Dizi: SENİ TANIDIM İSTANBUL/11 KUTSAL EMANETLERE OSMANLI SAYGISI


www.edebiyatdefteri.com

Yazımın bir yerinde dinler arası hoşgörüden, dinler-fikirler arası ihtiyaçtan söz etmiştim. İstanbul’un bir çok yerinde rastladığımız bu hâl, bir fetih lisaniyle İslâmbol’un Fatih mahallesinde oldukça belirgin görülüyor. Kiliselerle camiler, hattâ Orahaim Rum Hastanesi’yle Vakıf Gureba.. Dahası Tekfur Sarayı Hançerli Panayia Rum Kilisesi Vakfı’yla, bir merkezin malûm ve masum insanlığını cezbediyor; okutuyor, eğitiyor. Sakıncasız gayesini ateşliyor, bir yere topluyor ve ibadetini de, sağlığını da kontrol altında tutarak, saygın toplumlar hâlinde yaşamalarını temin ediyor.
Öyleyse bidatlara ne gerek var ki Arap’ın önünde çan kulesine sessiz kalınsın.. Dinler arası hoşgörü, ama böyle değil. Şimdi diyeceksiniz ki Ayasofya ne, Aya İrini nasıl, ve neden öyleyse? Öyleyse değil, neden öyleyse hiç değil.. Zira Ayasofya Allah-ü Tealâ’nın Hakk dininde öze dönüştür. Müşerreftir.. Bidata ne gerek var gibi bir zehabım işte bundandır.
“Bir Müslüman ki uğur cihetince Fal’dan medet beklerse cahiliye, Nal’dan medet beklerse İtalyan sapıklığına, Nazar boncuğundan himaye talib ederse Bizans’ın dâlâletine yönelmiş demektir.” Şu hâle bakınız ki Arap’ta bir imam bu meâli karşılayacak sözlerle Müslümanların dikkatini çekiyor da, bana da; “Arap Camii’mizin minaresi çan kulesidir ve bu kule eski kiliseden kalmadır” diyebiliyor.. Söz ile özün birlik sağladıkları hususunda tereddüdüm var.. O kadar..
Konuyu; Diyanet’in bizden fevkalâde düzgün izan ve vicdanıyla, Karaköy’ün sinemalarını sayıp sayıp kaybedilen tarihin cami ve mescidlerine esef duygularıyla yaklaşan Profesör Eyice üstadların hassas kalemlerine tevdi edip, Hırka-i Şerif’in (tam dört asırlık) saadet huzuruna dönüyorum.
“Şüphesiz tâbiinin en hayırlısı Üveys denilen bir zattır” diyerek Hz. Üveys El Karanı’yi tarifle, Resulûllah ne çok sevdiğini buyurmuştur. Peygamber Efendimiz zamanında Yemen’de yaşayan, ama kendisiyle hiç görüşmeyen bir Veli’dir Karani. Ve bugün İstanbul şehrine mukaddesat kazandıran, kutsal emanetlerden olan ve İslâm Âlemi’nin İstanbul’a akın akın gelmesine, gönüllerince bir bakışa can verecek derecede yüz sürme arzularını, bir anlık dar vakite sığdırıp mutmain olmalarına da vesile Hırka-i Şerif, her Ramazan ayının birinci günü Topkapı Sarayı’ndan adına yaptırılan camiye getiriliyor. Ramazan’ın her günü binlerce Müslüman bu camideki hem Saadet Dairesi’ne hem de Veysel Karani Hırka-i Şerif Vakfı’na uğrayıp, ruh ve bedenlerinin muhtaç olduğu Resulûllah huşusunu; -Sakal-ı Şerif, Hırka-i Şerif, Efendimiz’in giydiği çarığı, gömleği, bastığı taştaki ayak izi, kullandığı misvak ve Kur’an’ın ilk örnekleri gibi- Peygamber eşyalarından temin etmede, birbirleriyle yarışıyorlar.
