4
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1046
Okunma

Çocuklara hayatı öğretmeden, ayaklarını nasıl kullanacaklarını, çatalı, bıçağı, mendili, dahası insan evladı olmayı öğretmeden boş beyinlerine ha bire gereksiz bilgiler dolduruluyor.
O berrak "tabula rasa" nerden icat edildiği belli olmayan bir takım formüllerle doldurulup, bir de çok faydalı bir şeymiş gibi ifşa ediliyor.
Bir kaç zamandır televizyonlarda seyredenleri hayrete düşüren bir metot ile birçok rakamı toplayıp çarpabilen çocukları üzülerek seyrediyorum. Üç parmakları kapalı, işaret parmakları ile başparmaklarını sallayıp hızlı toplama yapmaya çalışan çocukların ne muhteşem bir iş yatıklarını gördünüz mü?
ya eğitmenlerin buluş bulmuş edasıyla öğrencilerden heyecanlı ve hevesli hallerini seyrettiniz değil mi?
Çocukları özel eğitimle, şartlandırmayla, çocuklarda ilerde ruhsal travmalara sebebiyet verecek zihinsel metot ve baskı ile adeta küçük, sevimli birer "hesap makinesi" haline getiriyorlar.
Bunu duyan, seyreden veliler de aman bizim çocuğumuz başkalarının ç evladından geri kalmasın endişesiyle parayı bayılıp çocuklarını bu hasta ruhlu insanlara teslim ediyor ve komşu gezmelerinde “bizimki mental matematik öğreniyor, ay okuldaki kestirmedi bizimkini de “ açıklamalarıyla hem hava atıyorlar hem de ne kadar “bilimsel ve çağdaş” bir aile olduklarını dosta düşmana duyuruyorlar.
Çocukların baş ve işaret parmaklarını bantlarla yapıştıran “eğitmenler” bağıra çağıra ve özel yöntemlerle ülkenin dört bir yanında ilerde sokaklarda iki parmaklarını sallayıp “toplama yaparım ağabeylerim ablalarım, çarpma yaparım. Acayip çıkarmalar burada” diye çığırıp gezecek üstün toplama –çarpma-çıkarma işlemcilerini yetiştiriyorlar, sağ olsunlar.
Milli Eğitim bakanlığı bu işin neresinde?
Hiçbir yeresinde, neresinde olacak!
Bence zaten ilkokulda çocuklara aile, komşu, çatal, bıçak, elbiseleri giyip çıkarma, hayvanlar alemi, insanlar alemi, ellerimizi ve vücudumuzu nasıl temiz tutmalıyız ve bahçe-sokak oyunlarından başka ders vermek cehaletimizden ve aşağılık kompleksimizden kaynaklanıyor.
Sabahın köründe yatağından alınan beş yaşındaki çocuklar servislerde, arabalarda kucaklarda uykularını tamamlamaya çalışırken apar topar atıldıkları okullarında hapse tıkılıp, mikrobik alış veriş yapıyorlar.
Şimdi şöyle bir düşünün günde kaç defa toplama-çıkarma-çarpma yapıyorsunuz ve kaç haneli rakamlarla icra etmektesiniz?
Yani çarşıda pazarda iş yerinde ellerinizi parmaklarınızı sallayıp dudaklarınızı oynata oynata mı geziyorsunuz?
Zaten işyerlerinde en alasından hesap makineleri mevcut iken tazecik beyinlere yapılan bu ağır baskının ve hasar verici şartlandırmanın manası nedir?
Hangi ülkede? Kime? Ne kazandırmıştır?
Hangi gelişmiş ülke, geri kalmış ülkelerin çocuklarının beyinlerine bu tür tahribatlar yapmaktadır?
Gelişmiş ülkelerde bu tür bir eğitim var mı?
Ve bize ne kazandıracak bu metot, bilen var mı?
İyi, memleket iyiye gidiyor, iyi yiyoruz, iyi giyiniyoruz, iyi oyunlar oynuyoruz internette, iyi telefonlar kullanıyoruz, iyi ve kısa aşklar yaşıyoruz.
İnsanlığımız, doğallığımız, ruhumuz tavan arasına atılan eski eşyalar gibi her gün biraz daha küflenip her gün bir adım daha uzaklaşırken bizden, biraz daha unutulurken bu hususlar, iyiye mi gidiyoruz?
Otobüste hamile bayana yer vermeyen liseli gencin arkadaşına “N’apıyim ya, ben mi hamile bıraktım?” diyerek kahkahayı basması artık şaşırtmıyor kimseyi.
Yanındaki arkadaşı ile tek kelime etmeden saatlerce bilgisayar başında oturabiliyor geçlerimiz.
Teknoloji geliştikçe iletişim sıcaklığı düşüyor, farkındasınız değil mi?
Artık mektup yazılmıyor. Selam verilmiyor. Komşu ziyaretleri yapılmıyor.
Hasret bile çekilmiyor.
En uzak memleketteki yakınınızla bile görüntülü iletişim kurabiliyorsunuz. Başka memleketten arkadaşlar edinebiliyor, onlarla sanal ortamda her nevi münasebetlerde bulunabilen insanımız ne acıdır ki yakın arkadaş ve akrabalarına bekledikleri ve olması gereken alakayı gösterememektedir.
