3
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
838
Okunma

“ Tam bağımsızlık denildiği zaman elbette siyasi, malî, iktisadî, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek manasıyla bütün bağımsızlığından mahrumiyeti demektir. Biz bunu temin etmeden barış ve sükûna erişeceğimiz inancında değiliz.”
-Mustafa Kemal ATATÜRK-
YASAK OLAN BİR ŞEYİ ALMAYA/YAPMAYA KALKARSAN DARBEYİ YERSİN.
Bir önceki yazıyı bu tespitle bitirmiştim. Kaldığımız yerden devam edelim.
Ancak öncelikle;
Bugün (10 Kasım 2012); Ülkesine ve mensubu olmakla gurur duyduğu Türk Milletine, cumhuriyet gibi bir çağdaş ortamda yaşamayı hediye eden ve fikrimize rehber olan, “Tam Bağımsızlık” düşüncesiyle bizlerin yaşamına anlam kazandıran Önderimiz ATATÜRK’ümüzü saygı ve özlemle bir defa daha andığımı ifade etmek istiyorum.
Sevgili Önderim, Atatürk’üm,
Senden sonra ülkeyi yönetenler senin fikirlerine sahip çıkmadılar ve bize, seni anlatmadılar. Hiçbir yönetici, senin gibi, “Bağımsızlık benim karakterimdir” diyemedi. Onun içindir ki bugün darbelerle yüzleşmek zorunda kaldık.
Aslında bu yüzleşmemiz seninledir.
Emanetine sahip çıkamadık. Senin rozetlerini takarak, sloganlaşan ifadelerini başkalarına satarak kendimizi fikirlerinin takipçisi sandık. Hatta senin adını kullanarak darbe yapanları bile senden sandık.
Üzgünüz Ata’m.
Şimdi!... Darbelerle yüzleşebilmek için bazı temel kavramları hatırlamakta yarar var.
Milattan önce 427-347 yılları arasında yaşamış olan Platon (Eflatun) “DEVLET” adlı eserinde bugünkü devlet yapısına da esas olan fikirlerini kaleme almıştır. Elbette Platon’dan önce de toplumları yöneten yapılar vardı ancak Eflatun, devleti felsefi bir bakış açısıyla kaleme alan ilk düşünürdür.
Eflatun “Devlet” adlı eserinde özetle; bir devlette hangi kurumların olması ve bu kurumların nasıl yapılandırılması gerektiğini, devletin hangi özelliklere sahip olan kişilerce nasıl yönetilmesinin icap ettiğini anlatır.
Bakış açısı, devletin seçkinler tarafından yönetilmesinin gerekli olduğu yönündedir. Ona göre; bir toplumda yöneticiler, rahipler, yargıçlar, askerler, tüccarlar ve üretici olan halk olmalıdır. Halk sınıflara ayrılmıştır, her sınıfın görevi farklıdır. Sınıflar arasında akışkanlık/geçiş yoktur. Herkes bulunduğu sınıf içinde kalmalıdır. Doğan çocuklar doğdukları sınıfta hayatlarını devam ettirmek zorundadır. Bu düşüncesini ifade ederken şöyle der: “Çömlekçiler zengin olmamalıdır, çömlekçiler zengin olursa çömleği kim yapacak, sonra zenginler çömleği nasıl bulacak?”
Askerlere özel bir önem vererek nasıl seçilmeleri ve nasıl eğitilmeleri gerektiğini, hangi görevleri yapacaklarını uzun uzun anlatır. Platona göre askerler toplumun gerçek altınlarıdırlar. Bu sebeple kirli olan altına (maden olan altına) bulaştırılmamalıdırlar(!)
Devleti seçkinlerden oluşan yöneticiler yönetecektir. Bir devleti yönetmek için kurallar gereklidir. Kurallar seçkinlerin kurduğu düzenin kuralları/yasaları olmalıdır (Platon, bir devlette uygulanacak yasaların kimler tarafından ve nasıl yapılması gerektiğini “Yasalar” isimli kitabında anlatır) ve halk bu kurallara mutlak uymalıdır. Kurallara/yasalara uymayanlar yargıçlar tarafından cezalandırılmalıdır. Askerlerin görevi; şehri/ devleti dışarıdan gelen saldırılara karşı korumak ve şehir/devlet içerisinde ise halkın kurallara/yasalara uygun davranmalarını sağlamaktır.
2500 yıl kadar önce ortaya konulmuş olan bu düşünceler, bugünkü devlet anlayışının da esasıdır. Ve günümüzde, yönetim şekli ne olursa olsun yöneticiler seçkindir, hukuk seçkinlerin hukukudur. Seçkinlerin hukukuna uymayanlar ise yargıçlar tarafından cezalandırılır. Askerler ülkeyi dış düşmanlara karşı korurken içeride de halkın, seçkinler tarafından konulan kurallarına/yasalarına uymalarını temin ederler. Üretim işi ise köylüler ve işçiler tarafından yapılır.
Anlaşılacağı üzere Askerler tarih boyunca seçkinlere/ yöneticilere ve onların koymuş olduğu kurallara/yasalara uygun olarak görevlerini yerine getirmişlerdir. Askerlerin, milletin askeri olduğu, ordunun halkın ordusu olduğu sadece söylemlerde ve hamasi konuşmalardadır. Gerçekte ordu düzenin/sistemin koruyucusudur.
Düzeni seçkinler kurduğuna göre, “ordu, seçkinlerin/güçlülerin/iktidar sahiplerinin ordusudur “ saptamasını yapabiliriz
Askerler, inandıkları/inandırıldıkları değerlere ihanet etmeyecek şekilde eğitilmiş ve bilinçlendirilmiş olduklarına göre;
O halde neden, iktidar olanlara karşı darbe yapıyor?
Acaba ordu, sahibine ihanet mi etmektedir?
Yoksa parayı veren mi düdüğü çalmaktadır?
Bu soruların cevaplarını sonraki yazılarda arayacağız.
Bekir GÜÇLÜER