6
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1644
Okunma


Sevgili dost, hayat ne garip. Geçmez denen sayılı günler geçiyor. Bitmez denen çileler bitiyor. Haziranın on yedisi itibarıyla artık emekli bir vatandaşım. Evrak eve geldiğinde garip bir hüzün kapladı içimi. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Daha dün gibi aklımda çalışma hayatına başladığım o günler. Çalıştığım firma sahibi evraklarınızı muhasebeye iletin sigortanızı başlatsınlar dediğinde, bu işi tam üç ay geciktirmiştim. Uzun süre çalışmayı hiç hayal etmemiş, içimden ne gerek var sigortaya demiştim. Hem kim çalışacak yirmi yıl. Deli miyim, daha neler... Diye içten içe söylenmiştim.
Elimde emeklilik evrağım, maziye dönüp bakınca o kızın hayallerinin ne kadar çok uzağında olduğumu fark ettim. İçim burkuldu. Saatlerce ağladım. O kız ben miydim? O hayaller benim miydi? Zamanın akışkan devinimi içinde vakit nasılda hızla akıp gitmişti. O kız ve hayalleri hep hayatın kıyısında kaldı. Her geçen gün hayallerimden bir parça çaldı. Hayallerim günbegün benden uzaklaştı. Nedense zamanın çarkında rüzgar insanı başka yöne, hayallerini başka yöne savuruyor. Üstüne üstlük tek kaybım sadece hayallerim değil...
Söylesene dost neden hayat ilk önce yalnız kuşların kanadını eline veriyor. Neden sadece yalnız kalan çocuklar uslu durmayı öğreniyor. Neden ilk önce masumlar kaybediyor. Neden en aydınlık düşler şakağının ortasından vuruluyor. Kopmayacağını sandığım düşlerim bir kıyıda, ben başka bir kıyıdayım şimdi.
Böyle anlarda zaman ağırlaşıyor. Rüzgar sağırlaşıyor. Gökyüzünün kanatlı kapıları üstüme kapanıyor. Her yeri ince bir toz bulutu kaplıyor. Eski yaraların kabuğu kalkıyor. Mazinin tozlu sayfalarını ne zaman açsam annemin çocukken söylediği türkülerin sesini duyuyorum. Annemin her sözü bir yıldız. Işıltılı bir aydınlık gecenin içinde. Annemin türkülerini ve kuş seslerini doldurup heybeme bir köşe taşı gibi çakılıp kaldığım bu şehirden uzaklaşmak, çocukken hayalini kurduğum düşlerin peşinden koşmak istiyorum. İnsan ancak çocukluğundaki kadar hızlı koşabilse düşlerine yetişebilir diye düşünüyorum.
Koşup koşup yorulmadığımız o günlerden ne kadar uzaktayız. Şimdi koşmak fiilini düşünmek bile beni nefes nefese bırakıyor. Yaşadığım şehir kadar yorgunum, yaşadığım şehir kadar kalabalık. Bu şehirde ne adım atacak, nede kaybolacak bir boşluk var. Birilerine çarpmadan koşmak mümkün değil kaldırımlarda. Caddeler, sokaklar omuz omuza yürüyen gergin, yorgun, her an kavga etmeye hazır mutsuz yüzlerle dolu. Bir an evvel evine, işine gitmeye çabalayan karıncalara benziyoruz. Koca koca köprüler yetmiyor. Alt geçitler, üst geçitler, trenler, metrobüsler, yollar, gemiler tıklım tıklım. Yürüyen merdivenler, gökdelenler, asansörler, tüm bu ihtişam, tüm bu imkanlar nedense bu şehrin boğucu, yıkıcı etkisini yok edemiyor. Bir türlü hedeflenen rahat ve huzuru bulamıyor, bulamayacak bu şehir. Ayak basacak toprak parçasına muhtaç kaldığım bu şehirde daha ne kadar balkona çiçek taşıyabilirim bilmiyorum.
Çalışma hayatını şimdilik bırakmadım. Yaz günleri öylesine yoğun ki nefes alacak vakit kalmıyor. Şikayetçi değilim. Şükür elim ayağım tutuyorken, devam ediyorum şimdilik. Aslında garip bir durum bu. Çalışmak istemiyorum. Fakat evde ne yapacağımı bilmiyorum.
Yazmazsam bir şeyleri kaybederim, unuturum korkusuyla her gün sarıldığım kelimelerle aramda sebebini çözemediğim bir mesafe oluştu. Artık yazamıyorum. Sanki içimdeki coşkun ırmak duruldu. Dingin bir koyaktan geçiyor, sakin sakin akmayı öğreniyor. Olgunluk denen şey bu mu? Yahut yaşlanmak. Zaman bizi kah alıştırarak, kah kabullendirerek hayatı dört başı mamur gösteren, getir-götür işlerine bakan usta bir memur gibi. Götürdüklerini geri getirmiyor. Getirdiklerine çabuk alıştırıyor.
Gitmek... Hep aklımın köşesinde tutunduğum aydınlık bir düş. İki göz odalı, tek katlı, bahçeli, minicik bir ev hayal ediyorum. Hayat sahnesinden elimi eteğimi çekmek, gözlerden uzak abdal bir derviş gibi inzivaya çekilmek istiyorum.
Yazmak, yazmak, yazmak...