İşte böyle günlerden birinde gökten rahmet imbik imbik, şemsiye tanımaz dik başıma yağa dursun, Hırka-i Şerif camisinin tarihi evvelini kalemimle kâğıdıma not etmeye çalışmaktayım. Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Mısır’ı fethederek halifeliğini devralışının akabinde Mukaddes Emanetler de Osmanlı Devlet’ne intikal ediyor. Mukaddes Emanetler’in büyük bir kısmı, hilafeti Yavuz Sultan Selim’e devreden 3. Mütevekkil ile Kahire’ye kadar gelerek Mekke ve Medine’nin anahtarını teslim eden Mekke Şerifi Ebû’l-Berekat’ın oğlu Emir Ebû Numey tarafından Yavuz’a teslim ediliyor. Lâkin, Mukaddes Emanetleri’n İstanbul’a getirilişi, yalnızca Yavuz Sultan Selim devriyle (1512–1520) sınırlı kalmamış, bu çok değerli koleksiyona daha sonraki asırlarda çeşitli vesile ve vasıtalarla birçok yeni eser kazandırılmıştır.
Elbette her birinin İslâm âlemi için özel ve güzel bir yeri olana emanetlerden içinde Sakal-ı Şerif ile Hırka-i Şerif’in yeri bir başkadır. Hırka-i Şerif’le ilgili genel bilgiye şöyle bir göz attığımızda; Bu hırka, Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed’in Mirac’a çıkarken üzerinde bulunan ve kendi vasiyetleri üzerine Hz. Ömer Veysel Karani’ye verilen hırkadır. Karani evlenmediği ve evlâdı da olmadığı için bu hırka, ölümünden sonra kardeşi Şihâbeddîn el-Üveysî’ye geçer. Kutsal emanete sahip olan Üveys ailesi, Irak ve Güneydoğu Anadolu’da ikâmet ettikten sonra burada sık sık meydana gelen çarpışmalar nedeniyle Ziver el-Üveysî zamanında Kuşadası’na göç ederek Hacı Lolo mahalline yerleşir. Aile uzun müddet ziraatla meşgul olan ve aşiret halinde yaşayan bir ailedir. Sahib oldukları emanetten dolayı bu aileye hep saygı gösterilir ve kendilerine "Hırka-i Şerif Şeyhleri" adı verilir. Aile, 1611 yılında Sultan I. Ahmet’in fermanı üzerine İstanbul’a gelir ve reisleri olan Şükrullah el-Üveysî’nin Fatih civarında kiraladığı evde Hırka-i Şerif halkın ziyaretine açılır. Bu evin yetersiz kalması sebebiyle, I. Abdülhamid 1780 yılında, günümüzde Hırka-i Şerif Camii avlusunda kalan mekâna bir oda inşa ettirir ve Hırka-i Şerif, söz konusu odada 1780’den itibaren sergilenmeye başlar. Ziyaretlerin yoğunlaşması sebebiyle bu oda da yetersiz kalınca, 1811 yılında, zamanın padişahı Sultan Mahmudû Adli tarafından oda yeniden düzenlenir. Daha sonra bu oda da yetersiz kalınca, Sultan Abdülmecid, 1847 yılında Hırka-i Şerif Camii’ni yaptırır. Karani’den emanet hırka günümüzde halen Hırka-i Şerif Camii’nde sergilenmektedir ve 1500 yıllık bu kutsal emanetin sorumluluğu, Karani soyundan gelen şahıslara aittir.
Resulûllah Efendimiz Veysel Karani’yle ilgili yine şöyle buyurmuşlar; “ Bu Ümmed’in içinde bir dostum vardır ki, O’ Üveys el-Karani’dir.” Peygamber Efendimizin, Hz. Ömer (RA) eliyle mübarek hırkasını hediye ettiği Karani bu derece Nebi dostluğunu kazanmış sevgili bir veli. Asr-ı Saadet nerde, 1611 nerde. Arada koskoca on asır var. Hırka-i Şerif’in muhafaza edilmesinde herhangi bir noksanlık bulunmadığına göre Resulûllah’ın emaneti ehline verdiğine şahid oluyoruz.
