazanabileceklerini zannetmiş, Alman saflarında, vatanları uğruna gözlerini kırpmadan ölüme gitmişlerdir. Ama, işin aslı asla onların zannettikleri gibi değildi ve Hitler’in onlara bağımsızlık tanıma gibi bir niyeti yoktu.
Yukarıda saydığımız nedenlerle Stalin, Almanlara esir düşen tüm Sovyet askerlerini vatan haini ilan etti. Ele geçirdiklerini de, sorgusuz sualsiz kurşuna dizdirdi. En büyük düşmanı da Türklerdi. Bu nedenle, Almanlara yardım ettikleri bahanesini öne sürerek,12 Ekim 1943’de Sovyetler Birliği Yüksek Sovyet Prezidyumu’nun aldığı bir kararla, ilk önce 2 Kasım 1943 tarihinde Karaçay Türkleri topyekün sürgüne gönderildi. Aynı karar 1944 yılı Şubat ve Mart aylarında Çeçen-İnguşlara ve Malkarlılara uygulandı. 18 Mayıs 1944 tarihinden itibaren de, Kırım Tatarlarının sürgün edilmesi başladı. Stalin, tüm Azerbaycan halkını da sürgün etme niyetindeydi ancak, Azerbaycan Komünist Partisi Genel Sekreteri Mircafer Bağırov’un iknası sonunda bu fikrinden vazgeçmiştir.
Yalta Antlaşması, savaşa dahil olan Türkler için tam bir felaket doğurmuştur. Stalin, Almanlara esir düşen tüm Sovyet askerlerini geri istemektedir. Müttefik devletlerin elindeki Rus kökenli esirler, Sovyetlere geri iade edilmek istemediler. Stalin’e teslim olmaktansa, intihar etmeyi tercih edenler çokça olmuştur. Ruslar ise, geri aldıkları tüm askerleri anında infaz ettiler.İnsanlık suçu sayılan bu olay, nedense tarihte çok dillendirilmedi. Amerikalılar ve İngilizler çok sayıda esirin bu şekilde katledilmesine seyirci kaldılar.Hatta, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin bile bu konuda sabıkası bulunmaktadır. Yurt dışında yaşayan Türkler, Yozgat Kampından toparlanıp, Iğdır’ın Boralan köprüsünde Ruslara teslim edilen 1100 Türkün, hemen oracıkta, Türk yetkililerin gözleri önünde kurşuna dizilmesini asla unutmamışlardır.
Durumun vahametini fark eden ABD Avrupa birlikleri kumandanı Eisenhower, esirlerin kendi istekleri dışında iade edilmemesi emrini vermiştir ama, o ana karar binlerce Türk, Kızıl Ordu tarafından kurşuna dizilmiştir. Bu sebepten dolayı Almanya’daki Türklerin bazıları, ülkenin kuytu bölgelerine sığınmış, Sovyetlere iade edilmemek için kimliklerini gizleyerek yaşama gayreti içine girmişlerdir.
İsmail Bey, Almanya’da bulunmanın tehlike arz ettiğini, her an yakalanıp geri iade edilebileceğini fark etmiş, bulunduğu bölgeye en yakın ve savaşta tarafsız kalmış ülke olan İsviçre’ye kaçmaya karar vermiştir. Zaman kaybetmez, yorucu, zahmetli ve maceralı bir yolculuktan sonra önce İsviçre’nin St.Gallen, daha sonra da sırası ile Zürih ve Bern şehirlerine gitti.
İsmail Bey, sudan çıkmış balık gibi önceleri ne yapacağını, nasıl yaşayacağını bilemedi. Parasız pulsuz, aç sefil vaziyette, Bern şehrinin varoşlarında oradan oraya gezindi durdu. Bulabildiği kadar yedi, uyuyabildiği kadar uyudu. Soğuktan gücünün yettiği kadarıyla korunabildi. Açlık, sefalet, yokluk ve ölüm korkusu, esir kampının kıramadığı yaşama direncini kırmak üzereydi ki; kaderi, karşılaştığı bir İsviçre’li sarrafla ansızın değişiverdi.
