devam ediyor.... MÜSLÜMANLAR MEDİNE’DE DEVLET KURUYORLAR (3) SOSYOLAJİK TAHLİLLER Peygamberin Medine’de kurduğu devlet, Medine’nin sosyolojik, tarihi şartlarından oluşmuştur. Oluşumunda hiçbir zorlama olmamıştır. Bundan önceki bölümlerde Evs ve Hazreç kabilelerinin hangi nedenlerle Medine’nin doğal liderleri olduğunu yeterince açıklamıştık. Oluşan devletin yapılanması incelendiğinde iki şey öne çıkıyor. Birincisi; devletin kurulmasına yönelik antlaşma yapan Medineliler, Müslüman’ıyla, Yahudi’siyle, Putperest Arap’ıyla ileride başlarına neler gelebileceğinin bilincindeydiler. Mekke’nin Araplar arasındaki gücünü bilen Medine, sanki, Mekke’nin uzun yıllar Araplar arasındaki hakimiyetini silmek istercesine, cesurca, fütursuzca hareket ediyordu. O güne kadar Mekke Arapların kalbi olarak hareket etmiş. Kâbe sayesinde Arapların yönetimlerini etkilemişti. Ancak Medine, Hz. Muhammed’i (as) başına geçirerek yeni kurduğu devletle artık Arabistan’da işlerin değiştiğinin, değişeceğinin sinyalini veriyordu. Medine’de Yahudilerle, putperest Araplar aralarında anlaşarak devlet kursalardı, bu durum Arabistan’ı etkilemiyordu. Zaten Evs ve Hazreç kabileleri anlaştıklarında veya biri diğerine egemen olduğunda Arapları etkilemeyen devlet her zaman Medine’de kuruluyordu. Ancak bu sefer, Medine Arapların inandığı dine (düzene) karşı bir dinle (düzenle) devlet kuruyordu. Medine bu cesaret gösterisinin ardından, Mekke’nin rahat durmayacağını çok iyi biliyordu. Nitekim sonraki yıllar, Medine ile Mekke arasında büyük çatışmalara neden oldu. Böyle bir durumu bilerek, görerek, Yahudilerin Hz. Muhammed’in (as) liderliğine evet demesi, hem Müslümanlar açısından çok iyiydi, hem de çok ilginçti. Medine anlaşmasıyla Medine’deki Yahudiler ilk defa devlet içinde etkili bir karara ortak olmuşlardı. Ortak olduğu kararla, Medine’deki varlıklarını siyasi olarak öne çıkarırlarken, Medine’de oluşan bu son duruma karşı çıkacak olan Arapları da karşılarına alıyorlardı. İkincisi; devlet kurulurken, Müslüman, Yahudi, putperest Arapların dâhil olduğu bir ön anlaşma yapılmıştı. Müslümanlar, biz devlet kuruyoruz, sizler bize tabi olacaksınız. Buna mecbursunuz edasıyla hareket etmemişlerdi. Evs ve Hazreç kendi aralarında barıştıklarından dolayı bunu eski geleneklere göre yapabilirlerdi. Bir dayatma olarak Yahudilere biz devleti bu şekilde kuruyoruz. Sizde tabi olacaksınız diyebilirlerdi. Ancak; iki kabile Müslüman olduktan sonra böyle yapma yerine, resulün liderliğinde Medine’deki bütün toplumları bir araya getirerek, nasıl bir devlet kuracaklarının sözleşmesini yaptılar. Böylece Müslümanlar Medine’de kurulan devlete, Yahudi’leri, putperest Arapları ortak ettiler. Resulün liderliğinde yapılanlar, temelleri sağlam atılan bir devletin sinyalleriydi. Devletin ilanından önce, Yahudi’lerin, putperest Arapların sözleşmeye dâhil edilerek devletin ilan edilmesi, kurulacak devlete düşmanlık yapacakların gözünü korkutmuştu. Zira resul, sadece Yahudileri değil, aynı zamanda nüfusu hepsinden fazla, yani on bin nüfuslu Medine’de 4.500 nüfusa sahip olan putperest Arapları da, sözleşmeye dahil ederek yanına çekmişti. Mekke ne yapacağını şaşırmış… Araplar, tarihlerinde olmayan bu tür sözleşmeleri ilk defa görerek, işiterek, yeni bir anlayışın Arabistan’da doğduğunu anlamışlardı. Eskisi gibi, aşiretlerin veya silahlı güçleri elinde tutanların gücüyle devlet oluşturulması yerine, toplumsal mutabakatla devlet oluşturulması, resulün Arabistan’daki en büyük devrimlerindendi. Henüz resulün Medine’deki devrimine benzer devlet kuruluşları yaşanmamaktadır. Genelde, taraflardan birinin hakimiyetini kabul etmek mecburiyetiyle devletler kurulmaktadır. Amerika birleşik devletlerinin kurulması, Sovyet Sosyalistler birliğinin kurulması. Avrupa’daki devletler, hep güçleri elinde tutanlarca kurulmuştur. Batmayan güneş imparatorluk unvanına sahip İngiltere de hakeza bugünkü krallığın gücüne dayalı olarak kurulmuştur. Müslümanların kurduğu, Emevi, Abbasi, Memluklu, Osmanlı devletleri de, güçlü birliklere sahip