- 720 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Bayrak Yarışı
Kıskanmak mı bu? Öyle de olsa ne çıkar ki?! Sende olmayan bir şeye sahiptir biri. Sen de bu duruma çok kızar, çünkü bunu haksızlık olarak değerlendirirsin. Az önceye dek parktakiler tarafından koşulsuz bir şekilde kabullenilen varlığın, kaçamak bakışların istilasında bir filmin başrol kahramanı gibi an be an daha fazla yayılıp büyürken, aniden birinin gelip ışıltısıyla seni gölgede bırakmaya ne hakkı vardır ki?
O kızın gençliğini kıskanıyordum. Yabancılığını bu dünyaya… Geçmediği yolların yüzünde bıraktığı bomboş, gölgesiz, lekesiz o karlı yolu… Öyle çekiyordu ki o yol insanı kendine, benim yüzümse çiğnenmiş o kadar çok yolla doluydu ki, kızın oturduğu banka bakışlarımla şimşekler yağdırmam kadar doğal bir şey olamazdı herhalde. Çünkü kimse bir yere gittiğinde, varlığını gölgede bırakacak kadar ışığa boğulmasını istemez bir başkasının. Orada olmasını anlamsız hale getiren bir durumdur çünkü bu. Bir şeyler yapmak, bir yerden bir yere gitmek var olmanın değişik tezahürleridir sadece. Bulunduğumuz yer her neresiyse, en azından kendi gözümüzde bizi en merkeze koyan şeyler…
“Keyfin kaçtı senin!” dedi kuzenim. “Gidelim istersen.”
Neye yarardı ki kaçmak? Kilometrelerce de uzağa gitsem bu kızın tazecik yüzünün bıraktığı iz zihnimden silinebilecek miydi? Ya da yüzümden geçen onca yol…
“Bir şeye mi kızdın?!” dedi kuzenim. Beni kızdırabilecek o kadar çok şey vardı ki! Mesela güneşin oturduğumuz banka geliş açısının tenlerimizdeki ılıklığın miktarına etkisinden kaynaklanıyor olabilirdi pekâlâ yüzümdeki bu ekşimsi ifade. Ilıklık, aradığım kıvamdan şaşmış olabilir, hatta bunaltıcı sınırına bile varabilirdi. Hava en eleştirel bir açıdan da bakılsa tam parkta keyif yapma havasıydı gerçi… Ama sonuçta bu benim öfkelenmemi engelleyecek bir neden olamazdı ki! Önemli olan benim algılama şeklimdi.
İşte kuzenim bunu çok iyi bildiğinden, karşı banktaki kıza varana dek beni bu hale getirebilecek onlarca neden saymış olmalı ki içinden, o kızdan tek kelime bile söz etmedi.
“Parka gelmeyi neden istemediğini şimdi anlıyorum.” dedi. “Seninle sohbet için en uygun yer ev galiba…”
“Evet, evde ummadığın bir anda seni alt üst edecek bir şeyle karşılaşmazsın en azından. Sandalye hep mutfağın o yanındadır. Değilse bile, desenleri değişmemiştir. Yani değişim kabullenebileceğin ölçüyü aşmaz, denizler kabarıp taşmaz içinde.”
“Ne oldu Duygu?!” dedi kuzenim, çok da ciddiye almadığı, hatta çocukça bulduğu bir durumun ciddiyetini yeni anlamış birinin samimi şaşkınlığıyla. Son sözlerimle, mesele benim huysuzluğumla ilgili olmaktan çıkmış, gerçek bir mesele niteliğini almıştı.
“Sakın gülme ama yarı yaşımdaki şu kızı kıskanıyorum galiba.” dedim, karşı bankı başımla işaret ederek.
Sevinç uyarımı ciddiye almadığını gösterecek şiddette bir kahkaha patlattı. “Ama çocuk daha O…” dedi. “Evlenseydin o yaşta kızın olabilirdi. İnanamıyorum sana.”