Arkadaki büyük dış kapı, işkence çekercesine, iç gıcıklayan bir ses ile açıldı ve hemen ardından da Babuşka’nın aheste ayak sesleri duyuldu. Kontrol saati gelmişti. Her gece, hasta dahi olsa, yatmadan önce bizi ziyaret eder, pek anlamadığımız Rusça’sı ile uzun uzun bir şeyler anlatırdı. Hiç bir kelimesini anlamadığımız halde büyük bir dikkatle dinler, arada anlıyormuş gibi başımızla tasdik edeci hareketler yapardık. Anlamamıza gerek de yoktu zaten. Çünkü onun tüm düşüncelerini, sevimli yüzü ve şefkatle pırıl pırıl parlayan gözleri detaylı olarak anlatmaktaydı. O gece yine arkamı sıvazladı, yine sevgiyle gözlerime baktı. Kirpiklerimdeki hafif ıslaklık dikkatinden kaçmamıştı. Eğildi, yüzümü merakla inceledi bir süre. Kendi dilinde ;
-Ne oldu? diye sordu.
Problem olmadığını anlattım el işaretlerimle. Ap ak olmuş saçlarını gülümseyerek okşadım. Kolumu omzuna attım, her akşam yaptığım gibi, yanağına iyi geceler öpücüğümü kondurdum. Sonra da dış kapıya kadar geçirdim kendisini. Eski merdivenin trabzanına tutunarak yavaş yavaş inerken durdu ve geri döndü. İki elinin avuç içlerini birleştirerek sağ yanağına yasladı. Hadi uyuyun artık diyordu sevgili Gürcü ninem…
Yağmur dinmiş, havayı güzel bir toprak kokusu sarmıştı. Balkonun önündeki büyük ağacın geniş yapraklarından yağmur suları hala beton zemine damlamakta, oradan da sıçrayıp çoraplarımı ıslatmaktaydı. Küçük jeneratörümüz soluk soluğa çalışmaya devam ediyor, görevini sonuna kadar yapmak için tüm gücünü sarf ediyor gibiydi. Başımı kaldırdım, gökyüzünde bir şeyler aradım. Belki memleketimden de gördüğüm, tanıdık bir yıldız gözüme çarpar diye düşündüm herhalde. Ama hala kara bulutlar Poti semalarını tek etmemişti. Yağışın devam edeceği belliydi...
-Çölde mi yatacaqsan?
-Geliyorum!...
Kapının gıcırtısı ile savurduğum küfür birbirine karıştı. Bu kapıyla bir türlü başa çıkamamıştım. Bana inat her gece bildiğini okuyor, yağlama, yıkama, destekleme kar etmiyordu. İnadı tutmuştu bir kere ve o da benim gibi Karadenizliydi…
Şamil Bey, bir taraftan çayları doldurmakta, bir yandan da kendi kendine söylenmekteydi.
-Ne kadersiz adammış şu yazıq atam!... diye mırıldandı kendi kendine.
O sabah yine her zamanki gibi yarı aç, yarı tok, işsiz güçsüz Bern sokaklarında geziniyor, üç beş kuruş ekmek parası kazanabileceği,ya da karnını doyurabileceği bir iş arıyordu İsmail Bey. Kaç gündür doğru dürüst bir lokma geçmemiştir boğazından, açtı, perişan vaziyetteydi.
Dalgın dalgın yürürken, hızla açılan bir kapıdan fırlayan bir adam, oldukça şiddetli bir şekilde kendisine çarptı, her ikisi birden yere yuvarlandılar. İsmail Bey’in kafası elektrik direğine değdi, oldukça ciddi bir şekilde yaralandı. Kendisine çarpan adam da hemen yanına yuvarlanmış, elindeki çanta ileriye doğru fırlamıştı. Adam, kendini çabuk toparladı, çarptığı adamla hiç ilgilenmedi,telaşla çantayı aramaya başlamıştı ki; binanın kapısından eli silahlı başka bir adam fırladı bu sefer. Silahı gören adam, çantayı aramaktan vazgeçti, seri bir hareketle sokağı köşesin dönerek, hızla olay yerinden uzaklaştı.
Eli silahlı adam, önce çantayı yerden aldı, sonra kanlar içinde yatmakta olan İsmail Bey’in yanına geldi. Elinden tutarak ayağa kaldırdı, kanamakta olan başını yokladı,koluna girerek binanın içine götürdü. İsmail Bey’in değil yürüyecek, ayakta duracak mecali yoktu. Gözleri kararıyor,başı dönüyor, bin bir güçlükle adım atabiliyordu. Onu bir koltuğa oturttular, başındaki yarayı pansuman ettiler, karnını doyurdular.