olanların diğerlerini savaşlarda yenmesi, susturmasıyla kurulmuştur. Aralarında hiç savaş olmadan, toplumdaki bütün kabilelerin, farklı dine sahip olanların bir araya gelerek devlet kurmak üzere mutabakata varmaları, kurdukları devletle, bütün Arapların, o güne egemenliğini sürdüren Pers (fars), Roma imparatorluklarını tehdit eder hale gelmeleri önemlidir. Müslüman tarihçiler, batılı tarihçiler,sosyologlar, siyasal bilimciler olayın bu yönünü kaçırmaktadırlar. Bugün demokrasiler veya cumhuriyetler toplumsal mutabakatla kurulur diyenlere inat edercesine, demokrasilerin, cumhuriyetlerin nasıl kurulduğunu görüyoruz. İşte Arap baharları… Cumhuriyet adına yapılan ihtilaller. Ülkemizde Cumhuriyetin kurulması ve sonrası kurulan istiklal mahkemeleri… Tek parti döneminin 1923’ten 1950’ye kadar kesintisiz askeri bir güçle topluma baskı uygulaması… Toplumsal mutabakatla açıklanacak durumlar değildir. Günümüzde dayatmalarını toplumsal mutabakat olarak gösteren aydınların, bilim adamlarının, siyasetçilerin, toplumsal mutabakat anlayışlarının kıt olduğu aşikardır. Her türlü dayatmaya toplumsal mutabakat diyenlerin, faşizan tutumlarının devamı yine dayatmalar sayesindedir. Dayatmalarını kaldırdıklarında, çürük bir bina gibi paldır küldür yıkılmaktadırlar. Bugün modern görülen, dayatmaların olmadığı sanılan Avrupa ülkelerinde, düzene karşı yapılacak başkaldırıların, orantısız güç kullanarak nasıl bastırıldığını zaman zaman görmekteyiz.O nedenle, resulün Medine’de kurduğu, toplumsal mutabakata sahip devlet belki de yeryüzünde ilk defa kurulan devlet olma özelliğindedir. Resul; Arabistan’daki devlet kurulmasıyla, yönetilmesiyle ilgili oluşan bütün gelenekleri altüst etmişti. Atalar dininden gelen bütün kurallar yerle bir olmuştu. Allah ayetlerinde Müslümanlara devlet kurun diye emir göndermemesine rağmen, Müslümanların tarihi seyir içinde doğal olarak gelişen devleti kurarken, toplumsal mutabakata, toplumsal adalete önem vererek adım atmaları, büyük bir imparatorluğun doğuşunu simgeliyordu. Zira, Müslümanlar açıkça, kurulan devlette, farklı dine inananların, adalet içinde yaşabileceklerinin kurallarını koymuşlardı. İlerideki zamanlarda Müslümanlar bu özle hareket ederek üç kıtaya hâkimiyet kuran imparatorluklara ulaştılar. Müslümanlar özleri kaybettikçe de yıkılıp gittiler. Zira sosyal mutabakat toplumlar arasında, yöneticiyle toplum arasında güven unsuruydu. Bu güven, gücün karşısında suskunluk değil, toplumların haklarını aldığı noktasıydı. Bugün Demir Leydi’leriyle övünen İngilizlerin toplumsal mutabakat hakkında söyleyebilecekleri hiçbir şey yoktur. Veya bazı Kemalistlerin, “bu memlekete Atatürk gibi bir adam lazım ki, işler düzelsin” demelerinin altında yatan, Atatürk’ün dönemindeki tek parti hükümetinin toplumsal baskıları dillendirilmek istenmektedir. Medine’deki sosyal mutabakatın özleri neydi? Bu özlerin anlaşılması gerekiyor. Ayrıca hidayetin elinde olduğunu belirten Allah, Müslümanların adaleti sağlama yolunda yaptıkları sosyal mutabakata aykırı hiçbir hüküm göndermemişti. Resul, Yahudileri, putperest Arapları karşısına alarak, onlarla birlikte yaşama kurallarını oluştururken, Allah’ın kurallara aykırı ayet göndermemesi, kuralların Müslümanlar tarafından uygulanabileceğinin açılımıdır. Toplumsal mutabakattaki kurallara bakalım. Her farklı inanç, Müslümanların egemenliğinde kendi inançların yaşabilecekler… Her farklı inanç grubu kendi liderleri tarafından yönetilecek. Yöneticiler devlete bağlılığını bildirerek, toplumlarının bağlılıklarının teminatını verecekler. Her dine mensup olanlar, Müslümanların egemenliğinde kendi yasalarını uygulayabilecekler. Her dine mensup olanlar, Müslümanların egemenliğinde çocuklarına kendi eğitimlerini verebilecekler. Her farklı gurup, kendi dinini, kültürünü yaşatırken, kendi dilleriyle konuşabilecekler. Gruplar arasındaki anlaşmazlıklar devletin yöneticisine getirilecek. Her toplumun bireyleri, kendi yasaları uygulanırken haksızlık yapıldığına inanırsa, konuyu devletin yönetimine getirerek adalet arayacak. Devletin