Hırka-i Şerif camiine gelince, yapılış tarihi malûm. Yaptıran da malûm. Yapılış gayesi de malûm; Kutsal Emanetler’in muhafazası ve Müslüman camiasının ziyaretine imkân tanıma. Bu düşünceler nazariyesinde yaptırılan Hırka-i Şerif’’in tezyinatında kullanılan renkler koyu sarı, siyah ve beyaz olmak üzere oldukça sade. Bir yerde kırmızı renk var, o da hutbe perdesinde. Bir yerde de yeşil renk var, iki tâli odaya ait kapılarda. Osmanlı mimarisinin Avrupa etkisinde bulunduğu dönemin eseri olan cami, sekizgen plânlı ve tek kubbeli. Mihrabın güney istikâmetinde özel yapılan bölümde de Hırka-i Saadet Dairesi yer alıyor. Minare şerefesi de sekizgen plânlı olan Hırka-i Şerif’te Hattat Mustafa İzzet ve Sultan Abdülmecid imzalı hat eserleri bulunuyor.
Bahçesindeki musalla taşının güney cephesinde iki mezar dikkati çekiyor. Trabzonlu bir genç, duası sonrası mezarların kabir taşlarını telâffuza yeltendi. Evirdi, çevirdi, Karani ve Üveys kelimelerinden başka Türkçe’ye yakın bir söz çıkmadı ağzından. Trabzon’luya; “kimler bu zatlar, lûtfet bakalım” dedim. O sıra Hırka-i Saadet katından bir görevli; “Hz. Üveys el-Karani’nin silsilesinden olurlar” diye seslendi ve bencileyin, genci sıkıntıdan kurtardı. Osmanlı dönemine ait hangi esere bakarsanız ya Arabca, ya da Osmanlı’ca yazı ile karşılaşıyorsunuz. Çok önemi haiz olanları da Türkçe’leştirmeye tâbi tutulmamış olsalardı, İstanbul’da, yani kendi memleketimizde tercüman kullanmamız icabedecekti.
Zamana ne kadar muktedir olacağımı bilemeden gelip yerleştiğim oğul misafirhanemde, kapalı kalmak yerine ceddimi ve tarihimi yeniden ezberlemeye çalıştığım zamanların çoğunda, şemsiye tanımaz başıma gökten imbik imbik yağmur yağsa da, hemen yanı başımızdaki Mimar Sinan mescidinden başlayıp Hırka-i Şerif, İskender Paşa, Mesih Ali Paşa, Mihrimah, Canfeda Sultan, İsmail Ağa, Tercüman Yunus, Hafız Ahmet Paşa, Hadım Mehmet Ağa, Tabak Yunus, Emir Buhari, Kumrulu, Acemoğlu.. Nişancı Mehmet Paşa, Dülgerzade ve Üç Baş Nurettin Hamza camii derken Muhteşem Fatih’e varıyorum. Her gün, on, on beşinden bilgiler toplamak için sokakları tarıyor ve yenilerini arıyorum.
İki aydır İstanbul’dayım.. Henüz Anadolu yakasına ayak basmış değilim. Üsküdar’da Şemsi Paşa’yı, Harem’de Selimiye’yi tanımış değilim, amma Constantinus’un surlara hapseylediği Konstantinepol’dan arınan hür İslâmbol’u, her kaynaktan, her ağızdan ve her selâmlaşma şerefini taşıyandan sora sora öğreniyorum. Öyle ki gün geliyo,r kar yağışı altında ellerim kalemi zor tutuyor, gün geliyor tipi ve boranlar yolumu kesiyor.
Buna rağmen yine, yenilere diyorum.



bekirce
www.edebiyatdefteri.com
Edebiyat ve Kültür Sanat Platformu