4
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
637
Okunma
Görür gibiyim yaşlı prensesi. Marmara’ya bakan bir manastıra kapanmış, hayattan elini çekmiş, kendini, babası imparator Aleksios’u yücelttiği eserine vermiş bir münzevi. Eserinin ilk sayfasında dediği gibi “mumun titrek ışığında" anılarını yazmış, yazarken de soğuktan ve nemden ömrünün iyice kısaldığını hissetmiş. Kimine göre tahtın ağabeyi ve kocasından çok, aslında kendisine ait olduğuna inanmış bir kadın. Bu belki tarihçilerin yakıştırmasıdır, belki de gerçekten öyledir. Ama hırsının su götürmez olduğu çok açık. Anna, prenses olarak doğduğunda...
Gelen sesle başımı Anna Komnene’nin kitabından kaldırdım. Salonun açık kapısından koridora baktım ama bir şey göremedim. Ben okumaya dalıp gitmişken, akşam da gelip yanıbaşıma çökmüştü bile. Kitabı, uzanmış olduğum kanepeye bıraktım ve kalkıp koridora doğru yürüdüm.
İşte! Tekrar o ses geldi. Tıkırtıdan çok hışırtı gibi, ama kumaş hışırtısı kıvamında da değil. Daha önce bu evde duymadığım bir ses... Aslında bu açıklamam da bir anlam taşımıyor tabi ki. Ormanın dibindeki bu evde on dördüncü günümüz. Tüm sesler ve gölgeler benim için yeni. Alışmam lazım hepsine.
Eşim, bodrum katında yılan derileri gördüğünü söylemişti. Ben de bunun iyi bir şey olduğunu, etrafta yılanlar varken farelerle burun buruna gelmeyeceğimizi ona hatırlatmıştım. Rahatlamamış gibiydi. Belki de benim düşündüğümü düşünüyor, farelerin yokluğunda karafatmaların azacağını hesaplıyordu.
İki gün önce evi ilaçlatmıştık. Neredeyse kendimiz zehirlenene kadar olabilecek her köşeye, deliğe, duvar dibine, kapı ağzına zehir sıkmıştık. Görevli bize, içimizi ferah tutmamızı, zehrin organik kökenli olduğunu söyledi. Açıklamayı duyunca nedenini bilmeden rahatladık.
O ilaçlamadan sonra haşere olamayacağı da ortadaydı. Derken hışırtı bir kez daha, bu sefer koridorun sonundaki odadan geldi. Her ne ise işte orada, hobi odasındaydı. Hobi odası eşimin koyduğu bir isimdi. Bir projektör, bir sinema perdesi, odanın her yerinden fışkıran hoparlörler... Niye hobi? Niye sinema odası değil? Ben maketlerimi orada mı yapıyorum? Kitaplarımı orada mı okuyorum? Yakın gelecekte alacağımız köpeğimiz Saman’ı orada mı eğitiyorum? Cevapları yoktu bu soruların: Orası hobi odasıydı.
Üçüncü kez kulağıma gelen ses bu kez hışırtıdan çok, hobi odasındaki kanepenin gıcırtısıydı. Bir şey, ağırca bir şey oraya yerleşiyordu. O şey eşim değildi. Eşim Salzburg’da konferanstaydı. Şu saatlerde uyuyor, rüyasında dondurma görüyor olmalıydı. Eşimle evin anahtarlarını aramızda bölüşmüş, kimseye de vermeme kararı almıştık. Hobi odasındaki her ne idiyse, içeri anahtarsız girmişti. Yoksa öteden beri içeride miydi?
Geriye doğru bir adım attım. Sonra bir tane daha. Yavaşça çekilip salona geri döndüm. Kütüphanede, üstten dördüncü rafta, geçen doğumgünümde hediye gelen Lüger duruyordu. Uzanıp, tabancayı elime aldım. Şarjörü boştu. Öyle de olması gerekiyordu; eşim tabancayı asla ateş etmemem koşuluyla bana almıştı. Ama boş da olsa tabancanın insanlar üzerinde her zaman bir gücü vardır. Silahı elimde tarttım. Sıcakmış gibi geldi. Eski bir dostu görmüşcesine gülümsedim.
Bir elimde tabanca, salondaki kanepeye oturdum. Anna Komnene’ye uzandım. İtiraz etmedi.
Anna’nın babası Aleksios da ilginç biriydi. Bir yandan Türklerle, diğer yandan Normanlarla boğuşmuş, sonunda çareyi papanın yardımını istemek de bulmuştu. Bu ilginç bir noktaydı çünkü papa, Aleksios’u imparator olarak tanımıyordu. Aleks...
Biri hobi odasındaki projektörü çalıştırdı.
Aldırmadım.