adliyesinde, her toplumun hukukuna bakan mahkemeler olacak… Bütün bu hakları alan toplumlar, Müslümanların aleyhine davranamayacaklar… Müslümanlara kendi inançlarının propagandasını yapamayacaklar… İsterlerse Müslümanlarla savaşa çıkmayacaklar. Savaşa çıkmadıkları için cizye verecekler. Ancak savaşırlarla cizye vermeyecek, savaş masraflarını üstlenecekler. Müslümanların oluşturduğu devletin, farklı din, farklı etnik köken, farklı inançtaki insanlara tanıdığı bu haklar, devlet organizasyonunun doğal gelişimiydi. Baskı yok… Zorlama yok… Kısaca Müslümanların kuracağı devlette, her türlü etnik, dini, ideolojik gruplar, kendileri için hangi haklarla yaşamak istiyorlarsa, devlete haklarını bildirecekler ve devletle aralarında hak sözleşmesi yapılacak. Devlette karşılığında onların sorumluluklarını bildirecek. Sorumluluklarının başında da, başka toplumların haklarına saldırıda bulunmayacaklar. Kendileri için hangi hakları istemişlerse, dışındakilere de aynı haklar verilecek. Böylece Müslümanların kurduğu, kuracağı devlet, çeşitlilik üzerinedir. Müslüman bir devlette, çok dil, çok inanç, çok yasa, çok kültür birlikte yaşamasını başaracaklardır. Madem ki insanların, dinlerin, ideolojilerin tek derdi insan, insanını mutluluğu, barışı, huzurudur. Öyleyse insanlar, insanlık, mutluluk, barış, huzur üzerine, bireyci, toplumsal çıkarlarından vazgeçmesini bileceklerdir. Toplumsal ilişkilerde ortak dil, ortak yasa, ortak kültür, ortak inanç, ortak ideoloji elbette devleti kuran iradenin yani Müslümanların üzerinde yürüdüğü İslam’dır. Müslümanların kurduğu, kuracağı devlet yönetimin biçimi, tarihte ve günümüzde görülen, Faşist bir yönetim tarzı değildir. Faşist yönetim tarzı, toplumu yöneten ırksal iradenin, dilini, kültürünü, yasalarını, yönetimini topluma egemen kılarak, diğer toplumları asimile etmektir. İçinde yaşadığımız T.C. devleti, tek dil, tek yasa, tek ideoloji, tek ırk dayatmasıyla, diğer kültürleri, ideolojileri, dinleri, yasaları, dışlayarak, tek tip bir anlayışın topluma hâkim kılınması esasına dayalıdır. Üniter devlet anlayışı, tekliği savunurken, teklik adına çoğulculuğun bütün değerleri sıfırlanmaktadır. Devlet içinde yaşayan farklı dinler, etnik kökenler, devletin işleyişinde, inançlarıyla, kültürleriyle, dilleriyle, yasalarıyla, ideolojileriyle yer bulamazlar. Ülkemizde Mustafa Kemal Atatürk adına üretilen Kemalist ideoloji, toplumun her kesimine dayatılır. Kemalist ideoloji, ideolojik, dini, kültürel, etnik, yasal belirlemeleri yaparak topluma hâkim olur. Diğerleri Kemalist ideolojinin egemenliğinde asimile edilir. O nedenle; Kemalist ideoloji, kendi anlayışında, ideolojiyi, dini, kültürü, etnik kökeni belirleyen kavramlar üretir. Kemalist ideolojinin ürettiği kavramları benimsemeyenler suçlanır. Müslümanların kurduğu, kuracağı çok dilli, çok dinli, çok ideolojili, çok yasalı devlet, günümüzün modernize olmuş devlet anlayışlarında yoktur.Bugün Amerika 48 devletin birleşmesinden oluşmaktadır. 48 devletin her birinde uygulanan, eğitim, ekonomi, yasalaşma ayrıdır. Eyalet yasalarının yanında bütün ülkede geçerli olacak federal yasalar uygulaması vardır. Almanya eyaletler sistemiyle yönetilirken, Amerika’ya benzemektedir. Yıkılan Sovyet Sosyalistler birliği de, Amerika’ya benzemekteydi. Onların her biri kendi devletlerinde veya eyaletlerinde farklılaşırken, Müslümanlar aynı toplum içinde farklılıkları yaşamaktaydılar. Müslümanlarla birlikte yaşayan toplumlar, iç içe yaşarlarken, ortak dil, ortak yasa, ortak düzen dışında, kendi inançlarını, dilini, yasalarını, ideolojisini aralarında yaşayabiliyorlardı. Örneklemek gerekirse, mesela sosyalistler, kendi aralarında özledikleri sosyalist düzeni uygulayabilirler. Sosyalist yasaları kendi aralarında uygulayabilirler. Onlara bu hak tanınacaktır. Hıristiyanlar, Yahudiler ve diğerleri kendi aralarında, kendi dinlerini, yasalarını uygulayabilecekler. Ancak, farklı din, ideoloji sahipleriyle ilişki kurduklarında, birbirlerinin haklarını koruyan ortak yasa, ortak dil olacaktır. Ortak yasa, ortak