“Yaşı kaç olursa olsun sonuçta hemcinsim değil mi? Erkekler güzel kadınların yaşına mı bakıyor sanıyorsun? Senin çocuk dediğin şu kızın yaşının gençliği, bir erkeğin gözünde onu kadın olmaktan çıkarmıyor ki! Kendi ona çocuk dese kalbi kadın diye atmaya devam ediyor, gümbürtülere boğuyor ortalığı…”
Kuzenim ağzı iki karış açık, bakakalmıştı yüzüme. Şimdiye dek bana dair bildiği ne varsa güçlü bir rüzgârda savrulup gitmişti sanki. Geride hiç tanımadığı, asla onaylamayacağı türden şeyler söyleyen bir kadını da bırakarak üstelik… Sanırım hep merkezde olmak gerekliliği hakkında esaslı bir yaklaşım farkı vardı aramızda. Zaten düşünüyordum da eğer o da benim gibi baksaydı duruma, en çok ben görüneyim deseydi, nasıl onca saati yaşlı bir kadına eşlik ederek geçirebilirdi ki! Haftada bir mutlaka koştura koştura evinden epey uzaktaki o ölüm kokan eve gitmesindeki hikmet bu bakış açısında saklı olmalıydı.
Uzak akrabalardan biriydi söz konusu yaşlı kadın. Şeker hastasıydı, ayrıca ortopedik sorunları da vardı. Ama onlardan çok daha büyük bir sorunu vardı ki kuzenim işte tam da bu noktada devreye giriyordu: Kendi sesine duyduğu hasret… Kimse sohbet etmiyordu onunla. Evdeki bakıcı kadın dışında muhatap olduğu hemen hemen kimse yoktu. Bakıcı kadının o kadar işi oluyordu ki, ara ara nefesi tükenip kısa süreli molalar verdiğinde en son aklına gelen şey olmalıydı herhalde Hamiyet Teyze’yle sohbet… Ruh arkadaşlığı yorgun insanlara göre değildi.
İşte Sevinç o arkadaş olmaya gidiyordu ona her hafta. Saatlerce yanında oturarak; onun genç kızlığından, rahmetli eşiyle tanıştığı o yaz akşamından, evliliğinden, kayınvalidesinin kaprislerinden söz edip kendi sesiyle özlem gidermesine fırsat veriyor ve ondan da önemlisi kimsenin yapmadığı bir şey yapıp can kulağıyla dinliyordu onu. Bunun için, hazırlanıp yola çıktığında ne kadar göz tarafından izlendiği, hemcinsleri arasında ne oranda göze çarptığı türünden sorular hiç mi hiç meşgul etmiyordu zihnini. Yolda yürürken ya da otobüste, Hamiyet Teyze’nin evinin merdivenlerinden çıkarken ve karşı pastaneden aldığı börekleri görünce ne kadar sevineceğini düşünüp gülümserken, aklında belirgin tek bir şey vardı: Az sonra yaşlı bir kadının yüzüne getireceği hayat…
Karşı banktaki kızın saçtığı ışıltı bu yüzden gözlerini almıyordu onun. Onun rekabet ettikleri çok farklı şeylerdi çünkü. Üstelik öyle bir rekabetti ki bu, rakiplerinin senden üstünlüğü üzmek bir yana mutlu ediyordu seni. Bayrak yarışı gibi bir şeydi yani iyilikte yarışmak… Biri senden daha fazla gülümsetebildiyse yaşlı bir kadını ya da kaldırımda düşen çoçuğa senden önce el uzattıysa, güzellikte yarışanlar gibi hasetle morarmıyordu hemen yüzün. Sanki o gülücüğü sen açtırmışsın gibi o yüzde, o çocuğu kaldıran senmişsin gibi, büyük bir gurur duyuyordun aksine. İyilik denen o yüce şeyin sen de bir parçası olduğun için… İyilik edecek kadar yok edebildiğin için başkalarında kendini…