Monsieur(Mösyö) Leon, Fransız asıllı bir İsviçreliydi. Kendisi, Bern şehrinin önemli sarraflarından biriydi. 2.Dünya savaşı boyunca bile, Kornhaus Platz meydanındaki iş yeri aktif olarak çalışmış, elindeki avucundakileri yok pahasına bozduran göçmenler sayesinde işlerini inanılmaz boyutlarda büyütmüştü. O gün, iş yerine dalan bir soyguncu, bıçağını çalışanların birinin boğazını dayamış, vitrindeki mücevherlerin bir kısmını doldurduğu çanta ile dışarı fırlamış, telaş içinde kaçmaya çalışırken de İsmail Bey ile çarpışmıştı. Arkasından eli silahlı fırlayan Monsieur Leon, adamı kaçırmış ama, İsmail Bey sayesinde mücevherlerini kurtarmıştı.
İsmail Bey’in hazin hikayesini dinleyen Monsieur Leon, o günden sonra onu hiç yanından ayırmadı. İş yerinin bir köşesinde kalabilmesi için bir yer tahsis etti. Nüfusunu kullanıp, ülkeye iltica etmesini sağladı. Onun, yeni bir isimle, yeni bir hayat kurmasına yardımcı oldu. İsmail Bey de,çok gayret sarf etti, kendini sefaletten kurtaran işverenine layık olabilmek, minnet borcunu ödeyebilmek için gecesini gündüzüne kattı. İşvereni de onun bu gayretine kayıtsız kalmadı. Mesleğinin tüm inceliklerini, en detayına kadar anlattı,öğretti ona. İsmail Bey, İsmail Mehmetli olarak, orada, yeni vatanında, memleketinden uzak, sevdiklerinden uzak, çok uzun yıllar yaşadı. Her geçen gün memleket hasreti büyüdü içinde, sevdiklerinin hasreti, dilinin hasreti, dininin hasreti…
Gün geldi, Stalin ölüp gitti ama, İsmail Bey’in içindeki öldürülme korkusu asla ölmedi. Seneleri KGB den saklanmakla, KGB den korkmakla geçti. Çalıştığı küçük bölüm hem atölyesi,hem de eviydi. Pek dışarı çıkmaz, kimselerle konuşmaz, asla kimseyle göz göze gelmezdi. Arada bir Bern’i sarıp sarmalayan Aare nehrinin kenarında oturur; Alplerin doruklarından kopup gelen, durgun, duru ve soğuk akan suya bakışlarını sabitler, zamanın hafızasına acı ile kazıdığı hatıraların derinliklerinde kaybolur giderdi.
Bir gün patronu yanına çağırdı onu. Elini omzuna koydu ve dedi ki;
-Bak İsmail!...Bize çok emeğin geçti. Yıllardır ne para sordun, ne yemek sordun, ne üst baş sordun. Gece gündüz çalıştın. Çok konuşmadın, çok dinledin. Hiç gülmedi yüzün; ağladığını da görmedik ama, ben bilirim ki senin yüreğin yanmakta. Burada, bu yabancı memleketlerde her gün biraz daha erimektesin. Savaş biteli yıllar oldu, senin içindeki kendinle savaşın bir türlü bitmedi. Artık buralarda durman sana azap, bize üzüntü olacaktır.
-Gidecek bir yerim yok! Dedi başını öne eğerek. İçi burkuldu, gözleri doldu. Ben bir vatansızım diye düşündü. Ölünce gömüleceğim küçük bir toprak parçasına bile sahip değilim!...
-Hayır,var!... Dedi patronu.
-Artık vatan diye toprağını öpebileceğin,sabahları çok sevdiğin ezan sesini dinleyerek uyanabileceğin, ibadet için gidebileceğin mabetleri olan; dilini konuşan, gözlerinde ve sözlerinde kendini bulabileceğin; bayramları bayramın, cenazeleri cenazen, sevinçleri sevincin olacak insanların yaşadığı bir yer var. Şayet gitmek istersen, inan hepsi seni bağırlarına basmaya hazır beklemekteler...
İsmail Bey, kulaklarına inanamadı önce. Anlatılanlar rüyasında dahi görmesinin mümkün olamayacağı şeylerdi. Gözleri fal taşı gibi açılmış, sessizce patronunun ağzından çıkan kelimeleri yakalamaya çalışıyordu. Daha fazla ayakta duramadı, sendeledi ve olduğu yere yığılıverdi. Heyecandan bayılmıştı…(Devam edecek)
Bir tutam hayat-03.02.2014-Azerbaycan