dil İslam’dır. Bu açıdan Müslümanların kurduğu, kuracağı devlet ne Amerika’ya, ne Almanya’ya benzemeyecektir. Zira onlarda, eyalet yasaları çizilmiş sınırlar içinde geçerlidir. Her ne kadar Almanya artık eyalet yasalaşmalarında çok farklılıkları yaşamasa da, eyalet yönetimleriyle diğerlerinden ayrışma önemlidir. Müslümanlar sınır çizmeden, aynı toplum içinde farklılıkları yaşatarak, Amerika’dan, Almanya’dan farklı devlet olurlar. Günümüzde Avrupa birliği adı altında hedeflenen tek, büyük Avrupa devleti, birliği oluşturan devletlerin ortak kararlarıyla varacakları mutabakat olarak görülmektedir. Avrupa birliğinin idealde, birliği oluşturan devletler arasındaki sınırların kaldırılması, böylece sınırsız olarak farklı etnik, dinsel, ideolojik yapılanmaların birlikte, iç içe yaşayacak duruma gelmesi, resulün kurduğu sosyal mutabakat yapısına uyacaktır. Ne var ki, Avrupa’daki gelişmeler, Avrupa’nın tek devlet olma yönünde değil, aksine eski birlik heyecanının kaybolması, çatırtıların gün yüzüne çıkmasıdır. Zaten ta başında çatırtıyı İngilizler koparıp duruyorlardı. Müslümanların kurduğu, kuracağı devlette, sadece farklı din, farklı ideoloji grupları değil, Müslüman toplum içinde de oluşacak farklı etnik gruplar, mezhepler, tarikatlar, cemaatler birbirlerine üstünlük taslamadan, devletin yasaları çerçevesinde ayrışmaları sağlayabileceklerdir. İslam’ın yaşamı Mao’nun kızıl çini gibi, tek tip robot insanlar üretip, tek düşünce, tek yaşam, tek elbise olmayacaktır. Mao Çin’de iktidar olduğunda eşitliği sağlamak amacıyla, tek ideoloji, tek kültür, tek yasa, tek elbise, tek yaşam biçimi söylemiyle hareket ederek, toplumu robotlar haline getirmiştir. Allah’ın ayetleri böyle bir duruma asla izin vermez. Allah “farklı kabilelerin, kavimlerin, ırkların oluşturacağı kültürel zenginliği putperestliğe dönüştürmedikçe” nimet olarak değerlendirmektedir. Yine, Müslümanlar arasındaki akıl, muhakeme, kültür, irade, yorum açılımlarını desteklemekte, Müslümanların birbiriyle istişarelerini, istişareler aracığıyla bireysel güçten, toplumsal güce ulaşmalarını öngörmektedir. Ta ki, insanlar, akıllarını diğer akılları, muhakemelerini diğer muhakemelere, kültürlerini diğer kültürlere, iradelerini diğer iradelere hakim kılmaya kalkmasın. Müslümanlar Allah’ın ayetleri doğrultusunda yaşarken, ayetlerin belirlemediği konularda farklılıkları yaşayabilirler. Müslümanlar kendi aralarındaki ilişkilerde, toplumdaki farklı inançtaki, ideolojideki insanlarla ilişkilerinde, devletin ortak yasasına uyarken, devletin yasalaştırmadığı konularda, kendi görüşlerine göre yaşam biçimini, bireysel veya toplumsal oluşturabilirler. Müslümanların kurduğu, kuracağı devletin yasalarının ortaya çıkışı hangi esaslara göredir. Resulün örnekliğinde oluşan devlet biçimlenmesi örnek alındığında, devletin yasalarının oluşmasında Üç esasın temel olduğunu göreceğiz. Bu üç esasın birincisi Müslümanların Allah’a biatleri… İkincisi devletin liderine toplumun yaptığı biat. Üçüncüsü Müslümanlarla, farklı din, ideoloji sahipleri arasında yapılan anlaşma kurallarıdır. Müslümanlar İslam’a girerken, Allah ile akitleşme yaparlar. Kelime-i tevhit veya Müslümanların tarihi süreç içinde, kelime-i tevhitten hareketle kelime-i şahadet olarak tanımladıkları olgu, Müslümanlarla Allah arasında yapılan bir sözleşmedir. Müslümanlar hangi konuda olursa olsun, Allah ile yaptıkları akitleşme de, mutlaka ayetlere uyacaklarını belirtirler. İlah; Arapça kelime olarak, hükümran olan, yasa koyan, hükmeden anlamına gelir ki, Müslümanlar bütün hükümlerin kaynağını Allah olarak görürler. Allah’ın yasalarından başka yasalara uymayacağının sözünü veren Müslümanlar, Allah’ın yasalarının belirlediği esaslara uyacaklardır. Allah’ın yasaları konusunu açarsak; Bilginin kaynağı Allah’tır. Allah Müslümanlara kendi katından en doğru bilgiyi ayetleriyle gönderir. Bilginin kaynağının Allah olması, İslam dinin temel yasasıdır. Bilgiler; inanca, tarihe, kültürlere, eleştiriye, yasalara, ahrete, dünyaya ait olabilir. Allah’a söz veren