An oluyor yazmak yetmiyor. Bir bakıyorsun kördüğümün içindesin. Çaresizlik tüm kapıları kilitlemiş. O an kendime yetmiyorum, yetinemiyorum. İnsan biriyle konuşmak içini dökmek istiyor, bir dost kapısı arıyor. Böyle anlarda sana yazıyorum.Oysaki sen hiç cevabi bir mektup yazmadın. Halimi, hatırımı sormadın. Hep susmayı tercih ettin. Bu durum karşısında içten içe kırılıp güceniyor, bin parçaya bölünüyorum. Aramızda yaşananlara seyirci koltuğundan bakınca ne seni, ne kendimi suçlamıyor, suçlayamıyorum.
Yaşadıklarımızın hepsi birer tecrübe olsa da geriye dönüp bakınca üzülüyorum. Acılanmamak için geriye dönüp bakmalı, anı yaşamalı diyor yaşamın ustaları. Fakat bu mümkün mü? Düşününce yüreğinin derinliklerinde sızı hissetmiyor musun? Artık ne çocuğuz, ne genç. Zaman aktı, aktı, aktı... Ve biz orta yaş denen o yere geldik. Bunca tecrübeye, bunca yaşanmışlığa rağmen elinde ne var? Hayatını idame ettirecek, kimseye muhtaç olmayacak kadar mal mülk. Ne güzel söylüyor o özlü söz. Malda yalan, mülkte yalan, var biraz da sen oyalan. Bir bakıyorsun ki zaman çeşmesinin suyu boşa akmış. Bir tas suyu kana kana içemedik, hala içmeyi bekliyoruz. Sevgili dost elinde ne var?
Zamanın çarkında dönerken hayata tutunmak adına öğrendiğimiz tecrübe denen, bizi olgunlaştıran kavram sadece içimizdeki çocuğun sesini kıstı. Onu yaşlandırdı. Ne işe yarar onca tecrübe. Daha iyi yaşamak adına hayata, hatalara karşı gardımızı aldık. İyi de biz kimi kimden koruduk. Ne var elinde? Şimdi mutlu musun? Yetinmek mi gerek diyorsun. Sevgili dost biz hep yetinmedik mi? Bana öyle geliyor ki en iyi yalanları kendimize söyledik, kendimizi kandırdık. Kocaman bir yalnızlıktan başka ne var elinde. İyi ama ben yalnızlığı seviyorum. kendi kendime mutluyum, kendimle barışığım mı diyorsun. Bundan ala yalan mı var? Ağlanacak halimize gülmek değil mi bu? Hangi insan sevgisiz yaşayabilir. Farkındalık her şeyi artıran bir kavram ve biz bu yalanlarla kendimiz oyalayıp durduk hayat yolunda. Mutsuzluğun ortasında bağdaş kurup el çırpan çocuklar gibiyiz.
Hayatın yol ayrımlarında sırtımızı dönüp, yanlış diye yürümeyi tercih etmediğimiz onca yol geride kaldı. Seçtiğin doğrularla baş başa, hayat yolunda yapayalnız kalmış olmak senide huzursuz etmiyor mu? Çıkılmamış bir yolculuk hakkında tecrübeye sahip olmak mümkün mü? Diğer yoldan gitmenin hayali hep aklımızı kurcalamadı mı? İnsan inandığı doğrudan kolay vazgeçmiyor. Peki ya tüm inandıklarımız, bizim doğrularımız nasıl oldu da bizi yalnız bıraktı. Ya doğru bildiklerimiz sadece sanrıysa... Zira her inanış bir kandırılış içerir diyor yaşamın ustaları.
Gecenin içinde hicaz bir şarkının sözlerinde akıp gidiyor zaman. Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına, diyen nakaratı duyumsayarak usul usul eşlik ediyor iç sesim. Bahtın bizi sürüklediği yerde, hayal edilmemiş bir mevsimdeyiz artık. Rüzgarla çıkılan her yolculuk aklımı alıp kadim zamanlara sürüklüyor. Rüzgar dediğimde çocukluk günlerinden kalma rengarenk uçurtmalar dolaşıyor gökyüzünde.
Abimin gelin duvağı gibi süslü, uzun kuyruklu mavi uçurtması eski bir anının içinden çıkıp, süzülüyor ufukta. Uçurtmaya zarar veririm, denge ipini bozarım diye dokunmama bile izin vermiyor abim. Beyhude ağlayıp duruyorum boyumu aşan kocaman uçurtmayı abimin elinden almak için. Annem maharetle gazete kağıdından katlayıp, bir şeytan uçurtması tutuşturuyor elime. Küçük bir çocukken en sevdiğim mevsimdi, uçurtma mevsimi. Hayat ne garip. Önce çocuklar bir yaş büyüdü. Sonra uçurtmaları bir boy büyüdü. En nihayetinde büyüyen uçurtmaları gökyüzünde uçuracak rüzgar bulunmaz oldu. Oysaki çocukluğun uçurtmaları gökyüzünde ufukta kaybolana değin süzülür, geceleri düşlerin içinde özgürlüğe kanat açardı. Tavan arasına atılan her uçurtma vazgeçilmiş, mahzun bir çocukluk saklar süslü kuyruğunun kıvrımlarında.
Susmak vazgeçmek midir bilmiyorum. Tek bildiğim insan kendi açtığı hesapları, kendi kapatmak zorunda. Hala çok konuşuyorum değil mi? Biliyorum soru cümleleriyle gelmeli bu mektup kapına. Susmak gerekir bazen diyor şair. Geceyi aydınlatan yıldızlar gibi susmak, bulutların arkasına saklanmak geliyor içimden. Adının geçtiği her yerde yüzümde oluşan tebessümleri, düşlerimde yeşeren umutları nereye saklayacağımı bilmiyorum. İşte bu yüzden, bıkmadan usanmadan sana yazıyorum.
27 Temmuz 2013 - Zeynep Özmen