YAMALI İNSANLAR VE AŞKLARI
İnsanlar yaşadıkları toplumlarda çeşitli sosyal yamalar edinirler ve bunlarla birlikte yaşamak zorundadırlar. Bu yamalar bazen somut, bazen soyut özellikler taşırlar ve bunların tedavisi en zor olanı aşktır. Bence metropol aşklarının en mukaddesi sıla sevdasıdır. Bazen ulaşılmaz olur yüreğini yakar, bazen ulaşırsın gözünden yaş akar.Aşk denince Mimar Sinan’ın kalbini ve zekasını kullandığı, aşk narıyla yanarak abideleşmiş bir eserinin hikayesini anlatmadan geçemeyeceğim...
Kanuni Sultan Süleyman Han, kızı Mihrimah Sultanı çok sevmektedir ve kızının adına bir cami yaptırmak ister.Sarayın Baş Mimarı olan Mimar Sinan’ı çağırtarak, "öyle bir eser yapmalısın ki okunan ezanları gün boyunca duyabileyim" der ve bir an önce inşa edilmesi için emir verir. Mimar Sinan zor bir görev üstlenmiştir zira Mihrimah Sultan’a kalbi hisler beslemektedir ve o ana kadar bu sancılı hal, dışarıdan anlaşılamayacak kadar derindedir.
Hal böyle olunca eser bir kat daha fazla önem arz etmektedir. Mimar Sinan, biri Üsküdar meydanında diğeri de Edirnekapı’da olmak üzere iki cami yapar. Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camii, inşası bittiğinde adeta "etekleri yerleri süpüren asil bir kadının" formlarıyla hayat bulan bir eser olmuştur. Edirnekapı’daki cami ise küçük ve tek minarelidir. Bu eserin her bir yüzeyinde ustalıkla kullanılan irili ufaklı pencerelerle şeffaf ve sadeliği öne çıkaran Baş Mimar,aynı zamanda ay ve güneş ışığından faydalanarak her an mekanın aydınlığını sağlamış, öte yandan tek minaresi ile de yalnızlığı tasvir etmiştir.
Yüzyılın mimarı olmak, hele hele kalbi kor gibi yanan, Sinan gibi bir hesap adamı olmak kolay mı!.. Nevruz zamanı, yani 21 mart, Mihrimah Sultan’ın doğum günü ve Mimar Sinan bu özel gün için eserlerinin inşasında, öyle mükemmel bir hesap yapıyor ki; Edirnekapı Camii’nin tek minaresinin arkasından, turuncuya çalan güneş tepsi gibi batarken, Üsküdar’daki caminin ardından ay doğar!
** Eski dilde Mihri-mah; Güneş ve Ay demektir...
** Eğer Sinan gibi sevemeyeceksen, bana aşktan bahsetme...
Belki Sinan olamayız ama bizimde Ardahan isminde bir sevdamız var. Ardahan ve ben kalp ile beyin gibi uzak ama birbirine muhtaç iki organız. Ardahanlı bir birey için İstanbul’da yaşamak, şık elbise giymek gibi bir şey. Ama elbiseyi taşıyan beden yamalı.Belki Ardahan’da yamalı elbiseler giyiyorduk ama bedenlerimiz asildi, metropol denen bu hastalıklar medeniyeti, ruhumuzu ve insanlığımızı birçok kirli yama ile zapt etti.
Çeşitli bahaneler ile başta " Taşı toprağı altın" denen şehirler olmak üzere memleketin bir çok kentine, define avcıları gibi göç ettik. Bir çok sosyal sıkıntılar yaşadık. En ağırı da adaptasyon süreciydi, kültür kodlarımız farklı olunca, doku uyuşmazlıkları yaşadık yıllarca. Ne şehirli olabildik ne de köylü. Hani "Arasat’ta kalmak" tabiri var ya işte tam da bizim sosyal gerçekliğimizdi. Belki modern yaşamın kapitalist düzeni, örümcek ağları gibi kurduğu tuzaklara bizi çekmeyi başarmıştı ama bizim asıl sıkıntımız lüks yaşam, iktisat veya ekonomik bağımlılıklar değildi. Sağlık koşullarımız da bazı anormallikler vardı. Modern hastane, eczane, ilaç gibi kentsel sağlık unsurları, her geçen gün gelişiyor ama biz daha fazla hastalanıyorduk. Adını kimsenin bilmediği bir virüs bizi tedavi ederken hasta ediyormuş gibiydi. Hani zehrin ilacının panzehir (dozu düşürülmüş zehir) olduğunu düşünürsek kim bilir ne zehirli yamalar dikmiştiler bedenimize. Bu yapay dünyalar arasında sıkışıp kalan bedenlerimizde hastalık onarılması çok zor psikolojik tahribatlar yaratmaktadır.Dolayısıyla burada panzehir olarak bu yapaylığa karşı tamamen organik bir yaşam mantalitesi oturtmak gerekmektedir. Organik yaşam denince kentler de, akıla ilk gelen kelimeler ise "memleket" ve "köy" gibi aidiyet programlı kelimelerdi.
Modern zamanlarda dünyanın en büyük metropollerinden birinde, memleket barkodu taşıyan bir mimar olarak benim naçizane tespitim, bu organik hayat mantalitesinin önündeki en büyük engelin nesillerimiz arasındaki kültürel köprüleri kuramıyor oluşumuzdan kaynaklı kayıp nesiller inşa etmemizdir. Buradaki temel sorun yıllardır süregelen bir biçimde bu manevi köprüleri maddi tabanda kurmaya çalışmamızdandır. Önder kimliklerin dernekçilik anlayışında koltuk sevdalarının ön planda olması, yapılan aktivitelerin kültürel tabanından çok "biz bunu yaptık" mantığında oluşu uzun vadede bu manevi köprülerin oluşumu önünde büyük bir engel olarak durmaktadır. Bırakın üçüncü neslin birinci nesli tanımasını, üçüncü neslin ikinci nesil ile dahi bir iletişim ortamı yıllardır oluşturulamamıştır. Dolayısıyla genç nesillerimize, bizim aidiyet duygularımızı taşımadıkları için burun kıvırma hakkını kendimizde görmememiz gerekir.İşte tam bu noktada bu manevi köprülerin inşasında izleyeceğimiz yol adına, Mimar Sinan’ın aşk algısı bize önemli dersler vermektedir. Ya en içten ve samimi bir aşkla bağlı olduğumuz memleketimiz adına bütün metropol yamalarını bir kenara bırakarak en kalbi duygularımızla bu köprüleri taş üstüne taş koyarcasına inşa edeceğiz, ya da parça parça yok oluşumuzu izlerken sorumluluğu gençlerin omuzları üzerine yıkmayacağız.
** Onlara da söz vereceğiz !!
** Onları da dinleyeceğiz !!
**Onlara da bizlerden biri olduğunu hissettireceğiz !!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.