Müslüman Allah’ın bildirdiği bilgilerin hepsini, doğru, gerçek olarak kabul eder. Üzerinde tartışma yapmaz. Allah Ali İmran suresinin 7. Ayetinde, “O, sana Kitabı indirendir. Onun bazı ayetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve yorumlarını yapmak için müteşabih âyetlerinin ardına düşerler. Oysa onun gerçek manasını ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar, “Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” derler. Ancak akıl sahipleri düşünüp anlar” Sünni anlayışa egemen olan okuyuşa göre, ayetin anlamı bu şekildedir. Ancak yine Sünni anlayış içindeki bir anlayışa göre, ayet; “O, sana Kitabı indirendir. Onun bazı ayetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve yorumlarını yapmak için müteşabih âyetlerinin ardına düşerler. Oysa onun gerçek manasını ancak Allah ve ilimde derinleşmiş olanlar bilir. İlimde derin olanlar “Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” derler. Ancak akıl sahipleri düşünüp anlar” şeklinde anlaşılır. Müteşabih ayetlerin Allah ile birlikte ilimde derinleşmiş olanların bilmesini, ilim sahiplerinin muhkem ayetlerin çizdiği sınırlar çerçevesinde, müteşabihlere yorum getirirler anlamı verenler olduğu gibi, ilim sahiplerinin özgürce yorum yapabileceklerini de söyleyenler olmuştur. Müteşabihlerle ilgili Allah’ın koyduğu yasaklama bellidir. Allah müteşabih ayetleri fitne ve fesat çıkarmak için yorumlamayı yasaklamıştır. Ayetten iyiliğe, güzelliğe, Müslümanların birlik ve beraberliğine yorumlanacak müteşabih ayetler, Allah’ın Müslümanlara emrettiği doğrultuda olacaktır. Ayette geçen muhkem, anlamı kesin olan demektir. Yani ayeti okuyanlar, duyanlar, hep aynı anlamı çıkarırlar. Birbirinden farklı anlamlar üretmezler. Ayette geçen müteşabih ise, anlamı kesin olmayan demektir. Yani ayeti okuyanlar, duyanlar, birbirinden farklı, benzer anlamlar çıkarabilirler. Allah’a inancı kesin olanlar, Allah’ın muhkem ayetleriyle kendilerine yol çizerler. Muhkem ayetlerle çizilen yok kesindir. Hiçbir Müslüman muhkem ayetlerin çizdiği sınırların ötesine geçemez. Muhkem ayetlerin çizdiği sınırlarla ilgili farklı düşünce üretemez. Muhkem ayetler, inanca, bireysel kurallara, toplumsal kurallara yönelik olabilir. Müslümanların kurduğu, kuracağı devletin temeli, muhkem ayetlerin koyduğu ilkelerden, kurallardan oluşur. Müteşabih ayetler ise, bireysel, toplumsal kurallarla ilgili, birbirinden farklı anlamlara gelebilecek açılımlar kazandırıyorsa, Müslümanlar, muhkem ayetlerin ilkeleri, kuralları doğrultusunda, müteşabih ayetlere anlam verirler. Müteşabih ayetlere Müslümanlar tarafından verilecek hiçbir anlam, muhkem ayetlerin ortaya koyduğu ilkeleri, kuralları çiğneyemez. Müslümanların kurduğu, kuracağı devlette, devletin yöneticisi, Müslümanları yönetmek, Müslümanların farklılaştığı noktalarda bütünlüğü sağlamakla görevlidir. Ayetlerinde adaleti emreden Allah, bu yönde Müslümanlara Nisa suresinin 69.ayetinde “Aranızdan seçtiğiniz emir sahiplerine uyun” diyerek, ayrılıkların çıkmasını engeller. Müslümanlar devlet yöneticilerine uyacağına biat (söz) verirler. Devlet yöneticisi, Müslümanlar arasında doğaca her türlü ayrılığın toplumsal bütünlüğe zarar vermemesi için, ayrılık konularını hükme bağlar. Müslümanlar devlet yönetici veya yöneticilerinin belirlediği hükümlere uymak zorundadırlar. Ayetlerin incelenmesinden çıkan özler şunlardır. Devlet yöneticilerinin ve Müslüman toplumun uyacağı temel kurallar. Bu kurallar Allah’ın gönderdiği muhkem ayetler ile belirlenir. Muhkem ayetlerin belirlediği kurallara ne devlet yöneticisi, ne de diğer Müslümanlar uymazlık edemez. Bu konuda Müslüman yöneticilerin ve Müslümanların tercih hakkı yoktur. Müslüman yöneticilerinin karara bağlayarak topluma hakim kılacağı hükümler. Bunlar iki esasa dayanır. Birincisi müteşabih ayetlerden çıkarılan birbirinden farklı anlamlı hükümlerdir. Devlet yöneticisi toplumda müteşabih ayetlerin farklı anlamlarından çıkan hükümler ayrılık doğurmasın diye, farklı anlamlardan birini veya kendi yorumunu yasa haline getirir. Müslüman