Kimliksiz, kişiliksiz sokağa atılan gençleri ağlarına düşürüp saçma anlayış ve felsefelere kurban edilmesini “çağdaşlık” olarak izah etmeye çalışmak gafletten öte saflık değil mi?
Onursuz, ilkesiz ve özgürlüğü başıboşluk olarak kabul eden, AVM’lerin kapılarında bir tek sakızı bedava alabilmek için olmadık şaklabanlıklar yapan gençlerin suçlusu kim?
Gittikçe dolan caddelerde, devasa sitelerde, uydu kentlerde bir birinden uzaklaşan toplum STK’ların gayretleriyle özlem duyduğu “cemaat” yaşamının gerekleri ve güzelliklerine kavuşmak yerine içerisinde bulunduğu bataklığa her gün biraz daha gömülmektedir.
Sivil Toplum Kuruluşlarının faaliyetlerinde bile “çıkar-beklenti-korku” üçlüsü kendini hissettiriyor ve “topuklarının üzerinde gerisin geriye dönen” mensupların fazlalığı faaliyet alanlarını ve hedeflerini etkiliyor maalesef.
“Bedavacılık” anlayışının her koşulda üreyebilen kokusuz renksiz bir virüs gibi toplumun bütün tabakalarında, her sınıfın kendine has özellikleriyle üremesi neticesinde hastalık uzay filmlerinde bütün araştırmalara rağmen bulunamayan mikrop gibi insan ruhunu ele geçirmiştir.
Hastalık her aşamada ve ortamda değişik isim ve ürün ile karşımıza çıktığında sadece “bedava sahip olma” arzumuzu tatmin edebilmek ve “kapmak” ,evet amiyane tabiri ile “bedava kapmak” için her türlü şebekliği yapabilecek derecede soysulaşan topluluğun sırası geldiğinde, kameralar çalıştığında “vatansever- hamiyetperver-çevreci-ve her türlü hakların savunucusu” gibi roller yapması vicdan rahatsızlıkları için tedavi edici bir metottan başka bir şey değildir.
Adı ister “promosyon” ister “hediye” olsun, bedava olsun zihniyeti, memleketi Jose Saramago’nun “Körlük” kitabında bahsettiği salgının, o körlük salgınının en ağır hastası, müptelası yapıyor.
Her yerde, her koşulda zahmetsiz rahmet arar hale gelen bir topluluğun artık ne ideallerinden ne de geleceğinden söz edilebilir. Zira onlar hakkındaki en elzem kararları ve hedefleri “promosyon” ve “hediye” sahipleri belirlerler.
Modern anneler artık doğum yaparken sancı çekmemek için uyuşturucu iğneler vurduruyor, değil mi?
Çocuklarını n gezegenimizin arenasındaki yaşam mücadelesinde fazla yaşamak, iyi yaşamak adına eğitimi için türlü fedakârlıklara katlanan ebeveynlerin gelecekleri hususundaki endişeleri her gün artıyor.
Bu tedirginliğin farkında olan “ulusal-uluslararası” vampirler kendi saadetler için değişik metot ve taktiklerle, sanki dünyada olmayan bir şeyi öğretiyormuşçasına ve gereksiz atıl bilgileri çocuklarımızın zihnine yerleştirmek için yüksek fiyatlar ve yabancı terminoloji ile kapımıza dayanıyor.
En basit satış sistemleri, kişiliksizlik eğitimlerini “Vücut Dili-Mental Aritmetik-Motivasyon-Kişilik Geliştirme” adları ile gençlerimizin dimağlarını iğfal etmek için allayıp, pullayıp ve kendilerini “bilimsel” isimlerle zikredip meydanlara çıkıyorlar.
Biz de dayatılan ve ilk baktığımızda ecnebi malı görünen ne varsa sorgulamadan, ölçmeden biçmeden bize, aile yapımıza, kültürümüze uygun mu diye bakmadan her anlayışı, her ürünü daha doğrusu her virüsü bize göründüğü şekliyle kabul edip kabul ediyoruz.
Bir tek nokta gözlerden kaçmasın, bu değişikliklerin ve virüsün sadece bir kesimi veya inançlı-inançsız ayrımı yapacağı gibi gaflete kapılmamak lazım.
Bu virüs camilerden kiliselere, evlerden okullara, yatak odalarından mutfağa kadar her yere yayılıyor.
Bakın camilerde her bir kişi için halılarla çizilmiş kullanım alanları var artık. Yanınızdaki insanın omzuna dokunduğunuzda yüzünüze sertçe bakıp, kendi alanı üzerindeki tasarruf hakkını müdafaa ediyor.
Çocuklar, reklam filmleriyle, dizilerle, sinemalardaki çılgın filmlerle yuvalarından uzaklaştırılıyor.
Değer yargıları tahrip edilerek kültürel çöküntü ve depresyon yaratılıyor.
Ve usulca kanıksıyoruz değişimi, dönüşümü, çöküşü.
Kulaklarımız kendi seslerini duyamıyor, dilimiz öz tatlarından uzak ve yoksun kalıyor, tenimiz uyuşuyor, duyarsızlaşıyor, burnumuz topraktaki şehit kokularını hissetmiyor artık.
Çocuklarımıza sahip çıkmalıyız.
Önce kendimize ve değerlerimize sahip çıkarak çocuklarımıza sahip çıkalım.