yöneticinin kendisi veya sonradan gelen başka bir yönetici hükmü değiştirmedikçe, hüküm baki kalır. Ancak müteşabih ayetlerin anlamlarından çıkarılan hükümlerin hiç biri, muhkem ayetlerin hükümlerin hükümleri gibi değişmez değildir. Sabit olan muhkem ayetlerin hükümleridir. Müteşabih ayetlerin hükümleri ise değişkendir. Müteşabih ayetlerin anlamlarından çıkarılacak hükümler bireyi ilgilendiriyor ve devlet bu konuda herhangi bir hüküm koymamışsa, her birey kendisi için kendi zannını uygular. Toplumu ilgilendiriyorsa, bireyler kendi görüşlerini, hükümlerini uygulayamaz, yöneticilerin yasalaştırdığına uymak zorundadırlar. İkincisi ise, ayetlerde belirlenmemiş konularda çıkan sorunların hükme bağlanmasıdır. Devlet yöneticileri, mekâna, zamana, şartlara göre ortaya çıkan sorunlar hakkında, muhkem veya müteşabih ayetlere bakarlar. Eğer muhkem veya müteşabih ayetlerde herhangi bir çözüm bulamazlarsa, içtihatla hüküm verirler. Müslüman yöneticiler içtihatla hüküm verirken, devlet içinde yaşayan, Müslümanların, farklı dine inanan insanların yararlarını düşünmek zorundadır. İçtihatla verilecek hükümde amaç, devlet ve devlet içinde yaşayan insanlar arasında adaleti sağlamak, barışı hâkim kılmak, mutluluğu, huzuru tesis etmektir. Adaleti sağlayacak Müslümanların yöneticisi, toplumdaki dini (düzeni) sağlamak, insanların canlarını, mallarını, nesillerini, yaşadıkları yerleri korumakla görevlidir. Yöneticiler bu görevlerini yerine getirirken Allah’ın adaletini esas alacak, zulme sapmayacaklardır. Adalet muhkem ayetlerle tesis edilir. Zira adaletin, zulmün, kesin kurallarını muhkem ayetler belirler. İçtihatla belirlenen hükümler, adaletin, zulmün kesin kurallarını oluşturmaz. İçtihatlar ister müteşabih ayetlerden, isterse ortaya çıkan sorunları çözmek için insani, akıl, bilgi, muhakeme, toplumsal örften kaynaklansın, yöneticilerin yasalaştırmasıyla toplumsal adaletin sağlanması, zulmün ortadan kaldırılması öngörülür. İçtihatların amacı, zulmü ortadan kaldırmak, toplumsal ayrılıkları yaşatmamak, böylece toplumda fitne ve fesadın doğmamasını engellemektir. Müslüman yöneticinin kendisine seçtiği yönetim yardımcıları olan, valiler, komutanlar, hakimler, savcılar, devlet yönetimlerinde görev alan yönetici sınıfındaki, müdürler, genel müdürler gibi sınıflar, devletin yasalaştırmadığı içtihadi konularda, her yönetici kendi içtihadını uygulama hakkına sahiptir. Bu bağlamda, toplumdaki farklı inançları yaşayan toplumların yöneticileri de hak sahipliğini koruyarak, onlarda kendi içtihatlarını kendi toplumlarına uygulayabilirler. Ancak içtihatların hiçbir zaman devletin yasalarıyla çatışmaması veya devletin yasasına karşı olmaması esastır. Müslüman devletle birlikte yaşama şartları üzerinde akitleşme yapmış İslam’dan farklı dine, inanca, ideolojiye sahip olan toplumların akitleşme kuralları, toplumdaki üçüncü yasayı belirler. Her toplum, Müslümanların devletiyle hangi esaslar içerinde yaşayacağına dair anlaşma yapmışsa, anlaşma şartları, Müslümanlarla, o toplum arasındaki ilişki yasasıdır. Böylece Müslümanların kurduğu, kuracağı devlete, kaynağına göre üç tane yasa hakim olur. 1. Muhkem ayetlerin belirlediği değişmez, değiştirilemez yasalar. 2. İçtihatlarla belirlenen, değişebilir, değiştirilebilir yasalar. 3. Farklı toplumlarla birlikte yaşamak için yapılan anlaşmalarla ortaya çıkan yasalar. Bu üç yasa, Müslümanların kurduğu devletin yasalarını oluşturur. Resul devrinde, muhkem ayetlerin belirlediği ayetlerin hükümleri uygulanırken, müteşabih ayetlerin yönlendirmesiyle ortaya çıkan hükümler de uygulanmaktaydı. Aynı zamanda, Yahudiler ve putperest Araplarla yapılan “Medine vesikası” yasaları toplumda uygulanmaktaydı. Resul devrinin örnekliğinden giderek uygulanacak çoğulcu toplumsal yasalar, Müslüman devletin temel yasalarını oluşturuyordu. Bugün Müslümanların veya İslam dışı hareket edenlerin “şeriat” diye belirlediği toplumsal yasalar bunlardı. Yine bugün Müslümanların “şeriat gelecek, vahşet bitecek” diye sloganlaştırdığı yasaların tümü bunlardı. Yani muhkem ayetlerin hükümleri, içtihadi hükümler, farklı toplumlarla yapılan sözleşme hükümlerin tümü şeriat olarak toplumda geçerliliğini koruyordu. Bugün Müslümanlar veya Müslüman olmayanlar şeriat deyince, sadece İslam’ın yasalarını kast ederek, yanılgılarını veya bilgi eksikliklerini ortaya çıkarıyorlar. Günümüzde devleti yürüten yasalar açısından, içtihatla hüküm verme eylemi uygulamasını yitirmiştir. İçtihatla hüküm verme uygulamasının hükmünü yitirmesi, Müslümanların tarihinde içtihat kapısının kapanmasından değildir. Bugün modernize olmuş devletler, ortaya çıkan toplumsal sorunları yasalara, yönetmeliklere, tüzüklere bağlamaktadır. 1500 yıl önce kurulan devlet anlayışları kalmamıştır. Günümüzde nüfuslar çok fazladır. Toplumsal ilişkiler birbirine girmiştir. Farklı inançlara göre yaşayacak insanların akitleşmesi, eskisi gibi, toplum liderleriyle devlet liderinin bir araya gelerek yaptığı sözleşmelere göre olmamaktadır. Bugün devletler, kendi toplumlarında yaşayacak farklı toplum insanları için yasalar oluşturuyorlar. Yabancılar yasası olarak belirlenen yasalar, bir toplum içindeki, devletin asli vatandaşı olmayan toplulukları içine alır. Ancak günümüz devlet yönetim biçimlerinde Müslümanların oluşturduğu, oluşturacağı, devlet içinde farklı inanç, ideoloji, yasa uygulamalarına benzer uygulamalar yoktur. Günümüzde oluşturulan yabancılar yasaları Müslüman devlet yönetim biçimlerine örnek olamaz. Zira yabancılar yasası, bir ülkenin vatandaşı olmamaktadır. Halbuki Medine’deki toplumsal mutabakat, günün deyimiyle devlet içinde vatandaş olarak yaşayan farklı inançtaki toplumların hukukunu belirlemekteydi. Müslümanların geçmişte oluşturdukları zimmî, yani Müslüman devlet içinde Müslüman olmayanların hukuku, günün şartları doğrultusunda yeniden ele alınarak çağdaşlaştırılabilir. Müslümanların devlet anlayışında asimilasyon yasaklanmıştır. Asimilasyon yani, Müslümanların, kendilerinden farklı insanları Müslümanlık potasında eritmek, asli unsurlarını yok etmek. Allah Bakara suresinin 256. Ayetinde “dinde zorlama yoktur” ifadesiyle, “Allah hakkı ortaya koyduğunu, bundan sonra insana düşen görevin tercihi olduğunu, insanların tercihinden sorumlu tutulacağını” bildirmektedir. Allah Müslüman yöneticilere, adaleti hakim kılmayı, zulme karşı çıkmayı emretmiştir. Adalet, her insana barış içinde, kendi inançlarını yaşama imkânının tanımasıdır. Zulüm ise, insanların inancını, inançlarına göre yaşamasını yasaklamak… İnsanlara devletin inançlarını, yaşam biçimlerini dayatmaktır. Allah zulmü yasaklayarak, her türlü dayatmaya karşı çıkmaktadır. Ayetlerin yönlendirmesinden ne anlıyoruz. Müslüman toplumlar devlet haline geldiklerinde, 1. Müslümanların birbiri arasında uygulayacakları yasalar, 2. Müslümanların diğer toplumlarla ilişkilerinde uygulayacakları yasalar… Yani Müslümanlarla, Yahudiler, Hıristiyanlar, laikler, kapitalistler, sosyalistler, ateistler arasındaki ilişkilerini düzenleyen yasalar. 3. Müslüman olmayanların birbiri arasında uygulayacakları yasalar… Hıristiyanlarla Hıristiyanlar arasındaki, Yahudilerle Yahudiler arasındaki, laiklerle laikler arasındaki, sosyalistlerle sosyalistler arasındaki yasalar belirlenecektir. Bu konuda Müslüman devlet yöneticileri elbette, bu toplumlara yasalarınız şöyle olacak diye bir dayatma yapmaz, yapamaz. Ancak onlar yasalarını belirleyip Müslüman devlete sunduklarında, devlet onların yasalarına uymalarını ister. Kendi aralarında yasaları uygulanırken doğan çatışmalarda, anlaşmazlıklarda devlet olaya müdahale ederek adaleti sağlar. Günümüzde laikler, yasalarını meclisten çıkarırlar. Ama ilk önce çıkardıkları yasaları kendileri çiğnerler. İşlerine gelmediğinde de anında değiştirirler. Günümüz moda deyimi yasalar, “yazboz tahtası” gibidir. İşlerine geliyorsa yazılır. İşine gelmiyorsa bozulur. Müslümanların devletinde yazboz yasalar kabul edilmez. Toplumlar kendi yasalarına mutabakatı sağladıklarında, mutabakatı sağlanan yasaların uygulanması istenir. 4. Müslüman olmayanlar birden fazla grup iseler, onların aralarındaki yasalar… Yani Müslüman bir devlette yaşayan, laiklerle Hıristiyanlar, Hıristiyanlarla Yahudiler, Yahudilerle sosyalistler gibi, Müslüman devlette vatandaş ama Müslüman değiller, onların birbiriyle ilişkilerini devlet düzenler. Devlet yasaları belirlerken adaleti esas alır, farklı toplumların birbirine haksız davranışlarını, hakimiyetlerini engeller. İslam insani hakların korunmasını, yani insanların dinlerinin, canlarının, mallarının, nesillerinin, yaşamlarının korunmasını sağlayarak adaleti emreder. Müslüman yöneticiler adaleti yerine getirmek için, taraflar arasında gerekli görüşmeleri yaparak, onların yasalaşmalarını, organize olmalarını sağlar. Günümüz devlet düzenleri, peygamberin Medine’de kurduğu devlet kadar çağdaş, adil olamamışlardır. Günümüz devlet modellerinde, ister Amerika gibi farklı devletlerin birleşimiyle oluşan birleşik devletler, ister eyaletler sistemi olsun, çoğulcu toplumsallaşma modelleri uygulanmamaktadır. Günümüz sosyolojisinde çoğulculuk, devletin yasaları içinde, bireysel inançların korunmasıdır. Günümüz laikliğinin esası devletin yasaları içinde, manen inançları yaşamaktır. İnançların hiçbir zaman toplumsal kurallar haline gelmemesidir. Hakim olan laik anlayışa göre, her inanç gurubu, ister Hıristiyan, ister Müslüman, ister Yahudi, ister Budist, ister Sosyalist, ister ateist olsun, inanç sahipleri bireysel inancını, toplumsal yasalar çerçevesinde uygulayabilir. Hiçbir inanç grubu, kendi inançlarını kendi inanırları arasında bile toplumsal yasalaştırmaya tabi tutamaz. İslam’ın tanıdığı bu hakkı asla günümüz modern yönetim biçimleri algılayamaz. Uygulamaya cesaret edemez. Günümüz devlet düzenlerinde üniter anlayış egemendir. Üniter anlayış, tekliği, baskıyı, asimilasyonu toplumlara hakim kılar. Belki biraz İsviçre modeli İslam’ın Medine’de uygulanan devlet modeline uymaktadır. Ancak İsviçre de, sonuçta federal yapılanmasında bağlayıcı yasalar çıkararak, laik baskıları yasalarıyla hissettirerek, toplumundaki inanç gruplarına, toplumsallaşma, yasalaşma hakkı vermez. Allah’ın ayetleri toplumsal planlama da, toplumda İslam’ı (yani toplumsal barışı) hakim kılmak için yola çıkmıştır. Müslümanların birbiriyle ilişkileri, farklı inanırların birbiriyle ilişkileri, aralarında yapacakları birlikte yaşama akdine (kurallarına) bağlı kalarak hayat kurmaları ayetlerin ortaya koyduğu amaçtır. Bugün birbirini anlamayan Müslümanların, Allah’ın ayetleriyle yönlendirdiği, resulün Medine’de kurduğu devletin toplumsal modelini anlamaları mümkün değildir. Bugün Müslümanların kafalarındaki devlet anlayışı, tarihlerinden gelen, mezheplerinin fıkıhlaştırdığı, ülkemizde Osmanlı’nın örnekleştirdiği devlet anlayışıdır. Günümüzde, ne tarihten gelen, ne mezheplerin fıkıhlaştırdığı, ne de Osmanlı’nın örnekleştirdiği devlet modeli Müslümanlara örnek olamaz. Müslümanlar resulün kurduğu devletin özlerini anlayıp yola çıkmaları gerekir. Bütün insanlığı, hangi inançtan olursa olsun kucaklayacak, birlikte barış, huzur içinde yaşatacak bir düzenin temellerini resulün izlerinden bulmalıdırlar. Dünya kapitalizmin çıkarında yok olurken, Müslümanların Allah’ın hidayetiyle bütün dünyayı aydınlatma gayreti, tüm insanlık için bir muştu olacaktır. Aslında ayetler Müslümanlara bu misyonu yüklemektedir. Ancak Müslümanlar kendilerine yüklenen misyonun farkında değillerdir. Bugün Müslümanlar İslam adına, tarihlerinden, çevrelerinden, duygularından sloganlaştırdıkları sözlerle İslam kavgası vermektedirler. Sloganların gerçeklerle hiçbir ilgisi yoktur. Müslümanların sloganlardan kurtularak, Allah’ı, resulünü anlamaları, onların insanlık adına geleceğe yürümelerini sağlayacaktır. O nedenle Müslümanların Allah’a bu yönde duaları yerinde olacaktır. “Ey Rabbimiz bize, ayetlerinle çizmiş olduğu hayatı, resulünün örneklediği hayatı, insanlığa sunacağımız barışı, adaleti hakim kılacağımız hayatı anlamak için hidayetini nasip et” Şeklindeki duamız, samimiyetimiz ölçüsünde inşallah aklımızda, kalbimizde, hayatımızda yerini bulacaktır. devam edecek.... |